Bu Blogda Ara

27 Şubat 2011 Pazar

Yeniyazı Dergisi Dokuz Doğurdu


Üzücü bir haber var. yeniyazı’nın 2. sayısından bu yana yayın kurulumuzda yer alarak bize destek veren kıymetli dostumuz Başak Deniz Özdoğan, dergimiz içerisindeki görevinden affını istedi. Kendisi bundan sonra başka bir mecrada başka vesilelerle mutlaka desteğini sürdürecek; ancak şimdiye kadar yürüttüğü önemli görevler ve eşsiz katkıları dolayısıyla kendisine ne kadar teşekkür etsek az.
Bunların dışında, dergimiz 2011 yılına pek çok yenilikle girme kararı aldı. Bu kararların en önemlisi yeniyazı’nın yayımlanma periyodunu 3 ayda bire çekmekti. Bundan böyle dergimiz yılda 4 kez olmak üzere Ocak, Nisan, Temmuz ve Ekim aylarında raflarda olacak.

Öte yandan, yayın kurulumuzun “genişleme” kararı alması da bir başka önemli gelişmeydi yeniyazı için. Adlarına sonraki sayılarda sık sık rastlayacağınız iki arkadaşımız Yalçın Armağan ve Mesut Yılmaz yeniyazı saflarına omuz verdi. Bu katılımlarla birlikte yeniyazı sosyal bilimler ve edebiyat alanında kaynak bir dergi haline gelme amacı gereği bundan sonraki sayılarda edebiyat eleştirisi disiplinine daha yakın bir çizgide, akademik derinliği olan eleştiri/inceleme yazılarına ve uluslararası alandan çeviri-yazılara ağırlık verme kararı aldı.

Tüm bu sarsıntılar, sevinçler ve üzüntüler arasında hazırlamaya çalıştığımız bu sayımızda “Çerçeve” bölümümüzde Hüseyin Ferhad’la yapılan söyleşiyi ve Zeynep OktayCan H. TürkerCemil Okyay ve Hilmi Haşal’ın Hüseyin Ferhad üzerine yazdıklarını okuyacaksınız. Bu bölümde bir de Hüseyin Ferhad'ın hiçbir yerde yayımlanmamış bir denemesi yer alıyor. “Atölye”de ise fal açılıyor. Şeref Bilsel, küçük İskender, Murat Üstübal, Aslı Serin ve Ceyhun Tuna Türk şiirinin falına baktılar. Bunun yanı sıra Sezai Sarıoğlu, Nilgün Aras ve Şebnem Yetim’in metinleri ile Sancar Dalman’ın fotoğraf ve çizimlerini atölye sayfalarında bulacaksınız. Dergimizin bu sayısında genç şiirin gücünü temsil edenler: Öktem Tepe, Fatih Kınalı, Nazmi Cihan Beken, Serkan Büyükçağlar, Gizem Okulu, Alican Aydoslu, Serdar Çakıcıoğlu, Can Ilgaz Özdemiroğlu, Yaprak Ünvar, Can Habip Türker, İlhan Tülman. Bu arada Can Ilgaz Özdemiroğlu’nun 1998 doğumlu olduğunu belirtelim. Dergide Ayrıca Ercan Y. Yılmaz’ın absürd bir öyküsü bulunmakta.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Şair Savaşları


Son günlerde şair savaşları başladı. Büyüklü küçüklü, meşhurlu meşhursuz, önemli önemsiz, Fikretli Fikretsiz, belirli belirsiz… Bir ego sunumu, bir simulakr sinir hali, bir paramparçalık. İnternet bloglarında karşılıklı attırmalar devam ediyor. Bu insanlar birbirlerini muhatap alıyor. Bu çok önemli. Gıptayla bakıyorum. Ben kendimi çok mu büyük görüyorum ne, biri bana küfretse bile kale alamıyorum. Keşke alsam lan. Yapabilsem savunmamı. Bak başkasını iyi savunurum ha! Bu adamlar birbirlerine değer veriyor resmen. Yeryüzünde değer verebildikleri insanlar var. Ağlamam geliyor. Biri bizi gözetliyor evi aklıma geldi. Orda da aynen böyle çekişirlerdi. Ona da ağlardım. Bi de düğünlerde iyi oynayan adamlara ağlarım. Çünkü benim vücut özürlü. İnsan vücudu gerçekten çok sağlam. Varoluş mücadelesi. Yaralansa da iyileşiyor. Elbette bu tartışmaların yersizliği kadar bu tartışmaya giren yancılar da beni çok güldürüyor. Kaostan pay kapmaya çalışanlar. Ha ha ha diyorum. Lafınız yoktu işte çaresizdiniz alın size laf.

