En baştan alalım çünkü kitabın ortasından konuşunca
fikirleri serdetme yeteneğime geliştirdiğiniz kıskançlıktan hasıl olan
ihtirasla bezeli bir tür nefret geliştiriyorsunuz. Edebiyat nedir? Yazar olmak
ne anlama gelir? Yayınevleri ne işe yarar? Bu sorulara eğer cevap verebilirsek
sizi neden küçümsediğimizi de anlayabilirsiniz kanısındayım. Gördüğünüz üzere
on yıllık bir problemi de burada çözmüş olacağız: Anlaşılmamak, seviyelerine
inememek, dert anlatamamak.
Önce kurum meselesini masaya yatıralım. Bu işimizi
kolaylaştırır. İçinde bulunduğumuz kurumlar şunlardır: Devlet, hükümet, siyasi
partiler, bakanlık, müdürlük, meslek birliği, aile, akrabalık, sevgililik,
arkadaşlık, şirketler (yayınevleri, maaş aldığımız firmalar) vs. Bir de kendi
kurduğumuz kurumlar var: WhatsApp grupları, dergiler, sürekli iştigal ettiğimiz
arkadaşlar, inisiyatifler vs. Birey olarak bazılarımız bu kurumlara mesafeli
olabilir, hatta bu kurumları takmayabilir. Ailesini reddedebilir, devletin bir
vatandaşı olduğu için sürekli melankolik halde olabilir, maaş aldığı kurumdan
ötürü utanç içinde yaşayabilir. Herkes kurumları içselleştiremez, böyle bir
zorunluluk da yoktur zaten.
Edip dediğimiz kişi ise sıradan insanlar gibi yaklaşmaz
topluma, kurumlara, ilişkilere. Onun başta dil olmak üzere; kurumlarla,
ideolojilerle, klişeyle, içerikle, vezinle, kenar boşluklarıyla, yazı
karakteriyle, geçmiş ediplerle, eski düşünürlerle, güzellikle, edeple,
muaşeretle, dinle, kültürle, cinsellikle, zulümle, siyasi iktidarla, kendi
iktidarıyla meselesi vardır. Az önce değindiğim ayrımdan edip ile sıradan insanın
kurumlara yaklaşım biçimini tahmin etmişsinizdir umarım. Biraz örnek verecek
olursak. Yahya Kemal’in bu kurumlardan devletle iki kaşık gibi iç içe olduğunu
aktarır bize Ece Ayhan, bir şiirinde. Bu Yahya Kemal’i normal insan yapmaz,
kendisi ediptir, şairidir. Bu yargı Ece Ayhan’ı tanımlar. Ayhan rahatsız bir
ediptir. Yahya Kemal’in devletin yüksek memuriyet imkanlarını kullanıp geçimini
bundan sağlama rahatlığı ile şiir yazmasını eleştirmektedir. Yahya Kemal ise
edebiyat tarihi ile, eski edebiyat ile kafayı bozmuştur. Risk alıp yeni şeyler
yapmıştır. Gördüğünüz üzere bu iki şair de sırdan insan değildir. Sıradan
insanları aşağılamak için yazmıyorum bunları, onların da duyguları var,
okumaları ve yazmaları var, hatta hiçbir eser neşretmemiş mükemmel okurlar bile
var Anadolu’da. Muhtemelen de ortaya çıkmadan ayrılacaklar aramızdan. Allah
şimdiden rahmet eylesin onlara.
