Bu Blogda Ara

8 Haziran 2024 Cumartesi

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim kurban törenlerinde, bir yerden bir yere nakledilen küçük başlar ve büyük başlar gibi keşke bizi de. Üç yüz beygir, dört yüz beygir bazen beş yüz beygirlik, silindirlerinde piston çarpan makinelerin taşıdığı mafsallarda, o mafsalların oluşturduğu iskelete inşa edilmiş demir kasalarda bizi. Çikolata ile pekleştirilmiş karbon ve hidrojen bakımından çok zengin maddeden yapılmış yollarda mola vermeden. Sağlam, anı geçirmez, çürümez ve saatte seksen kilometre hıza ayarlanmış bir tenteyle korunmuş şekilde. Taşımadılar.

Bunlar, gördükleriniz, unutunca çıkan yaralar. Duvarlara asılabilirliği, teşhiri ve topluma taşlattırılabilirliği üç ayrı kurum tarafından tescillenmiş. Unutunca Çıkan Yaralar, günümüzde pek çok şahsiyetin uygulamaya koyduğu ve bireyselleşmede büyük önem arz eden bir standart olması itibariyle oldukça kıymetlidir. Artık büyümekte olan ya da günümüz rekabetçi ortam koşullarında, öne geçmeyi hedefleyen şahıslar için şarttır bu yaralar. Kişisel yaralanma belgesi alabilmek için, kalite yönetim sistemleri tanımlanmalı ve işler tanımlandığı gibi yürütülmelidir. Fakat biz, yaralanmadık. Yaralamadılar.

Bir gövdenin hiçbir yaprağı bir diğerine aşk gene kelime değiştirdi vahşi diyemez. Birlikte kımıldarlar, yağmurun toplu vaftizinden çıkıp güneşlenirler. Kök su alamazsa toplu ölüm gerçekleşir. Hiçbir yaprak asılı olduğu dalın kereste oluşuna şahitlik edemez.  Keresteler kamyonlarla taşınır çikolatalı yollarda. Çerçeve yaparız onlardan. Tabut, bıçak sapı, mancınık, el arabası, saksı, pipo. Onlara bakmayı seviyor insanlar: konuşan küçük tek hücreliler. Fakat, tarihten önce 1300 yılında, Atina’da, bir tırtıl, bir gövdenin sadece bir yaprağına, diğer yaprakların görmeyeceği bir şekilde, “techne” yazmıştır. Yapraklar konuşamaz. Yapraklar yoktur.

Peki. Eylül’de İstanbul’da olmak, eylülde istanbulda bulunmaya benzemez. Ayakkabılarınıza itimadınız azalır. Cisminiz iklim tarafından yoğurulur. Güneş bir top kadife kumaş gibi girer yatağınıza. Karaköy limanında gemiden indirilen sarılmak serbest 300 ton eşek, karadan yürütülür Pera’nın içlerine. Biralar hızla içilir sokak barlarında, caddeler şenlenir, insanlarda engellenemez bir sanat tebessümü başlar. Kavun kabukları, marullar, kıvırcıklar ve hıyarlar. Bir kova su ve herkes. Tam on bir ay soğuk karanlıkta bekleyen sanatseverler. Üzgün zabıta memurları ve çöpçüler. Öfkeli turistler. Bir müzeden diğerine taşınan kıskançlıklar, hayranlıklar ve tombul bedenler. Gün içinde tesadüfi olmayan dört karşılaşma, üç n’aber, iki baş selamı bir görmezden gelme. Bin iki yüz elli altıncı sanat maratonu, dokuz yüz elli bin yedi yüz seksen bir kişi. Gün yerini karanlığa bırakır sezdirmeden. Herkes ikiye bölünür o vakit: İstanbul’da olanlar ve bulunanlar. İstanbul’da olanlar ahırlarına birer sarılmak serbest karadan yürütülmüş eşek götüreceklerdir muhakkak. İstanbulda bulunan, birlikte yaşamayı sevmez, yerdeki boku düşünür mütemadiyen.

Tektanrı! Nasılsın iyi misin? Mühim bir şey yok. Seninle teketek konuşmaya çalıştım sadece. Üzgün bir sanatçı olarak. Yaratık olmak zor, görüyorsun İstanbul’da. Senden yeni/ yaralanmamış bir vücut istemiyorum, bil istedim. Hiç istemeyeceğim. Bizi kamyonlarda taşıtmayan bu hayatı devam ettirdiğin için ‘şükran’ diyemem sana.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim ku...