Birinci olarak, Orhan Veli çok iyi bir şairdir. Özellikle bu
yüzden sevmemiz gerekiyor. İkinci olarak Orhan Veli çok iyi bir insandır.
Genelde, çok iyi insanların çok iyi şiir yazamadığı iddia edilse de Orhan Veli
müstesnadır bu eksiklikten. Orhan Veli’nin şiirleri kitap olarak basılmış
vaziyette idi. Daha sonra yazıları, konuşmaları ve mektuplaşmaları basıldı. Tüm
metinlere uğrayarak Orhan Veli’nin bir çeşit el falına bakmaya çalışacağız.
Önce şiirlerinin güzelliğinden bahsedeceğim.
Orhan Veli dediğimizde muhakkak aklımıza bazı dizeler gelir.
Bunun sebebi, şiirlerini zorunlu eğitimde gösteriyor olmaları değildir elbette.
Halkın anlayacağı bir şiiri tercih etmesidir bunun sebebi. Her ne kadar İnönü
diktasınca toplumcu şiirin (toplumcu gerçekçi) önünü kesmek için Orhan Veli ve
arkadaşlarının kullanıldığı iddia edilmişse de -Attilla İlhan tarafından-, buna
katılmak mümkün gözükmüyor. Halkın anlayacağı şiir yazarak toplumun
yozlaştırılması iddiası, halk plajlara hücum edince toplum denize giremedi
gibi tuhaf bir şey. Halkın anlayacağı diyorduk, evet, sadece anlayacağı değil,
bir kez duyduğunda insanda alışkanlık yaratacak dizeler yazmıştır Orhan Veli. Beni
bu güzel havalar mahvetti, bir kadının suya değiyor ayakları, ağlasam
sesimi duyar mısınız mısralarımda, cep delik cepken delik, yazık
oldu Süleyman Efendi’ye, bir de rakı şişesinde balık olsam gibi
sözdizimleri harikadır. Garip Akımı evvela sadece kafiye ve hece
ölçüsüne karşı bir şiirmiş gibi algılanmışsa da aslında yeni bir tekliftir.
Öyle yeni bir tekliftir ki İkinci Yeni’nin önünü açıp, çıkışını erkene
almış, belki de çıkışana sebep olmuştur. Sonradan önemi anlaşılmış ve Birinci
Yeni denmiştir zaten Garip Akımı’na. Kafiye ve ölçü reddedilmiş
fakat gizli kafiye, aliterasyon, serbest müstezat gibi tekniklerle sehl-i
mümteni sağlanmıştır, akıcı bir şiire ulaşılmıştır. Orhan Veli bu tarz şairi Garip
Manifestosu’nda acemiliğin ustası olarak tarif eder. Orhan Veli 36
yaşında, garip manifestosu 9 yaşındayken Ankara’da bir çukura düşmüş, sonra
İstanbul’a gelmiş, herhalde oradan başına aldığı bir travmadan dolayı da günler
sonra beyin kanamasından ölmüştür. Yani artık savunmasız hale gelmiştir
diyebiliriz. Asıl verimli çağını yaşayamamış, başladığı poetik yolun yarısında
maalesef yarışı ölerek terk etmiştir. Yaşasaydı, henüz değişmiş iktidarın da
etkisiyle (Türkiye 1950 seçimlerinde sağcıların elinden çıkıp kendini sağcı
sananların eline düşüyor) nasıl hamleler yapacaktı bilinemez. Belki de yaşasa İkinci
Yeni diye bir şey olmayacaktı, atak ondan gelecekti.
Orhan Veli, Yalçın Küçük’ün “hayat arkadaşı” dediği, en yakın arkadaşı Melih Cevdet’in hiç bahsetmediği bir kadınla mektuplaşmış ayrı şehirlerde oldukları vakit, kadının adı Nahit. Kadın evli. Aralarındaki ilişkiyi kocası bilmiyor. İlişkinin içeriğini biz de tahmin edemiyoruz aslında. Cinsel bir durum var mı yok mu çok anlaşılmıyor. Tehlikeli zamanlarda mektupları iadeli taahhütlü atıyor Orhan Veli. Yani sadece ilgili kişinin imzası karşılığında alınacak şekilde. Bir gün yakalanıyorlar tabii. Hatta bir mektupta Orhan Veli Nahit Hanım’a “[…] bu seninle benim aramdaki bir hadisedir. Halbuki zevcinizin maşukaları dillere destan.” diyerek rahatlatıyor.