Çok hızlı ilerledik, “biz” diyebileceğimiz bir seviyeye
ulaştık. Biz sıradan olmayan insanların, yazdıklarından dolayı bazen kurumlarla
ilişkisi olabilir. Bu kurumlar; internet siteleri, dergiler, yayınevleri,
hatta, sosyal medya hesaplarımızdır. Küçümsemeyelim, Facebook’tan bir sürü
okura ulaşan yazarlar yok değil. Edebiyatın kendisi bir kurum olmamasına rağmen
görüyorsunuz, bir şekilde yeni kurumlara doğru bizi itekleyebiliyor. İşte
problem de burada başlıyor. Kültür endüstrisi, hegemonya, rekabet alanı diye de
tanımlanan bu ortamı biz düğün salonu örneği üzerinden açabiliriz. Türkiye’de
edebiyat ortamı bir taşra düğün organizasyonuna dönmüştür ve bunun telafisi
maalesef mümkün değildir. Evvela bir sahne vardır ve oraya çıkmaya çalışılır,
kalitesiz pastalar bize yedirilmeye çalışılır, yüzlerde riyakâr bir sırıtış
vardır. Kız tarafı ve erkek tarafı şeklinde çeteleşmeler mevcuttur. Ve herkes süslüdür,
kelimeleri bile süslerler. Ve bu düğün, diğer tüm düğünlerle aynıdır,
hiçbirinde damat soyunmaz. Örneği süsleyip mide bulandırmaya gerek yok. Neyin
neye benzediğini anladınız. Bazılarına para takılır bazılarının şıklığı övülür
bazıları kıskanır ve genellikle ortaya çıksın çıkmasın bir kavga vardır.
Kişilerin bu kavga ortaya çıkmasın diye kendilerini yırttığını çoğu kez
görürüz. Gecenin sonunda düğün salonu sessizliğe gömülür. Yeni müşterilerini
bekler. İnsanlar evlerine dağılır başka düğünlere gidecekleri bir geleceğe
doğru yelken açarlar zamanın rüzgârına karşı.
Eğer CD’si yapılmamış olsa kimse hatırlamaz bu geceyi.
Edebiyat ortamı bu hale geldi. Edipler yazmak değil yazar
olmak istiyorlar. Fotoğraflarının ve videolarının ekranlarda, sayfalarda ve tüm
yüzeylerde neşrini istiyorlar. Başrolde olmak istiyorlar sürekli. İçinde
bulunduğu yayınevinin en çok satanı en çok saygı göreni ve bebişi olmak
istiyorlar. Bu yüzden her yayınevini de beğenmiyorlar. İlk beşe girmiş bir
yayınevi olsun istiyorlar. Kendi yazarlıklarının sürekli kurumlarca tasdik
edilmesini ve bu tasdiknamenin toplumun göreceği bir yerde teşhirini arzu
ediyorlar. Delirmiş durumdalar fakat farkında değiller. Kuaförden gelinlikçiye,
araba süslemeciden fotoğrafçıya çabucak gidilmesi gereken bir süreç onlar için
yazarlık. Bu perişan hallerinin bizim tarafımızdan fark edilebileceğini
kesinlikle akıllarına getirmiyorlar. Beyinsiz gibiler ama değiller, dikkatleri
dağınık sadece, bu dağınıklık metinlerine de yansıyor. Nereden geldiler, nasıl
motive oldular, neden başardılar? Boş boş konuşma kimden bahsediyorsan adını
ver, hedefi göster, tedavi yöntemin varsa öner ve kaybol dediğinizi duyar gibi
oluyorum yazının bu üçüncü dakikalarında. Olur.
Can Yayınları, Mevsim Yenice'nin Bilinmeyen Sular
adlı kitabını bastı. Can’ın genç öykücülere yer açması elbette sevinç verici,
derhal kitabı aldım eve getirdim. Bir iki gün sonra açtım okumaya başladım.
