Bu Blogda Ara

30 Nisan 2011 Cumartesi

1 Kişilik Menemen Tarifi

Malzemeler: Orta boy çelik tava. Teflon tava değil. İki adet orta büyüklükte domates. İki adet büyük boy sivri biber. Bir adet yumurta. Bir diş sarımsak. Tereyağı ve sıvı yağ. Tuz.
Tarif: Biberler büyük büyük doğranır. Menemen bir görsel sanat olduğu ve çorba olmadığı için büyük büyük doğranır. Bu doğranma menemene ayrı bir tat da katar. Yarım yemek kaşığı tereyağı ve aynı ölçüde sıvı yağ tavaya konur ve altı yakılır. Yağ kızınca biberler yağın içine atılır. Bu arada domatesler soyulmaya başlar. Domates soymamak öğrencilik ve tembellik alametidir. Mutlaka soyun ve yetişkin biri olduğunuzu ispat edin. Biberler renk değiştirmeye başlayınca sarımsak atılır. Sarımsak böyle tam kızarmadan doğranan domatesler boca edilir tavaya. [Domatesi doğramış mıydık?] Tahta kaşık ile karıştırılır. Bazı içtihatlara göre bu ilk buluşmada tavanın kapağı kapatılmalıdır ki buhar kaçmasın. Ve menemen sonradan su ilave edilmeyi gerektirmeyecek biçimde sulu olsun. Yağ haricinde suyla da pişsin. Bazı diğer muhalif düşünürler ise kuru menemenden yana olduklarından kapağı kapatmanın zararlı olduğunu düşünürler. Başka işleri yoktur çünkü. Bu arada yemek sürekli burnu ve ağzı gözü yakmayacak biçimde koklanır. Menemene yumurta kırma zamanını en iyi belirten şey kokusu ve rengidir. Menemen pişmeden tadına bakılmaz. Çünkü daha menemen olmamıştır. Halen biber ve domates karışımıdır. Gerekli koku algılandığında yumurta kırılır. Yumurta yumuşak kaşık darbeleriyle hafiten dağıtılır. Yuvarlağın her köşesine eşit dağılması önemlidir. Sonra çorba gibi karıştırma yapılmadan yumurtanın pişmesi beklenir. Yaklaşık 20 saniye sonra ocak kapatılır. (Tuz atmayı gene unuttuk ulan. Tur yumurtadan önce atılır ki tuz da pişsin. Tuzlu pişsin. Tuzlu pişen aş ile piştikten sonra tuz atılan aş arasında fark olur.) Menemene melemen de denmez ayrıca.  Afiyet olur. Her gün olur. 

26 Nisan 2011 Salı

bir öykücümüzden rüya

akşam bi rüya gördüm. taşrada çıkan bir dergiyi benim üzerime yapıyorlar. bundan sonra sen çıkaracaksın diyorlar. dergiyi kamyonetle eve taşıyorum. allahım bu işin altından nasıl kalkacağım diyorum. yazı iste milletten, gelen öyküleri oku, yayınlamadın diye papaz ol insanlarla. dergiyi kamyonetten indirirken bunları düşünüp söyleniyom. o sırada bi kız geliyo. ben sana yardım ederim diyor. içimden nasıl nasıl diye düşünürken, yarın anlatırım diyor. o anda uyandım.

[taşrada çıkan dergilerin sizin üzerinize yapılması önümüzdeki aylarda taşra meyvesi olan buğdayın bereketli olacağına dalalet eder. bu bereketten siz de yararlanacaksınız. çünkü teklifi kabul etmişsiniz. bu da yeni bir kitap için hızlıca öykü serisi yazacağınıza ve telifinizi peşin alacağınıza işarettir. gelen kız ise annenizin (eğer yaşıyorsa) vefat edeceğini bize gösterir. şimdiden allah rahmet eylesin. merak etmeyin hepimizin annesi ve hepimiz zaten ölecek. bunu yüzünüze karşı direkt söylememin nedeni sizi buna hazırlamak. burada aynı zamanda empati de yapılır. anneniz yüz yıl sonra ölecek. yok. bence anneniz öleceği zaman ölsün ha. ne fazla ne uzun. ama ilk isteğim sizin annenizden önce ölüp anne ölüsünü görmemenizdir. kızın nasıl yardım edeceğini rüyada anlatmaması ise sizin kadınlarla olan ilişkinizin niteliğine götürür bizi. kadınlara kendinizi çok iyi anlattığınızı ama onların sizi anlamadığını düşünüyorsunuz. rüyada kızın anlatımı yarın yapacağı bunun imkansızlığını imliyor. kadın ve erkek iletişimsizliği karşılıklı olarak imkansız ve "yok hükmünde" olduğu için şimdiye kadar düşündüğünüz şey yanlış. ve bu sizi hasta eylemiş. bunda elbette okur ile yazar arasındaki iletişimsizliğe ve anlamın aktarılamamasına ilişkin bi şeyler de söylemek isterdim. ama olmadı. tabir: c.duman]