Mektup türü daima beni dehşete düşürmüştür. Mektuplardaki
gerilim bendeki pathosu son seviyeye çıkarır. Bazen de abartarak acırım.
Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e gönderdiği aşk mektupları basıldığında kitabı
okumaya devam edememiştim. Hâlâ cesaret edemem okumaya. İşte biz bu mektuplarda
Orhan Veli’nin ne kadar iyi bir insan olduğunu anlıyoruz. Ankara’da işler
bozulunca kurumundan ayrılıp İstanbul’a geliyor. Artık maaşı yok ve zor
durumda. Azıcık da muhalif. Bu haldeyken bile Yaprak Dergisi’ni çıkarmaya
başlıyor. Ucuz kâğıt almak için çeşitli numaralar yapıyor. Bir yandan da
Ankara’da kalan Nahit Hanım’a mektuplar yazıyor. Çoğu zaman mektup kağıdına
yazacak parsı olmadığı için etrafta bulduğu eciş bücüş kağıtlara yazmak zorunda
kalıyor. Nahit Hanım’ın bu duruma aşırı bozulduğunu Orhan Veli’nin bir sonraki
mektupta yazdığı savunmalardan anlıyoruz. Birçok mektupta at yarışları için
atları isim isim sayarak tüyo veriyor Nahit Hanım’a. Sonra da mektubu hüzünlü
aşk kelimeleriyle bitiriyor. İnsanın yüreğini sızlatan tuhaf bir duygu yansıyor
bu tarz metinlerden, hani derler ya, tebessüm-i elem/ acıklı güldürü/
trajikomik. Mektuplarda şimdi alıntılayacağım bazı sözler o kadar güzel ki,
şiir kıskanır o cümlelerden: Kendisiyle senden konuşacağım kimi görsem
seviniyorum. (16 Ocak 1947) Mektubumu ayın 27’sinde yazdım. Fakat
parasızlık yüzünden ancak bugün atabiliyorum. (28 Mart 1947) Beni
rüyanda görmüşsün memnun oldum. (5 Nisan 1947) Hep seni düşünmek için kimsenin
yüzüne bakmadım. (24 Haziran 1947) Öncelikle Orhan Veli’nin nazik bir insan
olduğunu anlıyoruz. Gerçekten de bedeni gibi zarif bir tarzı var. Vermeyi
seviyor. Hatasını fark ettiğinde derhal özür diliyor, kendisiyle
yüzleşebiliyor. Ayrıca sabırlı biri, beklemesini ve beklerken metafizik
enerjisini muhafaza etmede adeta bir uzman haline gelmiş. Bencil değil, riyakâr
hiç değil bilakis özgeci biri. Bu özellikler birini iyi insan etmeye yetmez mi?
Bence yeter. Şiirinin ve kişiliğinin hakkını verdikten sonra bir şiir düşünürü
olarak sanatla ilgili fikirlerinde de mukayese ve muhakeme yoluna gidip, kısa
yoldan işi bitirebiliyor. Özellikle dergilerde şiir üzerine yazdığı yazılarda
Orhan Veli’nin zekasını ve becerisini bir kez daha görüyoruz. Her zaman tartışılagelen
sanat sanat için midir yoksa toplum için midir sorusuna “Bir edebi eseri
propaganda vasıtası olmadığı için reddedenler bir musiki parçasının sanatlığını
nesi ile kabul ederler?” cümlesiyle aktarabilecek kadar dile hâkim. Öyle ki
Türkiye’de kavramsal sanat denen şeyin ilk örneği sayılabilir eskiler alıyorum
şiiri:
Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam
Burada geleneksel şiir yazdığını iddia ettiği Ahmet Haşim’in
“bu dem göllerde bir kamış olsam” şiirine gönderme yaparak, şiir yoluyla şiir
eleştirisi yapmaktadır. Kırmadan, dökmeden, incitmeden. Gerçi Haşim, bu şiir
yazıldığında hayatta değildir ama olsaydı da rencide olmazdı sanıyorum. Şiirle
yaptığı bu eleştirinin daha güzeli Garip’in önsözünde (1941) vardır: “Ben