Önce anlamadığımı, bazı sembolleri kaçırdığımı düşündüm. Sonra eleştirel bir
kuvvetle nazarı dikkatimi tevdi edince öykülerin -mübalağa yok- bomboş olduğunu
teessüfle fark ettim. Kitapta üçü uzun diğerleri 2-3 sayfa olmak üzere on öykü
var. Ve ilk öykü haricinde (son öykü monolog) dokuz öyküde iki karakter var ve
biri anlatıcı. Yani anlatıcı kahraman diğeri ile olan sıkıcı muhabbetini okura
aktarıyor. Öykülerde erkek, kadın, çocuk,
yaşlı, hasta, sağlıklı işte ne kadar karakter varsa hepsi aynı dili konuşuyor. Bakın
dikkatinizi çekerim, köpek, gay, evsiz, simitçi, Kürt, astronot, sakat demedim.
Erkek, kadın, çocuk, yaşlı dedim. Buradan hesap edin işte öykülerin karakter
yelpazesini. Birinin üslubunu diğerinden ayırt etmek neredeyse imkânsız. Hepsi usturuplu
insanlar. Kimse alkol içmiyor, sigara içen karakter de muhabbet ettiği çocuk
etkilenmesin diye tütün tabakasını cebinden çıkarmaktan vazgeçiyor. Ne hikmetse
öykünün geri kalanında da sigara içmeyi unutuyor. Kimse kimseye bağırmıyor,
herkes çok sakin. Seks yok, kaza yok, argo yok, beklenmedik hiçbir şey yok. Şu hayatta
başımıza gelmeyen ne varsa Sayın Yenice onları bulup işlemiş on öykü boyunca. Öykülerin
tamamı başladığı mekânda bitiyor yani tamamı neredeyse beş dakikalık bir olayı
anlatıyor. Yazar, öykü ve roman arasındaki farklar dersine oldukça iyi çalışmış
anlaşıldığı kadarıyla. Öykü, ilkokulda da bize öğretildiği gibi, roman kadar
uzun olmayan, karakterlerin sınırlı, mekânın tek ve dar olduğu bir anlatım
türüdür. Aynen. Mekân o kadar dar ki okurken boğulacak gibi oluyoruz. Bitsin de
çıkalım bu metinden diye arka sayfaları yokluyoruz. Hele hele sürpriz sandığı
sonlar yok mu yazarın, en pejmürde yerleri oralar öykülerde. Pes adlı
öyküde odada televizyon izleyen partnerine bakıp düşünen kadın ilk tanıştıkları
gün oynadıkları oyunu düşünür. Kocası babasının taklidini yapmaktadır deniz
kenarında. Sonra bu oyunun bitmediğini, ikisinin de yıllarca birilerinin taklidini
yaparak geçindiklerini, aralarının soğuduğunu, kim olduklarını unuttuğunu
düşünür. Sonra adamla sohbet etmeye çalışır anlatıcı. Adam pijamalarını değiştirmek
için içeri gider. Bitti sanır okur. Ama o da ne: Adam içeriden çıkar ve odaya
gelip TV izlemeye devam eder. Bu sakilliği öykü diye vermek, ne bileyim. Açıp okursanız
uzun uzun anlatmama gerek kalmaz. Bu ne olay ne durum öyküsü olan, bu
pespayelik, zavallılık, diyecek bir şeyin olmaması, dilin israfı… Birkaç
gün bekledikten sonra çantama aldığım kitabı otobüste sondan başlayarak okumaya
çalıştıysam da editörün muazzam çalışarak öyküleri iyiden kötüye mükemmel
sıraladığını fark edip tövbe istiğfar ile kitabı tahliye ettim. Hemşire
karakterinin darülacezeyi yaşlıya kendi evi gibi tanıtmasının öyküsü de
muhteşem sürprizle biten öykülerden. Dakikalarca goygoy yapan hemşire yaşlıyı
ikna eder. Huzurevi onun evi, müşteriler de misafirdir. Sonra birden aniden bir
şey olur. Teyze der ki gitsinler sıkıldım. Hemşire de şöyle der içinden: “Keşke