Şiirini yaz oğlum. Dedikodunu da yapacaksan bunu bir dava olarak gütme. Bundan zevk almaya çalış. Fazla kafayı takma! Yoksa maazallah gider dernek kurarsın. Ordan karı çıkarmaya çalışırsın. Şiir sana mutluluk vermiyorsa git paraşüt yap, snovbord yap. Heyecan verici bir şeyler yap. Ona buna kendi isminle küfrederek şiirini geçersiz kılma.

Erkeksen, adamsan gelecek hafta cumayı cumartesiye bağlayan gece gider acil kapısında beklersin. Hastan yoktur. Ertesi gün tatil nasılsa. Hastan yoktur beklersin. Kimse seni şair sanmaz. Bunun bi hastası var der. Bunun bi hastalığı var der. Orda alırsın alacağını işte. Bağırsağı dışarıda bıçak yemiş bi adam geçerse önünden. Öyle kolay sıçmazsın bloglarda püsürlerde. Ertesi hafta da istersen yetimhaneye gideriz. Ağlarız. Bize baba diyebilirler çünkü. Daha ertesi hafta bi ilkokul bahçesine gidip çocukluğumuzu izleriz. Bunları da yap. Hatta sen de fikir üret. Yaparız bi ara.

Eski arkadaşlarından pirim yapma. Mümkünse ayıbını kapat. Yükselsin. Sen aşağlarda takıl. Bi sigara iç. Esrara başla. Esrar mutluluk verir. Ucuzdur.

20 Şubat 2011 Pazar

Rubber (Lastik) Filmi ve Özimleme

İf İstanbul 2011’de bugün dördüncü filmime gittim. İlk üç filmde ( özellikle Kara Çayır) umduğumu bulamadım açıkçası. Ama Lastik ( Rubber) filmi çok hoşuma gitti.  Yönetmen Quentin Dupieux adını ezberlemem gerekecek. Sadece senaryo yazmakla kalmamış, görüntü yönetmenliğini, kurgusunu da kendisi yapmış. Epilogda kurmaca ile gerçeğin filmin içinde birbirine geçtiğini görüyoruz. Polis arabası, yolda dizilmiş sandalyelere çarpa çarpa ilerliyor. Sandalyeler tatlı tatlı devriliyor ve araba, elinde onlarca dürbün ile bekleyen muhataba yaklaştığında bağajdan polis şefi çıkıyor. Şef hem bize hem de o anda orda bulunan bir grup sinema seyircisine bir tirat atıyor. "İyi filmlerde bazı şeylerin nedeni olmaz, aynen hayatta olduğu gibi.” Ve sebepten tamamen bağımsız sonuçlar ortaya çıkan film böyle başlıyor. Daha önce merak saldığım öz imleme kuralı, bu filmde işlenmiş durumda. Seyirciler ellerinde dürbün dile lastik tekerleğin canlanışını ve macerasını izliyorlar. Lastik sonra ortalığa vahşet saçıyor. Kamera lastiğe çok yakın. Lastik başrol oynuyor. Ama tuhaf bir şekilde sempati de besleyebiliyoruz lastiğe. O kadar insanı psikokinezi gibi bir şeyle parçalıyor, yok ediyor lastik. Çok güzel bir antikahraman olmuş namussuz. Olayları dürbün ile seyreden seyirciler daha sonra şerif ve yardımcısı tarafından zehirleniyor. Bir kişi haricinde herkes ölüyor. Seyircilerin ölmesi ise film içinde oynanan filmi daha farklı yerlere sürüklüyor. İnsandan hayvandan ve karpuzdan bıkmışlar için Lastik izlenilesi bir film olmuş. Güldürücü, neşe verici, derin düşündürücü. On üzerinden sekiz verdim. Filmin Bağımsız filmler Festivali’nde bir daha ki gösterimi 25 Şubat’ta. 

19 Şubat 2011 Cumartesi

Can Arp ve Post Müzik

Ücra Dergisi'nin 39. sayısını karıştırırken Can Arp'ın bir görsel şiiriyle post müzik arasında bağlantı olduğunu düşündüm. Duygulandım. Dil önünde eğiliyorduk. Değilliyorduk bazen. Müzik dili ise daha eğilmiyordu gibi. Melodiler, kelimelere oranla... Arthur Caravan'dan bahsedilmiş. Hayranım ona. İntihar ediş biçimine. Enis Batur'un kaza mizah antolojisi'nde okumuştum onun intiharını. 