sanatlarda tedahüle taraftar değilim. Şiiri şiir, resmi resim, musikiyi musiki
olarak kabul etmeli. Her sanatın kendine ait hususiyetleri, kendine ait ifade
vasıtaları vardır. Meramı bu
vasıtalarla anlatıp bu hususiyetlerin içinde kapalı kalmak hem sanatın hakikî
kıymetlerine hürmetkar olmak, hem de bir cehde, bir emeğe yer vermek demek
değil mi? Güzel olanı temin edecek güçlük herhalde bu olmalı. Şiirde musiki,
musikide resim, resimde edebiyat bu güçlüğü yenemeyen insanların başvurdukları
birer hileden başka bir şey değil. Ayrıca bu sanatlar, öteki sanatların içine
girince hakikî değerlerinden de birçok şeyler kaybediyorlar. Meselâ bir şiirde
âhenktar birkaç kelimenin yan yana gelmesinden meydana çıkmış bir musikiyi,
nağmelerindeki tenevvü ve akorlarındaki zenginlikle muazzam bir sanat olan
sahici musiki yanında küçümsememeye imkân var mı?” Burada Haşim’in “şiirde mana
bülbülü eti yemek gibidir”, “musiki, sadece musiki” gibi şiirde ritmi öven
düşüncelerine karşı çıkıyor Orhan Veli. Bu yetmemiş olacak ki yazdığı “eskiler
alıyorum” şiirinde de “bu dem göllerde bir kamış olsam” diyen Haşim ile “rakı
şişesinde balık olsam” diyerek dalga geçiyor. Gerçekten de Haşim’in bu
dizesinde bir mana bulmak imkansızdır. İmge, sadece sese dayandırılarak
aktarılmıştır okura. Orhan Veli davasında haklıdır. Üslubu da uygundur diye
düşünüyoruz.
Yalçın Armağan da aynı şekilde düşünüyor.
Garip’in önsözünde Ahmet Haşim’e karşı gelindiğini söylediği İmkânsız
Özerklik kitabında, Orhan Veli’nin Ahmet Haşim’e “hokkabaz” dediğinin
altını çiziyor. Bu genişliğe sahip edebiyatçılara ve genişliğin altını
çizebilen eleştirmenlere ve akademisyenlere ihtiyacımız var. Yalçın Armağan
ayrıca Garip Akımı’nın dilden
kurtulmayı beceremediğini, dönemin “makbul” ve beklenen şiiri olduğu yergisini
yapıp ilgili makalesinin son sayfalarında akımın hakkını teslim eder: “Garip,
“güzel” sanat yapıtı anlayışının karşısında yer alan bir hareket olarak,
şiirden beklenen bütün estetik değerlerin karşısındadır. Bu nedenle de Garip’in
tarihsel başarısı, güzel şiirler yazmak değil, güzel şiir düşüncesini altüst
etmesidir.”
Peki Orhan Veli’nin okurla ilgili
düşünceleri nelerdir? Okuru nerede görmek ister, hakkında söylenenler kendisini
ne kadar alakadar etmiştir? Bir okur olarak bunu bilmek bizim en doğal
hakkımız. Şimdilerde sosyal medyadan sanatçıların okurlar ilgili neler
düşündüklerini, onlara nasıl davrandıklarını gözlemleyebiliyoruz. Peki ya
eskiden? Bu soruya en güzel cevabı yine Nahit Hanım’a yazdığı 15 Eylül 1950
tarihli mektuptan okuyabiliyoruz. Seçimlerde iktidara gelen Demokrat Parti’nin
eğitim bakanı Tevfik İleri, muhalif öğretmenleri merkezden taşraya sürmeye
başlar. Bunlardan biri de Nahit Hanım’ın kocası Halil Vedat Fıratlı’dır. Orhan
Veli, mektubunda bu sürgünü yapan bakan hakkında şöyle der: “Adaylığı sırasında
oy toplamak için Samsun’da, din propagandası yapmış. Namuslu insan rolünde
göründüğüne göre şiirlerimi beğendiğini söylemesi yalan olmamalı. İyi ama benim