ben de buradan gitsem, bıktım hizmetçilikten.” Hele bir “su bize inat akmaya
devam ediyordu” şeklinde bitiş var ki 40 Saniye adlı öyküde. Lafı öyle
bir koymuş ki yazar, Sait Faik görse kıskançlığından Büyük Ada’yı ateşe
verirdi. Çeşme başında konuşan iki genç, anlatıcı kadın, bir yandan sohbet
ediyorlar bir yandan bize anlatılıyor. Çocuk geçen yaz beslediği kuşları
öldürmek zorunda kalmış. Bunun travmasını yaşıyor. Bu sebeple sohbet esnasında
uçan kuş sürüsünden dolayı midesi bulanıyor. Kız da içinden (ne hikmetse
öykülerdeki karakterlerin tamamı içinden konuşuyor) keşke bu adam seneye de bu
tatil beldesine gelse (ne hikmetse öykülerin yarısı yazlıklarda geçiyor) de ona
okuduğum kitaplarda altı çizili yerleri göstersem diyor. Muhabbet bitiyor kız
hadi kalk gidelim bu bidonun dolacağı yok deyince yürümeye başlıyorlar. Ve öykü
muhteşem bir finalle bitiyor: Su bize inat akmaya devam ediyordu. Birileri
yazara özne yüklem ve tümleçlerin tamam olduğu cümlelerin aforizma etkisi yarattığını
ve finalde kullanılmaya elverişli olduğunu söylemiş olmalı.
Buraya kadar her şey normal, kaza eseri bir kitabın parlak
bir yayınevinden çıkması muhtemeldir. Fakat kitabın arka arkaya baskı yapması,
etkinliklerin etkinlikleri kovalaması, billboardlara reklam verilmesi biraz kuşkulandırdı
beni doğrusu. Bu meyanda Müge İplikçi’nin Medyascope adlı mecradan
Yenice ile yaptığı röportajı izlerken İplikçi’nin “benim kuşağım genç yazar
duygusu olmanın bedelini yeterince ödemiştir. Aynı durum senin için, senin
kuşağın için geçerli mi?” sorusuna “sanırım biraz şekil değiştirdi, yine
bizim de ödediğimiz değişik bedeller var, ama sizinkilerden biraz daha farklı,
bizde de çok fazla kitap tutunabilme oranını düşürüyo, ııı, çok fazla,
ııı, görünme oranını düşürüyor, kötü edebiyatın iyi edebiyattan ayırt
edi…” skandal bir cevap verebiliyor. İplikçi’nin özellikle seksen darbesi
sonrasındaki -belki de kaçış edebiyatına- havaya gönderme yaparak -belki de
işkence gören yazarları kastetmiştir- sorduğu soruya nikah şekeri üreticisi
muhafazakâr tüccar amca gibi cevap vermesi kan dondurucu değil mi? Genç bir edibin
karşılaşacağı sansür, oto sansür, geçim sıkıntısı, yazdıklarını neşretme
sıkıntısı, siyasi rüzgâr, ideoloji, odaklanma sıkıntısı, yargılanma, toplum
dışına itilme, ayıplanma gibi yüzlerce sıkıntısı varken Yenice’nin uydu anteni
şirketi müdürü gibi “görünme oranı” kelimesini kullanması… Sektörün kaderi,
piyasalar, döviz fiyatları, ihaleler. Bir yazarın derdi görünme oranı
olabilir mi? Ortaya çıkma derdi olabilir belki. Yıllardır konuşuyoruz aramızda
nice yetenekli genç yazarlar kitaplarını bastıramıyor, ürünlerini dergilerde
yayınlatamıyor, yaşlılar her yeri ele geçirmiş durumda, köşeler tutulmuş,
çeteler dağılmış şehre. Yazarlığının üçüncü yılında en gözde yayınevlerinden
birinden kitap çıkarabilip bir de bunun üstüne bu şikayetleri kabul etmek
mümkün değildir.
Geri alalım. Ne dedik, gözde yayınevinde bu tür kazalar olabilir.
