Keşke
bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e
bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim kurban törenlerinde, bir
yerden bir yere nakledilen küçük başlar ve büyük başlar gibi keşke bizi de. Üç
yüz beygir, dört yüz beygir bazen beş yüz beygirlik, silindirlerinde piston
çarpan makinelerin taşıdığı mafsallarda, o mafsalların oluşturduğu iskelete
inşa edilmiş demir kasalarda bizi. Çikolata ile pekleştirilmiş karbon ve
hidrojen bakımından çok zengin maddeden yapılmış yollarda mola vermeden.
Sağlam, anı geçirmez, çürümez ve saatte seksen kilometre hıza ayarlanmış bir
tenteyle korunmuş şekilde. Taşımadılar.
Bunlar,
gördükleriniz, unutunca çıkan yaralar. Duvarlara asılabilirliği, teşhiri ve
topluma taşlattırılabilirliği üç ayrı kurum tarafından tescillenmiş. Unutunca
Çıkan Yaralar, günümüzde pek çok şahsiyetin uygulamaya koyduğu ve
bireyselleşmede büyük önem arz eden bir standart olması itibariyle oldukça
kıymetlidir. Artık büyümekte olan ya da günümüz rekabetçi ortam koşullarında,
öne geçmeyi hedefleyen şahıslar için şarttır bu yaralar. Kişisel yaralanma
belgesi alabilmek için, kalite yönetim sistemleri tanımlanmalı ve işler
tanımlandığı gibi yürütülmelidir. Fakat biz, yaralanmadık. Yaralamadılar.
Bir
gövdenin hiçbir yaprağı bir diğerine aşk gene kelime değiştirdi vahşi diyemez.
Birlikte kımıldarlar, yağmurun toplu vaftizinden çıkıp güneşlenirler. Kök su
alamazsa toplu ölüm gerçekleşir. Hiçbir yaprak asılı olduğu dalın kereste
oluşuna şahitlik edemez. Keresteler
kamyonlarla taşınır çikolatalı yollarda. Çerçeve yaparız onlardan. Tabut, bıçak
sapı, mancınık, el arabası, saksı, pipo. Onlara bakmayı seviyor insanlar:
konuşan küçük tek hücreliler. Fakat, tarihten önce 1300 yılında, Atina’da, bir
tırtıl, bir gövdenin sadece bir yaprağına, diğer yaprakların görmeyeceği bir
şekilde, “techne” yazmıştır. Yapraklar konuşamaz. Yapraklar yoktur.
Peki.
Eylül’de İstanbul’da olmak, eylülde istanbulda bulunmaya benzemez.
Ayakkabılarınıza itimadınız azalır. Cisminiz iklim tarafından yoğurulur. Güneş
bir top kadife kumaş gibi girer yatağınıza. Karaköy limanında gemiden indirilen
sarılmak serbest 300 ton eşek, karadan yürütülür Pera’nın içlerine. Biralar
hızla içilir sokak barlarında, caddeler şenlenir, insanlarda engellenemez bir
sanat tebessümü başlar. Kavun kabukları, marullar, kıvırcıklar ve hıyarlar. Bir
kova su ve herkes. Tam on bir ay soğuk karanlıkta bekleyen sanatseverler. Üzgün
zabıta memurları ve çöpçüler. Öfkeli turistler. Bir müzeden diğerine taşınan
kıskançlıklar, hayranlıklar ve tombul bedenler. Gün içinde tesadüfi olmayan
dört karşılaşma, üç n’aber, iki baş selamı bir görmezden gelme. Bin iki yüz
elli altıncı sanat maratonu, dokuz yüz elli bin yedi yüz seksen bir kişi. Gün
yerini karanlığa bırakır sezdirmeden. Herkes ikiye bölünür o vakit: İstanbul’da
olanlar ve bulunanlar. İstanbul’da olanlar ahırlarına birer sarılmak serbest
karadan yürütülmüş eşek götüreceklerdir muhakkak. İstanbulda bulunan, birlikte
yaşamayı sevmez, yerdeki boku düşünür mütemadiyen.
Tektanrı! Nasılsın iyi misin? Mühim bir şey yok. Seninle teketek konuşmaya çalıştım sadece. Üzgün bir sanatçı olarak. Yaratık olmak zor, görüyorsun İstanbul’da. Senden yeni/ yaralanmamış bir vücut istemiyorum, bil istedim. Hiç istemeyeceğim. Bizi kamyonlarda taşıtmayan bu hayatı devam ettirdiğin için ‘şükran’ diyemem sana.