Bu Blogda Ara

19 Aralık 2010 Pazar

Kitap Sırtına Yazılan Yazılar-Hüseyin Peker

 

Yavuz Türk, Kumaş, Yeniyazı Yayınları, Ağustos 2010, 64 sayfa


Yavuz Türk, 1982 doğumlu, ruh olarak Karadeniz Ordu’dan İstanbul’a göç eden, şiir sevgisiyle dolu bir genç ozan. İlk bakışta “kekeme adımlarla” yazdığını söylediği şiirlerden derlediği yapıtı Kumaş’ta isyan eden, sözcükleri suskunlukla parçalayan, kendi kaynaklarını, papatyaların lekelediğini söyleyerek çağırıyor bizi kırgınlığına.

Bu sıkıntısının başlıca kaynağını, “cebinde kırık misket, elinde ustura” ile bileklerini ovuşturduğu bir çocukluk isyanından “ben artık büyüdüm eyvah” diyerek sıyrılmaya çalışarak dile getiriyor.

İlk çığlığının kaynağının “baba” olduğunu anlıyoruz dizelerde. Baba kavramı sık sık karşımıza çıkıyor, babamsızlık çığlığını ise “sövgüyle büyütülen çocuk ben” (s. 13) diyerek dillendiriyor. Yer yer kendini piç gibi görmesi de bundan: Var olan babasını yok sayma ya da yok etme eğiliminden kaynaklanıyor bu öfke. Tanrısının, kendini yalnız bıraktığını söylediği bir kimsesizlik. Yaşamı bir ürperti gibi görmesine yarıyor. Boynuna sürülen bıçağı ince ince bilemesi de  savunma mekanizmasının çoğuludur bence.


Yavuz Türk, dar bir kelime haznesinde yoğun bitiştirilmiş duygu posasını daraltarak anlatıyor. Yani eksilterek yazdığı anlatım biçiminde bu kısaltmalar arasında duygu nehri de sık ve derin çağıltılarla akıyor. Yoğunluk onun ilk emeli ve şiire kavuştuğu liman bence. Az sözü çok acıya bulandırarak yazıyor: “benim işte yine o […]” veya “[…] bu yüzden, fakat” ya da başka bir yerde “işte, evet, kendini […]” ayrıca “ama hep, ama yine de” gibi sözcük sıkışmalarını önemsemiyor arada. Ama kendinin tuhaflaşmasını, “babası piç olan bu insan işi” devranı dillendirmesini becererek sunduğunu gösteriyor. Çünkü sıkıntısıyla kardeş, ya da küçük sesiyle bağırmanın senfonisine dönüşüyor, ince saz takımı:

“döne döne bir kalem hep aynı divanda
hem yazdığım, hem yattığım içinde” (s. 43)

Üstte Yavuz Türk’ün yarattığı anlam içre ustalık; belirgin biçimde önümüzde. Sıkıntı pervazından kurtulmak için tutuşan kederli ve öfkeli şairin kalemini; yazma ve yatma gibi iki ayrı eylemde bitiştirmesi onun anlam ustalığının şiire bezenmiş halidir. Sövgüyle büyütülen şair, kendini piç olarak görmekte, sığınamadığı bir dünyanın terlemesini yaşamaktadır. Büyüdükçe ölümüm çoğalıyor” diye işaret ettiği alan, belki “ağlayan erkek”e dönüştürmektedir onu. Karnesinde Nietzsche büklümleri taşıyan ozan “ben artık büyüdüm eyvah” dediği kırık misketlerini anar, uçurtmanın ipini keser. Her şey bir boğuntudur
Yavuz Türk şiirinde.

Şair, çocukluğun üfürdüğü onca sıkıntıyı arkadaşlarıyla; edindiği sevgi, sevgili yumaklarıyla gidermeye çalışmaktadır. “Tuz var, sızı var” (s. 50), “şimdi ağla ve uyu yeniden” (s. 46) diye avunduğu yaş, artık İstanbul’da kendine açtığı gençlik kanalında aranmalıdır. Umutlandıkça denizi taşlayan bu öfkeyle aynaya, yani kendine bakarak güldürür ve güç kazanır. Kurtarıcı anneden uzaklaşılmış, birileri tanrı olmuştur kısa zamanda. Artık yumuk kalan dostluğu, tuhaflığı olarak onu oyalamaktadır. Yavuz Türk gençliğinde, ergenliğinde aldığı yaradan doğmuş bir ozan. “kokuna doğru yürüyorum” hem öyle yakıcıydı ki, aşktı” dediği sevgisiyle, öldürdüğü baba imgesinden de kurtulmuştur. O dalı ben kırdım, o çiçek beni diye düşündüğü sevgilisiyle buluşur. Yüzündeki acı maskesi dağılır, kitaplarının yeri değişir; yazar kanun olur, yas dışına bırakır istemlerini. Hayatın içindeki değerler yerini bulmuş, Yavuz Türk’e sinen öfke kol değiştirmiştir: Mektup olur anadili. Sıyrıldığı baba tokatları büyük şehrin sokaklarına sinmiştir bir yerinden. “daha çok sığınır oldum sana ey ironi” (s. 38) dediği yer ise, belki onun son durakta aldığı yeni yatak odası olmuştur.

gidiyorum tanrım, başka şiirde görüşmek üzre” (s. 39)

Yavuz Türk’ün bundan sonraki kitabını şimdiden merak ediyorum. Sıkıntıyı, bıraktığı yerden nasıl dağıtacak? İzlenmeye değer bir ozan var karşımızda. Aklındaki kitapların raftaki yerini sık değiştiren bir ozanın üflemesi, sıcak soluğa dönüşüyor içli sesinin arasında.




