Tanıştığım en üst insan Sezai Karakoç öldü. Bu kara haberi Twitter’dan öğrendim. Ömer Erdem’e telefon açıp başınız sağ olsun dedim. Sesinin tonu ve rengi berbattı. Milli ve yerli eğitim kitaplarından öğrendiklerimi saymazsam adını duyduğum ilk şairdir aynı zamanda Karakoç. Bir şiir kasetinin künyesinde yazıyordu adı. 14 yaşındaydım. Yıllar sonra o isimle arkadaş olacağımı kestiremezdim. Şimdi kıyasıya eleştirdiğimiz şiir seslendirmeleri ve şiir kasetleri olmasa, şiir çoktan ölmüştü diyebiliriz. Yani, Selçuk Küpçük o muhteşem sesiyle Monna Rosa şiirini okumamış ve kasete doldurmamış olsaydı ben Cihat Duman olamazdım. Bu çok nettir. Cihaüttin Dumanoğlu ya da Mehmet Cihat Dumankaya filan olurdum. Asla espri olarak değerlendirilmesin bu yorumum. Çok ciddiyim. Çok üzgünüm. 2021’in kasım ayının 16. günü bizi biz yapan üst insanlardan birini yitirdik. Sevenlerine sabır diliyorum.
Sezai Bey’in [acil olarak belirtmek gerekir ki Sayın Karakoç’a Sezai Bey diyenlerin safında değilim fakat bir seferliğine beni affediniz, bu şekilde daha kolay geliyor yazmak] Monna Rosa şiirini severek başlayan maceram Köşe şiirini sevmekle devam etti. Sonra Köpük’te karar kaldım. Her biri oldukça farklı tekniklerle yazılmış olmasına rağmen bu şiirlerin üçü de aşkı anlatır. Kendi şiir gelişimim de bu tekniklerle sırasıyla rabıtalıdır. Bu konuyu belki bir başka yazıya ayırıp uzun uzun açıklamak gerekecek. Şimdilik Sezai Bey ile buluşmalarımı aktarmak isterim. Bu hatıralar zamanın eğesinden geçtikçe hususiyetlerini kaybediyorlar. Tadı, tuzu heyecanı azalıyor. Bu bağlamda keşke daha önce yazsaydım bu yazıyı diyorum kendi kendime. Sezai Bey’in cenaze törenine gitmeye hazırlandığım şu vakitten çok daha önce. Ve namuslu bir yazar olmanın gereğini yerine getirmek adına, bedeni hala sıcakken kaleme kağıda daktiloya koşan yazarları eleştirdiğim için okurlardan ve o yazarlardan özür dilerim. Meğer keyfi bir hareket değilmiş ölenin ardından yazıya sarılmak. Gençken anlayamamışım bunu.
Okumak için İstanbul’a geldiğim 2000’li yılların başında
işler yolunda giderken aniden şiir batağına saplandım. Çıkamadım. Okuduğunuz
okul Cağaloğlu’na yakınsa ve şiire bulaştıysanız kendinizi birden dünyanın
merkezinde hissedersiniz. Çeşmelerin, türbelerin, mabetlerin arasından
turistlerle birlikte yürüyüp ortamında muhakkak edebiyatçılardan birinin olduğu
kafeye, çay ocağına oturmak ritüel gibi gelir. Bu muhteşem hisleri yaşadığımız
çağda edebiyat fakültesinden arkadaşım madem şairsin hadi beni Sezai Karakoç’la
tanıştır dedi bir gün. Saf oğlu saf, şiir yazan herkesin eşit ve tanış olduğunu
sanıyordu. Sezai Bey’i tanımadığımı söyleyince ilk ağızdan bana anlatmaya
başladı Aydın. Aydın, dünyanın en keriz en güzel adamı. Diriliş Yayınları’na
gelenleri kovuyormuş üstat. Şiirden bahseden insanların kafasına küllük
atıyormuş. Yüzüne dikkatli bakanları azarlıyormuş. Ancak benim kadar arsız,
özgüvenli biri eşliğinde gidebilirmiş üstadın yanına. Derhal kabul ettim. Öykü
gibi olmasın diye ayrıntı vermiyorum. Diriliş Yayınları’nın betimlemesi başka
yazılarda çokça yapıldı.
