Bu Blogda Ara

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Mephisto'dan Kaldırdığım Kızın Capsleri


Sonra Mephisto’ya uğrayayım dedim aabi. Gözümde Issız Adam’ın taktığı gözlükten yoktu. Zuhahaha. İyi dinle iyi, dikkatini bana ver! Lavukluk yapma! Ya bırak çayını karıştırmayı! Gel seni oraya götüreyim. İçinden bi Hotel California çalıştır. Bob Marley söylesin. Hatta bu parça kitapçıya girdiğimizde çalıyor olsun ve müzik bitince anlatacaklarım da bitmiş olsun. BU ANLATTIKLARIMI SENARYO OLARAK KULANACAĞINI NERDEN BİLEYİM. 

İnce bir gündü. Çok ince. İnce, sarı, zamandan malulen emekli olmak üzere olan bir gündü. Borçların, hacizlerin ve bütün rezilliklerin arasından sıyrılıp kendimi kitapçıya attım. Malum müzik çalıyordu. Müzik olmaktan kurtulamamış ki kurtulsa bile başka bir şey olamayacak bir müzik çalıyordu. Tiyatro reyonuna doğru ilerlediğimde daha önce başka bir öykümde de tasvir etmiş olduğum kız öylece (buraya fiil)… Bana bakışı herhangi bir insanın herhangi bir insana bakışı gibi olunca acayip sinir yaptım. Öyle bi sinir ki kendimi teravihte gibi hissettim. Sen de bilirsin ki bu damından düştüğümün dünyasında en sağlam kızlar tiyatro ve parapsikoloji raflarında yetişirler. Hiç tereddüt etmeden yanına yaklaştım ve teravihten sonra beraber dua etmeye gidelim mi dedim. Ben atayizim yakışıklı. Namazımı kılıp çıkıcam. Duaya inanmam. Çok kırılmıştım. İçinde bulunduğumuz dev kitapçının hiçbir kitabında benim bu kırgınlığıma anlam verecek bir yazar tasavvur edemiyordum. Böyle bir kırgınlık hiçbir yazar tarafından anlatılamazdı. Peki öyleyse iyi okumalar diyip arkalara, hani kitapçılarda şiir reyonunun olduğu, gizli, ulaşılmaz, özel yere doğru ilerledim. Cahit Zarifoğlu’nun kitabının arkasını çevirdim. Vücudumu sağ arka köşeden bana bakan kamera ile kitabın arasına siper ettikten sonra arkadaki alarmı söktüm ve kitabı çantama attım. Reyonlarından arasından gizlice atayize doğru baktım. Hala tiyatro reyonundaydı. Yanında birkaç lavuk daha vardı. Ona asılıyorlardı sanırım. Bir iki dakika daha bekledim ve ortam tenhalaştı. Bütün cesaretimi toplayıp ona doğru ilerledim. Elimdeki yapışkanlı alarmı bir kuyumcu hassasiyetiyle çantasının görünmeyen yerine yapıştırdım. Ona çarpar gibi yapınca bana baktı. Herhangi bir insanın herhangi bir insana baktığı gibi baktı. Pardon dedim, çok özür dilerim biraz alkollüyüm de. Size çarptığım için beni affeder misiniz? Yok önemli değil. Bi şeyler içelim mi? Çok sağ olun ben orucum dedim. İyi okumalar. Onunla yatmak istiyordum. Onun güzelliği toplum nezdinde benim için çok önemliydi. Hani ıssız bi dağ başında kalsak güzelliğini benden başkası göremeyeceği için bi boka yaramayacaktı. Fakat burası kalabalıktı. Bu güzel kadın her an yanımda, benim onun güzelliğiyle artizlik taslamamı sağlayan bir konumda olmalıydı. Kasaya yakın bi yerde yeni çıkmış kitaplara bakar gibi yapıp olacakları beklemeye başladım. Daha önceki öykümde güzelliğini ayrıntılı bi şekilde açıkladığım kız hiçbi kitap almadan güvenlik cihazına doğru (buraya fiil)… 

Ses kalbimden çıkarsa diye düşünüp kalbimi tıkadım. Tam çıkarken cihaz acıyla bağırmaya başladı. Görevliler kızın çantasını çıkarıp aradılar. Olmadı. Elbiselerini çıkarıp her bir yerini araştırdılar. Çırılçıplak kalmıştı. Kitabı yutmuş olabileceği sanrısıyla oracıkta yatırıp ameliyat ettiler. Bağırsakları çok güzeldi. Çalınan kitap bulunamayınca kadavrayı tekrar diriltip ruh üflediler. Terzi geldi elbise giydirdi. Bi an göz göze geldik. Herhangi bir hayvanın herhangi bir hayvanla göz göze gelişi gibi. Çılgın hüzünlü. Bana doğru yaklaştı. Her şey normale dönmüştü. Kız temiz çıkmıştı. Kasadan bekâret raporları alındı verildi. Kitabımı alabilir miyim. Kitaba inanıyor musun dedim. Evet. Çantadaki alarmı söküp iyice yuvarladıktan sonra rafın arasına attım. Çıktık. 

20 Temmuz 2012 Cuma

Süs Eşekleri Ve Süs Eşekliği Üzerine



Sanayi Devrimi bizim köyde 1983-1984 civarı oluyor sanırım: Elektrik geliyor. (Yanlış hatırlamıyorsam su 2001’de gelmişti.) Traktör denen şey de yine aynı tarihlerde yavaş yavaş köye giriş yapmış. Tarımla geçinen bizimkiler, traktör çıktıktan sonra ne hikmetse eşekleri doğaya saldılar. Eşeklerle kurdukları hukuk birden ortadan kayboldu. Bunu bir nebze anlayabiliyorum. Fakat benim anlamadığım şey, traktörü olduğu halde eşeklerini hâlâ besleyen, onlara bir nevi süs hayvanı muamelesi yapan şahıslar. Ben bunlara süs eşeği diyorum. Bu durumu açacağım. Fakat öncesinde eşeklerle ilgili hem bilgi vereyim hem de şahsi deneyimlerimi aktarayım.

Benim hiç eşeğim olmadı. Kendimi bildim bileli traktör kullanıyorum. Önceleri Başak 12’imiz vardı. Sonra Massey Ferguson 255 aldık. O sıralar kaysı değerliydi tabii. Sene 1991, ben 7 yaşındayım. Bir senelik mahsul ile bir traktör alınabiliyordu. Traktörü olmayan köylüler eşek kullanmaya devam ediyorlardı. Genelde beyaz renkli eşeklerdi bunlar. Biz çocukları “seni eşeğe bindireyim mi” diyerek mutlu eden insanlarla doluydu etraf. Suya giderken eşeğe bindirildim. Bindiğim yere palan deniyor. Bir de keşkere var: Sağlı sollu yük taşımak için. Fakat bunların hiç önemi yok. Bunları bilsek ne olur bilmesek ne? Gerçeklere yaklaşmadık bile. Eşeklerin taşıdığı onca yüke rağmen sürekli sopa yemelerini, acı anırışlarını, düşünceli surat yapılarını, öldükten sonra çaya bırakıldığını ve leş koktuğunu anlatmadım bile. Eşekler Anadolu’da hiçbir zaman hayvandan sayılmadı. Tecavüze uğradılar, dayak yediler, kapatıldılar, köle gibi kullanıldılar. Kedilerin ve köpeklerin şımartılması, sevilip-sayılması karşısında kahroldular.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

İçimden Sesleniyorum: Kimsin?



ölünce müzik olucaz diye bağıran bir sağır
|bunu ilk müsveddeye sığdıramamıştım|
hanginize sağlık getirmez
internetin kesik olma ihtimalinin
suyun kesik olma ihtimalinden korkunç karşılandığı
kırda çiçekler böcek açarken
annelerin çocukları severken çıkardığı renk hatırlatıyor
|bir sağırın sağır olduğu kulaklarından değil
gözlerinden anlaşılır|
                      anlaşılıyor mu

cihat duman kendi durumu hakkında yorum yaptı
|ağlayınca kan kaybediyorum|
cihat duman bunu beğendi
yalnızlık bu değil işte
şur’da bi şehit cenazesi  olacaktı
politik bir mesaj verme kaygısıyla
dilimi koparıp kulaklarıma tıktım
insan mezarlığı diye bişey yok
bitki hakları adında bi kızkardeşim var
çiçekçiden parayla alıp ısırıyorum
buna çiçek dediniz
sıcak odadan soğuk odaya geçerken
ceset sizin neyiniz olursa
az önce bankamatikten canlı çekmiş
                                                          onu
nerenizde saklıyorsanız

bur’da biterse bitmemiş bi filmin galasını
kefenimizle kutlayacağız
bayrak tutsakları tarihi bizi korkunçlu karı gibi kokacak
ama ellerin bir çamaşırı yıkıyor gibi mutlu
doğuştan ölü olduğu için
en iyi yardımcı kürd oyuncu ödülü aldı
duymak istemiyorum
doğuştan felç ve liberal
paranın da kalbi var
gözleri ve düşünüş şekli
o kocaman yalnızlığı
                                                           evsizliği
bir yastıkta beraber uyuyacak kimsesizliği
düşünmekten kahrolan beyni var
benzerinden bıkamayışlığı
elle teması ve el bilgisi
kendisine acıyacak kimsesizliği
                                  kimsesizliği
durduğu yerde ağlamaya çalışması fakat
ağlayamaması ve kanı var
duymak istemiyorum
paranın kurşunca tanımlanması
ölememesi var
süt içemeyişi ve çiçeklere bakamayışı
                                                    çokluğu
|dudak nedir mesela
hayvanlaşmak nedir
kaburgada kırık
                    facebookta lirik
                                          rüyada yarık|

ekmekleri durdurun
bir kurşunun havada çünkü duruşu gibi
ekmekler durdurulursa kimse aç kalmaz
fazla böbreğini satıp iphone alan uzak doğulu gençler için
söylemiyorum
duymak istemiyorum


Cihat Duman

1 Temmuz 2012 Pazar

Onca Yoksulluk Varken






Dildeki zehri fark eder etmez metni terk edemiyorum. Kurmaca, zaten başlı başına ters yüz eden bir evren. Bir de üstelik zehirli bir dil kullanılmışsa yazarın dil dağarcığı, okurun dil dağarcığıyla boğuşma halinde kalır. Bunun bir sonu yok. Kazanan ve kaybeden kayıptır. Alışılagelmişi sarsan, kesinliği olmayan, anlamı parçalı halde ileten veya iletmeye niyeti olmadığını belli eden yazarlar vardır: Beckett, Salinger, Refik Halid Karay, Oğuz Atay, Kurt Vonnegut, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi. İşte bu yazıyı yazdıran Emile Ajar’ın Onca Yoksulluk Varken[1] kitabı, yukarıda bahsettiğim anlamda beni zehirleyen bir kitap oldu. Metinle kurduğum ilişkinin yanı sıra Emile Ajar’ın okuduğum diğer zehirlilerle olan ortak yönleri ve ayırt edici özellikleri beni etkiledi.
Serbest dolaylı anlatımın birinci tekil şahsın ağzından anlatıldığı türü etkileyicidir (buna serbest dolaysız anlatım diyelim). Fakat burada anlatımın gücüne güç katan ikinci bir etken daha var: Kitabın künyesinde yazar olarak gözüken Emile Ajar’ın da kurmaca olması. Çünkü Emile Ajar, Romain Gary’nin müstear adı. Hani şu Godard’ın ünlü Serseri Âşıklar (À bout de souffle- 1960) filminde kalpleri mengeneye alan Jean Seberg’in kocası. Ki kendisi Seberg’in intiharından üç yıl sonra bıraktığı intihar notunda “İntiharımın Seberg’le bir ilgisi yoktur.” diyebilmiştir (son cümlemdeki Ece Ayhan etkili kan bilerek akıtıldı). Barthesçı bir “Yazarın Ölümü” burada tüm mecazlarından iki kere -hem müstearla yazarak adı yok etmek, hem de bedensel intihar ile dünyaya son vermek- gerçekleşiyor.  
Ölü bir orospunun oğlu olan Momo (13), kendi ağzından başından geçenleri anlatmaktadır. Momo, fahişelerin doğum yapmasının yasak olduğu Fransa’da yanlışlıkla doğan orospu çocuklarına bakıcılık yapan Madam Rosa’nın evinde diğer orospu çocukları ile birlikte kalmaktadır. Rosa, eski orospulardandır ve olayın geçtiği zamanlarda hasta ve yaşlıdır. Momo, zamanla annesinin ölümü ile gerçeği öğrenir. Ayrıca babasının çıkıp gelmesi onu hiç şaşırtmaz. Hatta hesaplaşma gereği bile doğmaz. Çünkü Momo, yersiz yurtsuzdur. Uzun uzun anlatmak yerine deliller eşliğinde haz ve ibret ile ilerlemek gerekiyor. Aşağıda romandan bazı bölümler benim ekleyeceğim şerhler ile birlikte verilecektir:

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim ku...