17 Nisan 2011 Pazar

reenkarnasyon

bir uyku gibi şeklinde demir bana çaktı gene rabbül alemin beni kurtardı bi sefer biz bi malzemeyi taşıyorduk böyle kanca çıktı baktık traktör böyle yan döndü kaza olsa böyle beni şey yapardı pestil yapardı gine allah beni kurtardı öldüm dirildim yani anlatıyoruz çalışıyoruz onla gittik konuştuk dedi ben de senin gibiyim öldümdirildim ben ırak'ta öldüğümde 25 yaşındaydım daha evlenmemiştim bekarım dedi annemler benim elime kına kattılar yani ben de hissediyorum annem gil yine böyle senin gibi anlattım anam da benim gibi dürüst temiz bi insan 60-65 yaşında. biz kendimizden uydurmuyoruz yani benden başka ölüpdirilen var işte bu allah'ın kudreti bazı insanlar... anlatamıyorum... diyorlar ki sen yalan söylüyorsun peki ben yalan söylüyorsam ben adamdan ücret mi istiyorum yok. ben başıma gelen hadiseleri size anlatıyorum. isterse inansınlar isterse inanmasınlar. hata ben öldüğümde iki tane kızım vardı. benim hanım hamiledir. ben onlarla gidiyordum konuşuyordum. beni annem karıma gösterdi çocukluğumda. o da ağladı ben de ağladım. bu ölmedirilme herkesin elinde değil yani. bazı insanlar inanmıyorlar bize. kuranı kerimde böyle şeyler yok. ama peki biz yalan söylüyorum başkaları da yalan söylüyor tarsusta bizim araplar hepsi mi yalan söylüyor. kaza yapar belki 75-80 arası. vay anam bağırdım bu sefer. belime yardı. ondan sonra öldüm. birbirlerine düdük çalıyorlardı sonra beni götürdüler. öteki dünya da biliyorum hatırlıyorum. öteki arkadaş da benden daha beter rahmetlik oluyor. beni cennete götürdüler. böyle önümüze sırat verdiler. beni geçirdiler. böyle kır bibi. diyor. orda sular var hatırlıyor biliyorum iyi biliyorum dedi benim canım peynir istedi. iki dişi beni kolumdan tuttular dediler gel şimdi yedireceğiz. ondan sonra diyor ki cennette ses yani böyle sessiz gidiyor. o cennetteki suyu içtim. getirdiler beni bi pencere. dediler bağ aşağı. baktım dünyaya insanlar o kadar geniş ki. sonra doğdum. anamdan doğdum. hatırlıyorum yani. yalnız öldüğümde diyor ki silahla beni öldürdüler. iki sefer adam ölüp dirilmiş. bi sefer diyor ki beni astılar. inanmak iyi bişe. allahın kudretine inanmak iyidir yani. ama bazen insanlar inanmazlar. allah niye hayvandan yaratmış insanı? [Arter'de Görünmezlik Taktikleri adlı sergiden gizli ses kaydının düzyazıya geçirilmiş halidir.]

15 Nisan 2011 Cuma

Görünmezlik Taktikleri- Arter

Görünmezlik Taktikleri, Arter’de çok teze açılan bir serginin adı. Gittim, gördüm. Hatta bana çok yakın olduğu için iki kere gittim, iki kere gördüm. İki kere daha giderim herhalde. Şiir sanatı; güncel sanatın, sinemanın, müziğin arkasında yaralı-özürlü-yararsız bir hayvan gibi can çekişiyor. Bunu bir kez daha anladım. Biz şiirle hâlâ inatla uğraşanların ne kadar gereksiz ve işe yaramaz olduklarını, buradan ufak da olsa bir değer apardıklarını, yine de pes etmemenin değerini… Acımakla sevgi aynı anda gelir.