Dar bir odadayız. Bizi içeri alan adam Sezai Bey’in minik
odasına götürdü. Üstat ile göz göze geldiğim anı defalarca anlatmışımdır
arkadaşlarıma. Şimdi yazayım. Arsız, atılgan, insanları yüceltmeyi,
putlaştırmayı, patolojik narsist gibiymişçesine gülünç bulan ben üstadın gözüne
bakar bakmaz çarpılmıştım. İnsanın etini kemiğini aşıp arkasındaki diğer
insanı, öte insanı, alt insanı görebilen tehlikeli bir bakış. Bir insan
olamazdı Sezai Bey. Basiret makinesi. Öngörü hayvanı. Feraset tanrısı idi. Biz
iki düz insan yan yana oturmuşuz Aydın’la. Memleketlerimizi sordu. Malatya
deyince konusuz kalmadık; bir kayısı muhabbeti aldı başını gitti. Zerdali
kelimesinin etimolojisini anlattı. Ben biraz tarımdan bahsettim. Kayısıcılık
ilminin bilinmeyen yönlerini açıkladım. Sessizlikte atılması muhtemel bakıştan
kaçmak için kendimi parçaladım resmen. Yirmi dakika sonra çıktık dışarı. Aydın hiç
konuşmamış, sadece adını ve memleketini söylemiş, bizi dinlemişti. Bir süre
yürüdük birbirimize bakmadan. Farklı sebeplerle gerilmiştik ve lafa gireceğimiz
anı bulamıyorduk. Divanyolu’na çıkar çıkmaz aynı anda birbirimize baktık ve
kahkahalarla gülmeye başladık. Sarıldık birbirimize ve Çemberlitaş’a doğru
yürüdük. O yıl benim okul tek derse uzadı.
Bir iki yıl sonra Sezai Bey’in kendi kitaplarını bastığı
Diriliş Yayınları’nın olduğu Derin Han’da, hemen üst katında avukatlık stajımı
başlattım. Beni, avukata yeğeni olan arkadaşım önermişti. Çok fakirdim. Bir
kümeste yaşıyordum. Şiiri düşünecek halim yoktu. Günlerce Sezai Bey’e uğramadan
indim çıktım merdivenleri. Avukat olacaktım. Şairler karın doyurmazdı.
Dikkatimi dağıtmayacaktım. Sonra fikir değiştirip üstadı bir kere daha ziyaret
etmek istedim. Tek başıma gitmeye korkuyordum. Konuşacak bir şeyim yoktu.
Şiirlerim dergilerde çıkmaya başlamıştı. 7 âlemin patronu gibi hissediyordum
kendimi. Şiir nimetti. Fakat üstat şiir muhabbetinden nefret ediyordu
tevatürlere göre. Olsun, gideyim, ben de avukatlık konuşurum dedim. O
buluşmamızda ben gerçekten de avukatlık mesleğinden bahsettim. O da kapatma dosyası
Yargıtay’da olan Diriliş Partisi’nin avukatlığını yapmamı istedi. Stajım
bitince o davaya bakacaktım. Düşüneceğimi söyledim. Aniden bir telefon geldi.
Üstat sessizce dinledikten sonra sesini yükselterek “lütfen bir daha beni
aramayın” dedi. Öfkeden gözleri dönmüştü. Ben korkuyla sakinleşmesini bekledim.
Yapabileceğim bir şey olup olmadığını sordum panik ve öfkesi karşısında.
“Kültür Bakanlığı’ndan ödül vermişler” dedi. “Gazeteci röportaj yapmak istedi,
ona sinirlendim.” Resmen şok olmuştum yemin ederim. Müsaade isteyip çıktım.
Bakanlık ödül bilgisini kendisine ulaştırmadan gazetecilere haber verdiği için
mi kızgındı yoksa ödüle layık (!) görülmesine mi öfkelenmişti bilemiyorum.