Cihat Duman, Ya da Pişman Değilim, Yeniyazı Yayınları, Ağustos 2010, 64 sayfa


1984 yılında Elazığ’da doğup Malatya’da büyüyen, genç yaşında İstanbul’da avukat olarak hayata atılan Cihat Duman, özünde açılan özgün duyarlığını şiirine, kitabına, her yakaya bulaştırıyor öncelikle. Kitabın kapağına eğri oturmuş, avcuna sığdırdığı karpuzu tavuk gibi tutmuş, fötr şapkalı resmi yer alıyor ilk bakışta. Gözlüklerle baktığı karanlık duvar ötesi de onun içinden çıkıp kolayca atlatacağı yaşamda biriken acıların hikâyesi gibi işte!

Başından sona doğru bükülen ironi şiirlerini, duygularını zaptetmiş en başta. Yaptığı şeyin hepsinde deney saklı, görsellik gözleniyor. Büyük harflere dönüşen kelimeler ve harfler, kelimelere (benn) gibi eklenen fazladan harfler, hep Cihat Duman’daki sıkıntının ironiye dönüşen parçaları. Pahalı put kırdığını söylüyor, ama fazladan pot kırdığına inanmıyor. Kendini kıllı ve çirkin bulduğu yerler var. Hayvanları çok sevip inandığı yerler… Düz hali  sevmiyor, hep aykırılıktan yana. “çünkü bana bir kadının dişleri emredildi” (s. 14) değiştiriminde bile ağız dolusu ağlıyor. Tepkisi kulak kemiklerine kadar kızarmaktır şairin. Filmi burda durdurur, şiir yazmaya başlar. Üvey karısını hamile bırakmak da cabası.

Aşırılıkların cambazı kalmak onun sebebidir. “doğru zamanda geberten deprem […]” (s. 21) bulsa toprağın dibinde yerini almaya hazırdır. “ben artık elimi yüzümü yıkamadan şiire oturmuyorum” dediği yerde ise gülmekten kırılacağınız bir ozana inanmaya duruyorsunuz. Destanını kene ile tamamlayan bir küheylan. Belki hayatımın en güzel dizelerini ondan duydum.

“kendimle yatınca adım çıkmıyor
dokuza kadar sayamıyorum gece olunca” (s. 24)

Bu iki dizede ne var? Karşı cinsle ne zaman yatağa girse olay çıkıyormuş. Bu yüzden kendi yorganının altında ‘erken boşalmanın’ tarifiyle avunduruyor bizi. Yani kendine, kal daha iyi, diyen bir şair telkini. Bir yumruğun duvara ne zaman ağlayacağını hesaplarsanız, herhalde duvara atacağınız yumrukların parçalayacağı el ayalarını hesaplamadan önce, avucunuzun duvardaki badanaya gül izleri bırakacağını da aklınıza getirebilir misiniz? 

kadınlarım size anlatacaktır” (s. 26), “yalanım, borcum, kirli geçmişim, peh” (s. 27) diye sayıkladığı belki onun yaşam özetidir. Hem kadınlar, hem yalan, hem de kirli geçmiş yan yana. Ne denir? Bu kadar kısa bir yaşam aralığına hayatta olup biten her şeyi sığdırmak; ya yaşamın daraltılacağı ya da yorgunluğun şekil değişikliğine uğrayıp kolay yaşlandırılacağı bir görünümü anımsatıyor insana.

bir yumruk duvara ne zaman ağlar” (s. 26)

Cihat Duman, aşırılıkların ozanıdır başta. Yüksek çıkışların ironisine çalışmaktadır. Hız onun pervanesidir. Sevgilisine tonton der, bütün suçluları kardeş ilan eder. Dedesi ölenlerin tarafına geçer. Tabanca bilir, internet söyler. Kısaca speed and speed (hızlıdan da hızlı) bir şiire çalışır, yaşamına geçirir. Dizeler arasına girdiğinde nerden kurşunlanacağını bilmediğiniz bir kahramanı ezberletir. Post cihazını belinde aşağı yerlere kadar taşıran bu aşırılıklar ozanı, argoya burun kıvırır, günlük kıvılcımlara ışık çakar. Delilikle dalga geçer, Onu kısaca iki dizeye sığdırmak en doğrusu:

bir kişilik nüfusuyla bu daracık dünyada
aynı anda hem cinsel hem de soylu çekimser” (s. 49)

Burada dünyanın nüfusunu bir kişiye indirgemesi (kendinden ibaret), çok hayalperest ve
ütopik, aynı zamanda sıradışı bir durum. Belki nefretini gülücüklere sığdırmaktan uzaklaşıp, sıyrılıp, “Çok yaşadım nihayet iyi bir ölüm buldum” (s. 55) diyen bir intihara çalışmak… bana biraz bir ağlayış gösterin” (s. 59) diyen bir ozanın anlayışla ağlayışa yaptığı değiştirimden ne anlarsınız? Yerine sığamayan bir kıpırtı ozanı. Bazen vardığı yeri hesaplayamazsınız. Bazen de “ölürcesine soyunduğu” kadar sıkıcı. Bizden geçtiğine pişman. Bizi aralıksız bırakacak kadar soluksuz. Ya da nefesimizi kesecek kadar perişan.

Bir de Cihat Duman’ı bu reçeteden yola çıkarak izleyin. Kahraman ama nasıl bir cengaver? Hani yeraltını gezerken dışarı bakınan bir sürücünün kaskında dışarı taşınanlar gibi. Cihat Duman farklı bir dünyadan bizim dünyaya göçen bir Küçük Prens benzeri…

Kurşunkalem Dergisi, Ekim 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim ku...