18 Şubat 2011 Cuma

Başka Akıl Peşinde

İzzet Yasar’ın son şiir kitabı Başka Akıl Peşinde. Aldım. Adliyeye gittim. İncedir dedim yolda okurum. Dönüşte otobüsün sol tarafında cam kenarına oturdum. Şiirlerin çoğunu daha önce dergilerde okumuşum. Ezber gibiyim zaten. Ama akıyor gene. Eğleniyorum. Yanıma yirmi yaşlarında kıvırcık ve her halinden üniversiteli olduğu anlaşılan biri oturdu. Bakışmadık. Ama iyi bir adama benziyordu. Bi ara yoruldum ve pencereden dışarıyı izlemeye koyuldum. Kitabın da arka yüzü gökyüzüne dönük. Elimde. Çocuk cep telefonunun sms bölümüne bi şeyler yazınca kafayı çevirdim, dikiziler dikizlemez “İzz” yazmış olduğunu “et”e geçememiş olduğunu fark ettim. Baktığımı anlamasın diye de hemen kafayı pencereye çevirdim. İzzet Yasar’ı not alıyordu. Ama neden? Kitap zaten gösterişsiz bir kitap. Arka kapakta kitabın en kötü dizelerinden biri var. E bana baksan kendi halinde biri. Acaba hiç kitap okumamış mıydı? Ya da benim tipte “bu adamın okuduğu kitap okunur abi” tipi mi vardı? Neyse… Çocuk sıkıldı mı ne etti, utandı mı, bi teyzeye yer verdi. Sırtını dönmüş ayakta duruyor. Sağ elle dürttüm. “Pardon kitabınızı burada unuttunuz!” Ses de çıkaramıyo… Elini uzattı aldı. İçimden diyorum “hem genç olacaksın hem benim okuduğum kitabı merak edip not alacaksın hem teyzeye yer vereceksin hem de seni İzzet’ten ayrı mı koyacam?”

17 Şubat 2011 Perşembe

Feriz'in Devleti

devletimiz
derin ve ormanlıktır

yasalardan kasalara bir ırmak
yüzüp yüzüp kuyruğuna gelinmiş
bir cumhuriyet
şırıl şırıl akıyor devletimin suları
devletimin geçenden kırk akçe köprüleri

devletimizin resmi dili kemiksizdir.
sen kendi dilini, çok uzamasın ferizciğim.
devletin acı biberleri, devletin dil kesmeleri. Kaldırımlarda kan.
güzel kurşunları da oluyor, insan devletini sevince.

şüpheli paketleri itina ile havaya uçuran devletimiz.
kurban derilerini güzel toplayan devletimiz.
failleri meçhul devletimiz.

devletimiz
güzel ve sınırlıdır

sen kendi sınırını ferizciğim, kendi devletinden geniş çizersin ve çizmeyi
aşarsan ve oyunu devlete vermezsen, olur mu ama ferizciğim, zaten
b’ölecekti diye geçmeni kayıtlara hiç ister miyim, ben seni çok
seviyorum, insan devletini sevince.

iki dilimiz de olsa
birini devlete çıkarmamalıyız
akıllı ol ferizciğim.


Feriz Şahin, karayazı 14

12 Şubat 2011 Cumartesi

Otobüsler İnsan Taşır Ve Ben kendimi Düşünürdüm

Sevgili İnternet,
İki hafta önce adliyeye gidiyorum. Otobüste cam tarafına oturdum, çıkardım Zizek okuyorum. Totalitarizm ile ilgili bir kitap. Böyle esprilerin kesildiği bi yerde uyumuş kalmış olabilirim. Yanımda adam oturuyordu. Uyumuşum. Bi baktım bi ses, kadın sesi: “toparlanır mısın?” Allah Allah uyku uyanıklık arası kafamı cama dayamışken “ toparlanır mısın?” çevirdim başı sola. Anam gibi baş örtüsü anam gibi pardesü, anam gibi 100 kilo. Ama bana tekil davranıyor. Toparlanır mısın? Yani ben başımı zaten cama daymışım. Toparlanacak yer kalmamış. Üstüne çıkmışsın, yetmemiş, 100 kilosun. Geniş kalçaların var. Çok doğurmuşsun. Sığmıyorsun. Utanmadan bi de o toparlak halinle bana toparlanır mısın diyorsun. Anama benzemese karıyı boğacaktım. Ama içimden konuşmaya devam ettim. Fırsat bu fırsat Cihat dedim. Bu meseleyi burada çöz. İnişte buna şişko diye bağır kaç. Olmaz o. O çok ayıp olur. Ceza, suçu aşar. Ama dedim aşmaz. Suçu büyük bunun. Anam da şişko ama gurur duyuyor. Bu muhtemelen utanıyor. Vücudu ile barışık olmayan bu. Bu çok TV izliyor. Bu, kocasının kendisinden nefret ettiğini yeniliyor kendine. Sense elektronik müzik dinliyorsun. Bu, kocasının sürekli kendisin zayıf karılarla aldatacağı korkusuyla yaşıyor. Bu kendine kendi ediyor. Sen elektronik müzik. Zarar rızasıyla girene merhamet edilmez. Ağzına sıç bunun dedim Cihat. İntikamını al. Sonra bunu yazarsın dedim. Yazmak niye var. Hayda. 10 dakka da buna gitti. Yazmak bu yüzden var. Baş belaya girmesin diye. O an işte bu yazıyı yazacağımı hayal ettim. İntikamdan vazgeçtim. Abla derim bu tiplere. Ama buna “teyze” dedim. –cim eklemedim. 45 yaşında ve 100’ü aşan kilosuyla bu canlıyı affettim. İndim işime gücüme baktım. Akşam da insanlara anlatıp rahatladım zaten.