şiirimi beğenenden de bu kadar yobaz, bu kadar geri bir mahluk çıkar mı? Buna
da ayrıca üzülüyorum. Yani böyle bir insan tarafından beğenilmiş olduğuma.” Bir
şairin buna hakkı var mıdır? Ya da
soruyu şöyle genişletelim. Türkçe şiir yazan bir şairin Türkçe okuyan bir
kişiyi; yönelimi, siyasi fikri, ırkı, dini, etnik kökeni bakımından
ötekileştirme hakkı var mıdır? Aslında yoktur. Fakat dönem öyle bir dönem ki
Tevfik Fikret’i nasıl delirttilerse, günümüzde bizi nasıl delirttilerse,
1945’ten sonra Orhan Veli’yi öyle delirtmişler anladığım kadarıyla. CHP
sekülerlik ilkelerinden tavizler verir, bu şekilde düşüşünü ertelemek
niyetindedir, halka yakın durmaya çalışır, imam hatip açar, din derslerini
arttırır ama 1950 seçimlerinde yenilgiye uğramaktan kurtulamaz. Demokrat Parti
kabineyi kurar ve rejimle oynamaya başlar. Aynı yıl içinde ölecek olan Orhan
Veli, iktidarın uyguladığı baskıyı ve bu baskı neticesinde ortaya çıkan
trajikomik şeylere şahit olur. Üzülür. Bu yüzden okurunun gerici olmasını
kafaya takarak aslında kendisi ile çelişir. Çünkü peşinde olduğu şair ne
toplumcu gerçekçi ne de İslamik bir şiirdir. Yeni bir halk şiiri yazmanın
peşindedir. Şiiriyle hiçbir ideolojik daha gütmez. -Tabii poetika denen şeyi
başlı başına bir ideoloji olarak ele almıyorsak eğer. Çünkü asıl arena hep
poetika olmuştur şiirde.- Bu yüzden okurun tercihlerinin kendisini pek ilgilendirmemesi
gerekirdi. Tabii bu düşüncesi sevgilisine (!) yazdığı bir mektupta barındığı
için şairimizin karşı tarafa hava atma olasılığını atlamamamız gerekiyor.
Toparlıyorum. Orhan Veli iyi bir
şairdir. Alışılmış olanın tersine iyi bir şair olduğu halde iyi bir insandır. Aynı
zamanda iyi bir çevirmen, iyi bir dergici ve iyi bir denemecidir. Ankara’daki
memuriyet hayatı bitip İstanbul’a geldikten sonra Sait Faik’le takılır.
Arkadaşlık yaparlar, alkole ve genelevlere düşerler. Ece Ayhan’ın aktardığına
göre genellikle Ziba’daki genelevleri tercih ederlermiş. İstanbul şairi “bozmuştur”
da diyebiliriz. Bunlar bildiklerimiz. Bilmediklerimizi ise falına bakmaya devam
ederek ortaya çıkarabiliriz. Yaşsa 1960 darbesine Tanpınar gibi sevinir miydi
bilmiyoruz ama o tarihe kadar yeni bir şiir akımının çıkmasına mâni olurdu.
Yani İkinci Yeni başlamayabilirdi. Ya da Orhan Veli etrafında başlardı
diyebiliriz. Evet, Orhan Veli anladığımız kadarıyla o kadın tarafından hiç
sevilmemiştir. Nahit Hanım onun için bir arzu nesnesidir, bunu mektuplardaki
kösnül ve pervasız dilden anlıyoruz. Nahit Hanım ise Orhan Veli gibi yakışıklı
olmayan fakat şair olan bir özne tarafından arzulanmayı, onunla muhatap olmayı
önemsemiş gözüküyor. Libidinal bir aktarım yok. Sadece saygı filan duyuluyor. Ne
acı? Eğer bir zaman makinesi verilse 1948’e gidip Orhan Veli’nin zarfındaki
mektubu çıkarıp şununla değiştirmek isterdim:
Varlığından ürettiğim sevgimi -sen
tüketmeyi kabul etmediğin için- aynı duyguları bana yaşatacak biriyle
karşılaşana kadar dondurup saklayacağım. Lütfen bana bir daha yazma. Selamlar,
Nahit’sizin. İmza.
Nasıl ya, çukura düşüp ölmesi yalan mıymış?
YanıtlaSil