Kutluğ Ataman’dan başlayalım. Ataman reenkarnasyona inanan altı kişiyle söyleşi yapılmış. Farklı yerlerde, zamanlarda, yaşlarda yaşayan bu insanların ilk hayatlarından bahsedişleri klasik sözdizimini işlemez hale getiriyor, dizgi dağılıyor, dilin yapısı hem anlamı ifade etmez hale geliyor, hem de başka bir dile çevrilmesi nerdeyse imkânsızlaşıyor. ‘Beni bulduklarında paramparçaydım, beynim tavana yapışmıştı; öldüğümde 23 yaşındaydım; yeni karımla bazen eski karımı ziyarete gidiyoruz, o şu an 80 yaşında; oğlumla aynı yaştayız, ona babalık mı edeyim arkadaşlık mı bilemiyorum.’ Bir Beckett romanında ya da Mark Twain romanında ya da Oscar Wilde şiirinde ya da İnosco oyununda gibi hissediyoruz kendimizi. O inanmış bedenler aynı ifadelerle hiç olmayan bir önceki hayatı anlatıyorlar. Uçurucu.  

11 Nisan 2011 Pazartesi

Film-Kerem Topuz

Kerem Topuz’un ilk uzun şeyli filmi “Film”, festival sayesinde tarafımızca az önce izlendi. (Kerem Topuz’un camiamızca daha önce Luindigirra Dergisi aracılığıyla tanındığını ekleyelim.) Bağımsız sinema kategorisinde değerlendirilecek filmde Kemal Mutlu isimli çaylak yönetmen sürekli film çekerken eve bir gün ansızın İzzet gelir. İzzet, Kemal’in ev arkadaşının arkadaşıdır. Kemal’in ev arkadaşının arkadaşı pek sessiz sakin ve çekingen olduğu için adını anmaya değer görmüyoruz.  İzzet hapisten yeni çıkmış martavalları ile gönülleri şenlendiren bir tiptir. İzzet’in gelişi ile zaten filme başlamış olan Kemal İzzet’in şaşkınlığına rağmen çekimi sürdürür. İzzet hapishane anılarını ve gelecekteki planlarını diğer iki kahramanı ve seyirciyi neşelendirerek anlatmaya koyulur. İş teoride kalmaz. Alkolün ve hapların etkisiyle pratiğe dökülür. Kemal ve İzzet kendilerini dışarı atarak çekimlere dışarıda devam ederler. Ve sonunda bir gece kulübünü basarak oradan bir kadın kaçırıp eve getiriler. Gelişen olaylar yerini sonuca ve drama bırakmaya başlar. Birileri ölür.

Kurmaca ile doğaçlamanın karıştığı yerlerde seyircinin de kafası karışır. Yönetmenin de film sonrası açıklamasından anladığımız kadarıyla bir çok diyalog spontane gelişmiştir. Özellikle İzzet rolünü oynayan Özgür Emre Yıldırım’ın fizyonomisi ve yeteneği bal gibi damlar kalbe. Ortalama bir suçluyu mükemmel seviyede yansıtır Yıldırım. Diğer oyuncuların da ondan eksik yanı kalır yoktur doğrusu.

Kemal, filmi aynı zamanda suça sürükleyecek fikrin babasıdır. Kemal’in düşüncesine göre “her insan zaten bir oyuncudur”. Olaylara müdahale etmemek ve seyirciye yansıtmak gerekmektedir. Kemal bu düşünceleriyle filmin anti kahramanıdır. Olayların kontrolden çıkmasına izin verir. Bununla birlikte “yönetmenlik” statüsünü de İzzet’e kaptırır. Elinde silah olan İzzet yönetmen Kemal’i de yönlendirmeye başlar.
Film içinde film. Uçuran şeyler bunlar. 