Ertesi gün şöyle bir haber çıktı: Kültür
ve Turizm Bakanlığı'nca her yıl verilen ''Kültür ve Sanat Büyük Ödülü''nün bu
yılki sahibi şair-düşünür Sezai Karakoç'un, tören istemediği, sadece plaketin
adresine gönderilmesini talep ettiği ve para ödülünü de bakanlığın tasarrufuna
bıraktığı öğrenildi.”
Avukat beni işten atıp akrabasını aldı bir hafta sonra. Cağaloğlu
kusmuştu beni. Artık Galata’da çalışıyordum. Öte yaka hayatım başlamıştı.
Haliç’e diğer taraftan bakacaktım. Altı ay sonra oradan da kovulunca
-uslanmamış olacağım ki- Cağaloğlu’nda bir handa oda tuttum. Biten stajdan
sonra avukatlığa devam ettim. Odanın bir tarafı Divanyolu Caddesi’ne diğer
tarafı caddeyi kesen sokağımıza bakıyor. Ofise gelip çay içen edebiyatçıların
dedikodusu muhteşem: Üstat tramvaydan inip benim sokaktan geçerek gidiyormuş
işyerine. Komşu avukat dergilerde yazdığımı duyunca üste çıkmak için olsa gerek
Karakoç’la arkadaş olduğunu söylüyor. Yazarlar birliğinin çaycısına gidiyorum
Sezai Bey’den konu açıp konuşuyorlar. Hiç değmiyorum. Stajımı yakan Sezai
Bey’in avukatlığımı mahvetmesine müsaade etmemekte kararlıyım. Bir yıl boyunca
hareket etmedim. İşler de iyi gidiyordu. Bir gün İstanbul Adliyesi’nde icra
dairelerinden birinde dosya arıyorken 200 metre uzaklıktaki ofis komşumdan
telefon geldi. Normalde telefon görüşmesi yapmam. Bir işi düşmüştür ya da acil
bir durum vardır gerekçesiyle telefonu açtım. Aynen aktarıyorum: “Bil bakalım
ofise kim geldi?” Öylesine şaka olsun diye “Sezai Karakoç mu?” dedim. Yalan
söyleme ihtimali olmayana bu avukat gür sesiyle “aynen” dedi. Dört kat nasıl
tırmanmıştı o yaşıyla bilemiyorum ama üstat komşumda oturmuş çay içiyordu.
Başörtüsü problemini çözmüştü. Kızların türbanına İstanbul Üniversitesi’nin
amblemini basarak kamulaştıracaktık. Amblem mi demişti arma mı demişti
hatırlamıyorum. Partisi irticadan kapatılmış, yakınlarının giyim kuşamına kast
edilmiş bir aydındı o. “Üstat bi de benim ofiste çay içelim, bereket getirir”
deyip oda değiştirdik. Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Abartmıyorum tam bir ay
sonra düşmanlarım ofisimi bastı. Bu kez temelli olarak kaçtım Haliç’in öte
yanına. Narmanlı Han’da ofis tuttum.
Sezai Bey’in hayatı ve görüşleri bana uymaz. Şiirlerini çok
severim. Birkaçını ezbere bilirim. Şiir sanatında ulaşılmaz bir seviyede. Şiir
teorisini bildiğini de anlarız şiirlerinden. Rahmetli gelenekçi bir insan fakat
şiirde deneyebildiği kadar denemiştir. Kendisinin, insanların söylediğini
destekleyecek derecede merdümgiriz olduğunu tahmin etmesem daha çok görüşürdük.
En azından son bir kez görmek isterdim onu. Olmadı. Kimseye muhtaç olmadan
yaşadı, güzel ve dinç öldü. Allah rahmet eylesin üstada. Şiirleri sonsuza kadar
okunsun. Toprağı bol olsun. Ağlamamak için çok zor tutuyorum kendimi.
Yutkunuyorum bunları yazarken.
Cihat Duman, Kafkaokur, Aralık 2021
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil