Bu Blogda Ara

2 Eylül 2019 Pazartesi

Yayıncılar Edebiyatı Katlediyor-1


En baştan alalım çünkü kitabın ortasından konuşunca fikirleri serdetme yeteneğime geliştirdiğiniz kıskançlıktan hasıl olan ihtirasla bezeli bir tür nefret geliştiriyorsunuz. Edebiyat nedir? Yazar olmak ne anlama gelir? Yayınevleri ne işe yarar? Bu sorulara eğer cevap verebilirsek sizi neden küçümsediğimizi de anlayabilirsiniz kanısındayım. Gördüğünüz üzere on yıllık bir problemi de burada çözmüş olacağız: Anlaşılmamak, seviyelerine inememek, dert anlatamamak.
Önce kurum meselesini masaya yatıralım. Bu işimizi kolaylaştırır. İçinde bulunduğumuz kurumlar şunlardır: Devlet, hükümet, siyasi partiler, bakanlık, müdürlük, meslek birliği, aile, akrabalık, sevgililik, arkadaşlık, şirketler (yayınevleri, maaş aldığımız firmalar) vs. Bir de kendi kurduğumuz kurumlar var: WhatsApp grupları, dergiler, sürekli iştigal ettiğimiz arkadaşlar, inisiyatifler vs. Birey olarak bazılarımız bu kurumlara mesafeli olabilir, hatta bu kurumları takmayabilir. Ailesini reddedebilir, devletin bir vatandaşı olduğu için sürekli melankolik halde olabilir, maaş aldığı kurumdan ötürü utanç içinde yaşayabilir. Herkes kurumları içselleştiremez, böyle bir zorunluluk da yoktur zaten.

Edip dediğimiz kişi ise sıradan insanlar gibi yaklaşmaz topluma, kurumlara, ilişkilere. Onun başta dil olmak üzere; kurumlarla, ideolojilerle, klişeyle, içerikle, vezinle, kenar boşluklarıyla, yazı karakteriyle, geçmiş ediplerle, eski düşünürlerle, güzellikle, edeple, muaşeretle, dinle, kültürle, cinsellikle, zulümle, siyasi iktidarla, kendi iktidarıyla meselesi vardır. Az önce değindiğim ayrımdan edip ile sıradan insanın kurumlara yaklaşım biçimini tahmin etmişsinizdir umarım. Biraz örnek verecek olursak. Yahya Kemal’in bu kurumlardan devletle iki kaşık gibi iç içe olduğunu aktarır bize Ece Ayhan, bir şiirinde. Bu Yahya Kemal’i normal insan yapmaz, kendisi ediptir, şairidir. Bu yargı Ece Ayhan’ı tanımlar. Ayhan rahatsız bir ediptir. Yahya Kemal’in devletin yüksek memuriyet imkanlarını kullanıp geçimini bundan sağlama rahatlığı ile şiir yazmasını eleştirmektedir. Yahya Kemal ise edebiyat tarihi ile, eski edebiyat ile kafayı bozmuştur. Risk alıp yeni şeyler yapmıştır. Gördüğünüz üzere bu iki şair de sırdan insan değildir. Sıradan insanları aşağılamak için yazmıyorum bunları, onların da duyguları var, okumaları ve yazmaları var, hatta hiçbir eser neşretmemiş mükemmel okurlar bile var Anadolu’da. Muhtemelen de ortaya çıkmadan ayrılacaklar aramızdan. Allah şimdiden rahmet eylesin onlara.


Çok hızlı ilerledik, “biz” diyebileceğimiz bir seviyeye ulaştık. Biz sıradan olmayan insanların, yazdıklarından dolayı bazen kurumlarla ilişkisi olabilir. Bu kurumlar; internet siteleri, dergiler, yayınevleri, hatta, sosyal medya hesaplarımızdır. Küçümsemeyelim, Facebook’tan bir sürü okura ulaşan yazarlar yok değil. Edebiyatın kendisi bir kurum olmamasına rağmen görüyorsunuz, bir şekilde yeni kurumlara doğru bizi itekleyebiliyor. İşte problem de burada başlıyor. Kültür endüstrisi, hegemonya, rekabet alanı diye de tanımlanan bu ortamı biz düğün salonu örneği üzerinden açabiliriz. Türkiye’de edebiyat ortamı bir taşra düğün organizasyonuna dönmüştür ve bunun telafisi maalesef mümkün değildir. Evvela bir sahne vardır ve oraya çıkmaya çalışılır, kalitesiz pastalar bize yedirilmeye çalışılır, yüzlerde riyakâr bir sırıtış vardır. Kız tarafı ve erkek tarafı şeklinde çeteleşmeler mevcuttur. Ve herkes süslüdür, kelimeleri bile süslerler. Ve bu düğün, diğer tüm düğünlerle aynıdır, hiçbirinde damat soyunmaz. Örneği süsleyip mide bulandırmaya gerek yok. Neyin neye benzediğini anladınız. Bazılarına para takılır bazılarının şıklığı övülür bazıları kıskanır ve genellikle ortaya çıksın çıkmasın bir kavga vardır. Kişilerin bu kavga ortaya çıkmasın diye kendilerini yırttığını çoğu kez görürüz. Gecenin sonunda düğün salonu sessizliğe gömülür. Yeni müşterilerini bekler. İnsanlar evlerine dağılır başka düğünlere gidecekleri bir geleceğe doğru yelken açarlar zamanın rüzgârına karşı.  Eğer CD’si yapılmamış olsa kimse hatırlamaz bu geceyi.