11 Şubat 2011 Cuma

Günaha Nasıl Girilir Ya da Pişman Değilim- Ercan Y. Yılmaz

Yazının tamamı Hayal Dergisi'nin Ocak-Şubat-Mart 2011 tarihli 36. Sayısındadır.)


[...]


Hâkimler devletin adalet elidir. Önünde el pençe, başın eğik durursan iyi halden ceza indiriminden yararlanma olasılığın ihtimal dâhilindedir. Ama ağlak bir çift gözle “pişmanım” itirafıyla bu ihtimal gerçekleşmeye daha da yaklaşır. Ama kim bu? Bre saray muhafızları adaletin! “ya da pişman değilim” başlığıyla kucağında karpuz, değil ama bir cezaevi görüntülü duvara yaslanmış şekilde bizi karşılayan: Cihat Duman… Bu görselle Türk şiirine karpuza iade-i itibar kazandıran şair… Zekice düşülmüş bir kapak. Şiiri hakkında bize fikir veriyor. Okuru şiirine hazırlıyor. Karpuzun akıbetini bir söyleşide şöyle açıklıyor: “…Sonra karpuzla birlikte bir çay evine gittik. Karpuzu kestik, insanlara ikram ettik. Hayırlara vesile oldu yani.” (Gerçek Hayat) Buradan anlaşılıyor ki karpuzla herhangi bir duygusal bağ geliştirmemiş. Karpuzu işine yaradığı kadar kullanmış şiirindeki diğer öğeler gibi. ya da pişman değilim, annesinin “Pişmanım.” demesiyle bitiyor. Bunu kendisine sordum bu yanıtı aldım. “Son zamanlarda aileye pek de uyum sağlayamadığım için, kan uyuşmazlığı gibi bir şey oldu. Birkaç kere annemin ağzından seni doğurduğuma pişmanım sözünü işittim.”

Kitabı okudum. Hoşuma gitti. Teorik yazı, gereksiz alıntılar, küçük küçük dipnotlar, içler dışlar çarpımı, hurufi ilişkilere girip, yani şiirde arkeolojik çalışmalar yaparak şaire, okura, okumayana ve okumayacaklara haksızlık etmek istemem. Hatta şiir uzun bir süre sit alanı ilan edilmelidir diye düşünüyorum. Kazılar yasaklanmalıdır. Çünkü arkeologlarımız şekeri Şam’a taşırken tuz kalıyor şerbete.


Kapak görselinden dolayı biliyoruz ki birazdan bir ironistin dünyasına dalacağız. Fakat şunu da bilmeliyiz ki ironi, başta Baudrillard ve Jamesson gibi düşünürlerce modası geçmiş bir yöntem olarak adlandırılıyorlar. Onlara göre, ironi de ifşa olmuş bir dünyada artık imge işlevi görmekte ve imgenin başına gelen geçersizlik hastalığıyla malul olmaktadır.

1 Şubat 2011 Salı

kitap-lık dergisi 146


DOSYA:
FERİT EDGÜ
Söyleşi: Murat Yalçın - “İyi bir kitap bizi dünyaya götürür”
Demir Özlü - “Monsieur Edgü Au Téléphone!”
Mehmet Rifat - Bir Yazı Saatinin Tik-Takları ya da Kendi Anlatımıyla Ferit Edgü
Ali Teoman - Sessizliğe Övgü
Faruk Duman - Çığlığı Atan Kimdi?
Mahmure Kahraman - Kimse ve O / Hakkâri’de Bir Mevsim Romanlarında Folklor Öğeleri
Tunç Tayanç - Ferit Edgü’nün “Ada”sına Yolculuk

ŞİİR
Ebubekir Eroğlu - Belirsizlik, Saklı Söz, Uçta, Bedel
Elif Sofya - Domuz
Jenan Selçuk - Kutlanması Gereken Birşeydir Yağmur, Manikür
Ali Özgür Özkarcı - “Buğulu Muğlâk”çılardan niçin hoşlanmadığımız.(Bir Cabbar, Bir Ayten, Bir Salih Hikâyatı)
Cihat Duman - Tehlikeli Oyunlar
Lee Gil-Won , Çiçek Gölgesi, Nokta Koyma Pratiği

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...