Ama, bir de bu tür eserleri, bu zihniyetteki kişileri bünyesine alan
yayınevleri var. Gitsin orada dursun. Aynı şekilde birilerine sen yazarsın
dedirtebilir. Bu kötülüğe neden izin veriyor Can Yayınları, Everest Yayınları,
İletişim Yayınları… Özellikle öykü ve romanda vasatla iş birliğine girerek
iktidarın zulmünden kaçma manevrasının edebiyatınıza yapacaklarını bilmiyor
musunuz? Stalin’den sonra adı hafızamıza kazınacak bir tane bile Rus yazarın
olmaması örneğini ne çabuk unuttunuz? Bastığınız kitaplarda cinayet bile yok be!
Cinsellik, inanç çelişkileri, devrimci şiddet, pedofili, ensest hak getire. Bunları
50 Kuşağı’ndan ya da batılılardan mı okuyacağız. Varsa yoksa beyaz yaka
krizi, evlilik sıkıntıları, modern insanın failatün failatün failatünü.
Yazıklar olsun size. Biraz daha fazla satıp cici patronlarınıza hoş gözükmek
için edebiyatı düzyazının kılıcından geçirdiniz. İngilizler bile İstanbul’u
işgal edince bu kadar kötülük yapmadılar.
Edebiyat dergileri, yazar atölyeleri, fakülteler. Hepiniz bu
suça ortaksınız. Sınırları netleştirilmiş yöntemleri ezberlettiniz bu
insanlara. Yaratıcılıklarını törpülediniz. Herkesi, her yazar namzedini birer
şerbetçi yaptınız, nabız yokluyorlar. Sadece siyasi iktidara değil, yayınevini
politikasına, editörün kişisel beğenilerine, kitap eki okurunun vasat görüşüne.
Bu insanları çalıştığınız kurumlara birer memur yaptınız editörler; intikam
aldınız onlardan, okurdan ve bizden. Sadece kendi yayınevinizden çıkan
kitapları öne çıkardınız. Sadece kendi yayınevinizden çıkan kitapları tanıtmalarını
söylediniz memur yazarlarınıza. Kitap eklerini kiraladınız. Bu savaş bitince
hiçbir şey olmamış gibi çıkıp köşenizde rafine edebiyatınızla uğraşıp içkinizi
yudumlayacağınızı mı düşünüyorsunuz. Bak Enis Batur’a nasip olmamış bu keyif,
hiçbirinize nasip olmaz. Hepinizi tanıyoruz.
Pardon yükselmişim. Binaenaleyh yapılacak şeyler belli
olmuştur. Muharrirlerimiz, müesseselere avamın müesseselere yaklaştığı gibi
değil, tam bir havas gibi muamele etmelidir. Aksi halde onların seviyesine
gerileyebilirler. Bu da bu işin adabını bilen ve bu adaba riayet eden
münekkitleri hiddetlendirebilir. Selametle efendim.
Twitter sağ olsun denk geldim blog yazısına. Bu kitabı okumadım. Ama okuduğum buna benzer tüm kitapların ruhuna yasin okur gibi okudum bu yazıyı. Amin ve teşekkürler.
YanıtlaSilüstad şu dosyayı arşiv olması bakımındam buraya bırakayım. sevgiler.
YanıtlaSilhttps://t24.com.tr/k24/yazi/yayincisindan-duymus-olun,2379
Medyascope programına değinmeniz iyi olmuş. O programı izledim ben de ve Sayın Yenice'nin üzerinde ya Müge İplikçi'ye ya da bir şeylere karşı mesafeli bir gurur, bir kabullenememe veya anlamsız bir boyun eğmeme hali vardı. Çok belli oluyordu bu. Neyi kabullenemiyor, neye karşı mesafeli?
YanıtlaSilÇok güzel bir yazı tebrikler. Eleştiriler yerli tespitler yerinde.
YanıtlaSilHayallerimizi de satın almak isteyecekler bu gidişle...