Edebiyat ortamı bu hale geldi. Edipler yazmak değil yazar olmak istiyorlar. Fotoğraflarının ve videolarının ekranlarda, sayfalarda ve tüm yüzeylerde neşrini istiyorlar. Başrolde olmak istiyorlar sürekli. İçinde bulunduğu yayınevinin en çok satanı en çok saygı göreni ve bebişi olmak istiyorlar. Bu yüzden her yayınevini de beğenmiyorlar. İlk beşe girmiş bir yayınevi olsun istiyorlar. Kendi yazarlıklarının sürekli kurumlarca tasdik edilmesini ve bu tasdiknamenin toplumun göreceği bir yerde teşhirini arzu ediyorlar. Delirmiş durumdalar fakat farkında değiller. Kuaförden gelinlikçiye, araba süslemeciden fotoğrafçıya çabucak gidilmesi gereken bir süreç onlar için yazarlık. Bu perişan hallerinin bizim tarafımızdan fark edilebileceğini kesinlikle akıllarına getirmiyorlar. Beyinsiz gibiler ama değiller, dikkatleri dağınık sadece, bu dağınıklık metinlerine de yansıyor. Nereden geldiler, nasıl motive oldular, neden başardılar? Boş boş konuşma kimden bahsediyorsan adını ver, hedefi göster, tedavi yöntemin varsa öner ve kaybol dediğinizi duyar gibi oluyorum yazının bu üçüncü dakikalarında. Olur.