FİLM | Yönetmen: Kerem Topuz / Oyuncular: Öznur Kula, Özgür Emre Yıldırım, İlker Savaşkurt / Türkiye / 2011 / 35 mm / Renkli / 87’ / Türkçe; İngilizce altyazılı

Film, sıradan hayatlarının rutin gidişatını kabullenmiş, geçmişlerini pek kurcalamayan iki ev arkadaşının geleceğinin bir gece ansızın çalan kapıyla nasıl değiştiğini anlatan bir aksiyon-gerilim. Film çekme hevesiyle amatör bir kamera alan Kemal Mutlu, durmadan çekimler yapmaktadır. Bir gün aynı evi paylaştığı Nuri’nin arkadaşı İzzet çat kapı geliverir. Kemal, sempatik görüntüsünün altında tam bir psikopat olan İzzet’i ilginç bulup hayatını filme almaya karar verir. Bu arada, İzzet, alınmadıkları bir barda olay çıkartır ve oyuncu Öznur Kula’yı rehin alır. Kemal aradığı kadın oyuncuyu da bulmuştur ama filmi hiç beklemediği bir yönde ilerler. (http://film.iksv.org/tr/film/49)


8 Nisan 2011 Cuma

Buz Sesi – Le Bruit Des Glaçons

Tipik halüsinasyon filmlerini andırsa da Buz Sesi’ni ayrı kılan iki şey var: Şizofrenliği olması gerektiği gibi komikleştirmesi ve oyuncuların ara sıra kameraya bakarak uyguladığı özfarkındalık.  Alkol bağımlısı yazar, karısı tarafından terk edilince bir köy evinde hizmetçisi ile birlikte yaşamaya devam ediyor. Sonra bir gün –filmin en başında- “Merhaba ben sizin kanserinizim, beni sadece siz ve sizi gerçekten sevenler görebilir” diye adamın hayatına giriyor. (Kanseri biz de gördüğümüze göre biz de esas oğlanı seviyoruz demektir. Öyle olmak zorunda değil mi?) Filmi bana sevimli gösteren şey (ki hiçbir yenilik barındırmamasına rağmen) kolaj, geriye dönüş, öznelerarası anlatım gibi şeylerin aynı anda denenmiş olması.  Sık sık zaman ve mekândan kopuş yaşıyoruz. Üstelik kopuşu sadece seyirci değil, beyin tümörü kanseri, adam, meme kanseri, kadın hep beraber de yaşıyoruz. Onlara yaşatılana da şahit oluyoruz. Onlar da seyirciye şahit oluyor. 1939 doğumlu Bertnard Blier, yaşı dikkate alındığında oldukça genç bir film yapmış. Ama yeterince genç değil. Nihayetinde alkolik yazar ile meme kanseri hizmetçinin kanserlerini yenişine ya da aşk karşısında kanserlerine yenilişine tanık oluyoruz. Filmden bir 
laf kopartarak veda edelim: “Hiçbir şaka komik değildir.”

BUZ SESİ | Yönetmen Bertrand Blier / Oyuncular Jean Dujardin, Albert Dupontel, Anne Alvaro / Fransa / 2010 / 35 mm / Renkli / 87’ / Fransızca; Türkçe 
altyazılı


2010 Venedik Venice Avrupa Sinemaları-En İyi Avrupa Filmi

Bu, kanserin şahsen ziyaret ettiği bir adamın hikâyesi. “Merhaba” der kanser, “Ben senin kanserinim, birbirimizi tanımamızın iyi olacağını düşündüm...” Kötü bir şaka gibi gözükse de şaka değil. Kanser adamın evine taşınır. “Öldür onu!” Adamın aklına gelen ilk tepki budur; “Ne kadar arkadaş canlısı olsa da şu aptal kanseri öldür. Damdan aşağı at!” Ama kanser ölümsüzdür. Her seferinde kalkar ve adama yapışır. Bir başka tabuyla olağandışı bir biçimde uğraşan karadan da kara bir komedi... (http://film.iksv.org/tr/film/92)