Can Yayınları, Mevsim Yenice'nin Bilinmeyen Sular adlı kitabını bastı. Can’ın genç öykücülere yer açması elbette sevinç verici, derhal kitabı aldım eve getirdim. Bir iki gün sonra açtım okumaya başladım. Önce anlamadığımı, bazı sembolleri kaçırdığımı düşündüm. Sonra eleştirel bir kuvvetle nazarı dikkatimi tevdi edince öykülerin -mübalağa yok- bomboş olduğunu teessüfle fark ettim. Kitapta üçü uzun diğerleri 2-3 sayfa olmak üzere on öykü var. Ve ilk öykü haricinde (son öykü monolog) dokuz öyküde iki karakter var ve biri anlatıcı. Yani anlatıcı kahraman diğeri ile olan sıkıcı muhabbetini okura aktarıyor.  Öykülerde erkek, kadın, çocuk, yaşlı, hasta, sağlıklı işte ne kadar karakter varsa hepsi aynı dili konuşuyor. Bakın dikkatinizi çekerim, köpek, gay, evsiz, simitçi, Kürt, astronot, sakat demedim. Erkek, kadın, çocuk, yaşlı dedim. Buradan hesap edin işte öykülerin karakter yelpazesini. Birinin üslubunu diğerinden ayırt etmek neredeyse imkânsız. Hepsi usturuplu insanlar. Kimse alkol içmiyor, sigara içen karakter de muhabbet ettiği çocuk etkilenmesin diye tütün tabakasını cebinden çıkarmaktan vazgeçiyor. Ne hikmetse öykünün geri kalanında da sigara içmeyi unutuyor. Kimse kimseye bağırmıyor, herkes çok sakin. Seks yok, kaza yok, argo yok, beklenmedik hiçbir şey yok. Şu hayatta başımıza gelmeyen ne varsa Sayın Yenice onları bulup işlemiş on öykü boyunca. Öykülerin tamamı başladığı mekânda bitiyor yani tamamı neredeyse beş dakikalık bir olayı anlatıyor. Yazar, öykü ve roman arasındaki farklar dersine oldukça iyi çalışmış anlaşıldığı kadarıyla. Öykü, ilkokulda da bize öğretildiği gibi, roman kadar uzun olmayan, karakterlerin sınırlı, mekânın tek ve dar olduğu bir anlatım türüdür. Aynen. Mekân o kadar dar ki okurken boğulacak gibi oluyoruz. Bitsin de çıkalım bu metinden diye arka sayfaları yokluyoruz. Hele hele sürpriz sandığı sonlar yok mu yazarın, en pejmürde yerleri oralar öykülerde. Pes adlı öyküde odada televizyon izleyen partnerine bakıp düşünen kadın ilk tanıştıkları gün oynadıkları oyunu düşünür. Kocası babasının taklidini yapmaktadır deniz kenarında. Sonra bu oyunun bitmediğini, ikisinin de yıllarca birilerinin taklidini yaparak geçindiklerini, aralarının soğuduğunu, kim olduklarını unuttuğunu düşünür. Sonra adamla sohbet etmeye çalışır anlatıcı. Adam pijamalarını değiştirmek için içeri gider. Bitti sanır okur. Ama o da ne: Adam içeriden çıkar ve odaya gelip TV izlemeye devam eder. Bu sakilliği öykü diye vermek, ne bileyim. Açıp okursanız uzun uzun anlatmama gerek kalmaz. Bu ne olay ne durum öyküsü olan, bu pespayelik, zavallılık, diyecek bir şeyin olmaması, dilin israfı…   Birkaç gün bekledikten sonra çantama aldığım kitabı otobüste sondan başlayarak okumaya çalıştıysam da editörün muazzam çalışarak öyküleri iyiden kötüye mükemmel sıraladığını fark edip tövbe istiğfar ile kitabı tahliye ettim. Hemşire karakterinin darülacezeyi yaşlıya kendi evi gibi tanıtmasının öyküsü de muhteşem sürprizle biten öykülerden. Dakikalarca goygoy yapan hemşire yaşlıyı ikna eder. Huzurevi onun evi, müşteriler de misafirdir. Sonra birden aniden bir şey olur. Teyze der ki gitsinler sıkıldım. Hemşire de şöyle der içinden: “Keşke ben de buradan gitsem, bıktım hizmetçilikten.” Hele bir “su bize inat akmaya devam ediyordu” şeklinde bitiş var ki 40 Saniye adlı öyküde. Lafı öyle bir koymuş ki yazar, Sait Faik görse kıskançlığından Büyük Ada’yı ateşe verirdi. Çeşme başında konuşan iki genç, anlatıcı kadın, bir yandan sohbet ediyorlar bir yandan bize anlatılıyor. Çocuk geçen yaz beslediği kuşları öldürmek zorunda kalmış. Bunun travmasını yaşıyor. Bu sebeple sohbet esnasında uçan kuş sürüsünden dolayı midesi bulanıyor. Kız da içinden (ne hikmetse öykülerdeki karakterlerin tamamı içinden konuşuyor) keşke bu adam seneye de bu tatil beldesine gelse (ne hikmetse öykülerin yarısı yazlıklarda geçiyor) de ona okuduğum kitaplarda altı çizili yerleri göstersem diyor. Muhabbet bitiyor kız hadi kalk gidelim bu bidonun dolacağı yok deyince yürümeye başlıyorlar. Ve öykü muhteşem bir finalle bitiyor: Su bize inat akmaya devam ediyordu. Birileri yazara özne yüklem ve tümleçlerin tamam olduğu cümlelerin aforizma etkisi yarattığını ve finalde kullanılmaya elverişli olduğunu söylemiş olmalı.

Buraya kadar her şey normal, kaza eseri bir kitabın parlak bir yayınevinden çıkması muhtemeldir. Fakat kitabın arka arkaya baskı yapması, etkinliklerin etkinlikleri kovalaması, billboardlara reklam verilmesi biraz kuşkulandırdı beni doğrusu. Bu meyanda Müge İplikçi’nin Medyascope adlı mecradan Yenice ile yaptığı röportajı izlerken İplikçi’nin “benim kuşağım genç yazar duygusu olmanın bedelini yeterince ödemiştir. Aynı durum senin için, senin kuşağın için geçerli mi?” sorusuna “sanırım biraz şekil değiştirdi, yine bizim de ödediğimiz değişik bedeller var, ama sizinkilerden biraz daha farklı, bizde de çok fazla kitap tutunabilme oranını düşürüyo, ııı, çok fazla, ııı, görünme oranını düşürüyor, kötü edebiyatın iyi edebiyattan ayırt edi…” skandal bir cevap verebiliyor. İplikçi’nin özellikle seksen darbesi sonrasındaki -belki de kaçış edebiyatına- havaya gönderme yaparak -belki de işkence gören yazarları kastetmiştir- sorduğu soruya nikah şekeri üreticisi muhafazakâr tüccar amca gibi cevap vermesi kan dondurucu değil mi? Genç bir edibin karşılaşacağı sansür, oto sansür, geçim sıkıntısı, yazdıklarını neşretme sıkıntısı, siyasi rüzgâr, ideoloji, odaklanma sıkıntısı, yargılanma, toplum dışına itilme, ayıplanma gibi yüzlerce sıkıntısı varken Yenice’nin uydu anteni şirketi müdürü gibi “görünme oranı” kelimesini kullanması… Sektörün kaderi, piyasalar, döviz fiyatları, ihaleler. Bir yazarın derdi görünme oranı olabilir mi? Ortaya çıkma derdi olabilir belki. Yıllardır konuşuyoruz aramızda nice yetenekli genç yazarlar kitaplarını bastıramıyor, ürünlerini dergilerde yayınlatamıyor, yaşlılar her yeri ele geçirmiş durumda, köşeler tutulmuş, çeteler dağılmış şehre. Yazarlığının üçüncü yılında en gözde yayınevlerinden birinden kitap çıkarabilip bir de bunun üstüne bu şikayetleri kabul etmek mümkün değildir.

Geri alalım. Ne dedik, gözde yayınevinde bu tür kazalar olabilir. Ama, bir de bu tür eserleri, bu zihniyetteki kişileri bünyesine alan yayınevleri var. Gitsin orada dursun. Aynı şekilde birilerine sen yazarsın dedirtebilir. Bu kötülüğe neden izin veriyor Can Yayınları, Everest Yayınları, İletişim Yayınları… Özellikle öykü ve romanda vasatla iş birliğine girerek iktidarın zulmünden kaçma manevrasının edebiyatınıza yapacaklarını bilmiyor musunuz? Stalin’den sonra adı hafızamıza kazınacak bir tane bile Rus yazarın olmaması örneğini ne çabuk unuttunuz? Bastığınız kitaplarda cinayet bile yok be! Cinsellik, inanç çelişkileri, devrimci şiddet, pedofili, ensest hak getire. Bunları 50 Kuşağı’ndan ya da batılılardan mı okuyacağız. Varsa yoksa beyaz yaka krizi, evlilik sıkıntıları, modern insanın failatün failatün failatünü. Yazıklar olsun size. Biraz daha fazla satıp cici patronlarınıza hoş gözükmek için edebiyatı düzyazının kılıcından geçirdiniz. İngilizler bile İstanbul’u işgal edince bu kadar kötülük yapmadılar.

Edebiyat dergileri, yazar atölyeleri, fakülteler. Hepiniz bu suça ortaksınız. Sınırları netleştirilmiş yöntemleri ezberlettiniz bu insanlara. Yaratıcılıklarını törpülediniz. Herkesi, her yazar namzedini birer şerbetçi yaptınız, nabız yokluyorlar. Sadece siyasi iktidara değil, yayınevini politikasına, editörün kişisel beğenilerine, kitap eki okurunun vasat görüşüne. Bu insanları çalıştığınız kurumlara birer memur yaptınız editörler; intikam aldınız onlardan, okurdan ve bizden. Sadece kendi yayınevinizden çıkan kitapları öne çıkardınız. Sadece kendi yayınevinizden çıkan kitapları tanıtmalarını söylediniz memur yazarlarınıza. Kitap eklerini kiraladınız. Bu savaş bitince hiçbir şey olmamış gibi çıkıp köşenizde rafine edebiyatınızla uğraşıp içkinizi yudumlayacağınızı mı düşünüyorsunuz. Bak Enis Batur’a nasip olmamış bu keyif, hiçbirinize nasip olmaz. Hepinizi tanıyoruz.

Pardon yükselmişim. Binaenaleyh yapılacak şeyler belli olmuştur. Muharrirlerimiz, müesseselere avamın müesseselere yaklaştığı gibi değil, tam bir havas gibi muamele etmelidir. Aksi halde onların seviyesine gerileyebilirler. Bu da bu işin adabını bilen ve bu adaba riayet eden münekkitleri hiddetlendirebilir. Selametle efendim.  



4 yorum:

  1. Twitter sağ olsun denk geldim blog yazısına. Bu kitabı okumadım. Ama okuduğum buna benzer tüm kitapların ruhuna yasin okur gibi okudum bu yazıyı. Amin ve teşekkürler.

    YanıtlaSil
  2. üstad şu dosyayı arşiv olması bakımındam buraya bırakayım. sevgiler.

    https://t24.com.tr/k24/yazi/yayincisindan-duymus-olun,2379

    YanıtlaSil
  3. Medyascope programına değinmeniz iyi olmuş. O programı izledim ben de ve Sayın Yenice'nin üzerinde ya Müge İplikçi'ye ya da bir şeylere karşı mesafeli bir gurur, bir kabullenememe veya anlamsız bir boyun eğmeme hali vardı. Çok belli oluyordu bu. Neyi kabullenemiyor, neye karşı mesafeli?

    YanıtlaSil
  4. Çok güzel bir yazı tebrikler. Eleştiriler yerli tespitler yerinde.
    Hayallerimizi de satın almak isteyecekler bu gidişle...

    YanıtlaSil

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim ku...