3 Nisan 2011 Pazar

Polonya Yapımı-Made In Poland

İstanbul Film Festivalinde ikinci gülü de geride bıraktık. Festival kapsamında gittiğim filmlerden anladığım kadarıyla kötü film uğramamış/uğramayacak festivale.  Bu çok iyi. Yönetmenliğini Przemyslaw Wojcieszek’in yaptığı Polonya Yapımı (Made In Poland) adlı film beni hayli keyiflendirdi. Yönetmenin adını ben de copy paste yaparak yazdım panik yapmayın gençler. Yazılışını ve okunuşunu ezberlemek zorunda kalacağımız bir yönetmen geliyor ama. Filmin öyküsü çok basit. Sistemin kafasını bozduğu adamlardan biri olan Bogus (Piotr Waver Jr) bir sabah kalkar ve alnına Fuck Off yazılı bir dövme yaptırır. Eline geçirdiği sopayla etrafı kırıp dökmeye başlar.  Büyük bir zevkle otoparktaki arabaların camlarını yere indirir, kaportalara şiddetin neşesini nakşeder. Nitekim arabalardan biri mafya babasına ait olması ve arabalarının masraflarını talep eden mafyaya karşı savaşırken eski edebiyat öğretmeni bir şairden yardım istemek zorunda kalması olayı renklendirecektir. Alışveriş merkezlerindeki ayinden sonra kiliseye gelip günah çıkaran yavşak bilinç, kahramanımızı adeta çığırından çıkarır. Apartmanların önünde “devrim” diye bağırır. İsyan (!) sırasında karşısına ilk çıkan insanın ceza kanununu ezbere bilen tekerlekli sandalyeye mahkûm bir insanın olması ise hayli şaşırtıcı değildir. Kahraman ilk etapta bu yaralı ve sakat yasaya eziyet etse de daha sonra onu yanına alacaktır. Hatta filmin sonun doğru tek yoldaşının bu yaralı yasa’nın olduğuna şahit olacağızdır. Kahramanın diğer arkadaşı ise eski edebiyat öğretmeni şairdir. Şair, hayattaki tüm sorunların çözümünü şiirde arayan bir salaktır. Alkolik olduğu için karısı tarafından terk edilmiş bu şair, kahramanımıza şiirle değil, yumrukları ve sahafiye değeri olan plaklarıyla katkıda bulunacaktır.

Polonya Yapımı renkli, hoş, deneysel bir kara mizah filmi. Çekim teknikleri bakımından da göz dolduruyor. Parçalı ve düzensiz bir anlatım var. Siyah beyaz ve kırmızı renklerde çekim yapılmış. Geçişler arasında maddeler halinde sıralanan manifesto gibi şeyler de hayli düşündürücü. Kahramanla empati kurmamak mümkün değil. Buna hem fizyonomosi hem de oyunculuğu müsait.

Yönetmenin de iştirak ettiği gösterimde yönetmene bir soru da ben sordum: Ceza kanunun ezbere bilen bir sakat vatandaş ile Kafka arasında bağlantı kurabilir miyiz diye. Güzel cevap verdi. Grotesk bir tekniği olduğunu ve Kafka’nın kahramanlarıyla bağdaştırabileceğimizi söyledi. Daha başka hoş şeyler de söyledi de unuttum.

Nihayet, filmin bir gösterimi daha var. İlk iki günlük izlenimlerimden anladığım kadarıyla bu film kaçırılmaması gereken ve festival filmi özellikleri gösteren bir festival filmi.


POLONYA YAPIMI | Yönetmen: Przemyslaw Wojcieszek / Oyuncular: Piotr Waver Jr, Janusz Chaior, Przemyslaw Bluszcz / Polonya / 2010 / 35 mm / Siyah-Beyaz ve Kırmızı / 90’ / Lehçe; İngilizce ve Türkçe altyazılı
2010 Era New Horizons Festival (Polonya) En İyi Yeni Polonya Filmi 
Kendine “Canon 5D MKII ile kuşanmış bir asker” diyen yönetmen Wojcieszek, ülkesinin siyasi, dini ve sosyal tutumlarının punk-rock bir eleştirisi olan kendi oyununu sinemaya uyarladı. The Clash, Sex Pistols ve Massive Attack’ten şarkılar eşliğinde akan film, bir zamanlar rahibin yardımcısı olan on altı yaşındaki lise terk Bogus’u izler. Bogus bir sabah uyandığında alnına “Siktir Git” dövmesi yapar, tanrıya karşı hayal kırıklığı içinde etrafı kırıp döker, kendini sisteme satan “fahişelere” karşı kendi devrimini başlatır. (
http://film.iksv.org/tr/film/173)

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...