Bu Blogda Ara

30 Aralık 2010 Perşembe

İç-Gündüz/ Semih Kaplanoğlu konuşur

Sondan başlayalım isterseniz, üçleme gibi. Yeni bir film projeniz var mı? Kimler görev alacak bu projede?

Daha henüz bir şey yok üzerine konuşabileceğim, şu olur- bu olur, şu senaryo olur- bu senaryo olur…

Hayırlısı olsun. Cioran’ın bir sözü var: “Nihaî dersleri ancak sanat dışında yaşayanlar çıkarabilirler. İntihar, azizlik, kötü alışkanlık- yetenek yoksunluğunun nice biçimi. İster doğrudan ister kılık değiştirmiş, söz, ses ya da renk aracılığıyla yapılan itiraf, iç kuvvetlerin birikmelerini durdurur ve dışarının dünyasına atarak bu kuvvetleri zayıflatır. Her yaratma fiilini bir kaçış etkeni haline getiren kurtarıcı bir azalmadır bu. Fakat enerjilerini biriktiren kişi, baskı altında, kendi aşırılıklarının kölesi olarak yaşar; mutlak içinde batmasını hiçbir şey engellemez…”  Sizin itirafınız önceleri şiirleydi. Şimdiyse sinema. Öncelikle şiir yazmaya devam ediyor musunuz? Sonra da bu iki sanatın sizce neden yakın durduğunu öğrenmek isterim?

Valla, yani bir şair gibi şiir yazmıyorum, yani yazamıyorum. Çünkü şiire tüm hayatınızı vermeniz gerekir. Şiir boşluk kabul etmez. Ama karaladığım şeyler de yok değil. Öyle söyleyeyim. Filmle ilgili, sinemayla ilgili süreçte her zaman şiir benim için bir üretme yöntemi olarak başvurduğum bir bilgi. Şiir bütün sanatların özünde yer alan bir şey. Şiir bizi nesneyle, zamanla, mekanla ilişkilendirir. Yani şiirin süzgecinden geçmemiş bir yapıt bence her zaman bir eksikliği barındırır içinde. Yani bu görsel sanatlar da olabilir, edebiyat da olabilir. Şiir ön koşullardan biridir. Yani dünyayı anlamak için verili dili kırması hasebiyle aslında dile karşı bir yapıdır şiir.


Dile karşı gelen bir yapı… Yani bunu düz yazıya…

Aslında sözcükler bizim anlaşmamızı sağlayacak şeyler değil. Sözcükler iletişime yaramazlar. İletişim üstü bir şeydir sözcükler. İletişimin, algının olmadığı yerde şiir devreye giriyor.

Yani şiir dili gerçek dilden bir kaçış ise sizin sinemanızın dili de gerçek dilden bir kaçıştır.

Hayır böyle yorumlayamayız. Bu yanlış bir yorum. Ben gerçek diye bir kelime kullanmıyorum. Yani bunu böyle yorumlarsanız yanılırsınız.


Gerçek derken ben bizim algıladığımız gerçekten bahsediyorum.

Şimdi terminolojiyi doğru kullanmamız lazım. Yani ben algıdan da bahsetmedim, gerçekten de bahsetmedim. Ben dilden bahsettim. İletişim dilinden bahsediyorum, insanların kurduğu dilden bahsediyorum. Şimdi konuştuğumuz dilden bahsediyorum.  Farkındaysanız sinemamda çok az konuştururum. Ben de çok fazla konuşmayı seven biri değilim. Gördüğünüz gibi şu anda zaten anlaşılmazlık başlıyor. Siz kendiniz “gerçek” diyorsunuz. Halbuki ben gerçeğin adını anmadım. Bir de şu yaptığınız alıntıyı ben hiç anlamadım. Hiçbir şey anlamadım alıntıdan. Ve Cioran’ı hiç sevmem.

Çok melankolik mi buluyorsunuz?

Hayır onun nihilizmini hiç sevmiyorum. Yani bu sorunuz ondan temellendiği için bağlantı kuramıyoruz sizinle. Yani… (Burada Semih Kaplanoğlu nefesini tutup bekliyor. Susuyor)

Anladım. Diğer sorumuza geçelim.Kısa süreliğine de olsa Ece Ayhan ile aynı evi paylaştığınızı, bir zamanlar edebiyat dergilerinde şiir yayımladığınızı biliyorum. Şiirle yoğun olarak hemhal olduğunuz o yıllarda en çok etkilendiğiniz, takip etiğiniz şair kimdi?

İkinci yeniyi, yoğun olarak takip ettim. Modern Türk şiirini diyelim; bir ucu Yahya Kemal’e ve  Ahmet Hamdi Tanpınar’a diğeri Ahmet Haşim’e değen bir tarafıyla da Edip Cansever, Turgut Uyar’a eklemlenen o şiiri takip ettim. Özellikle İlhan Berk, Ece Ayhan, Necatigil, Sezai Karakoç gibi şairleri yoğun okudum, etkilendim. Hâla da okuyorum. O şairlerden hem şiirle ilgili bir zevk hem de bir okuma ve öğrenme yönü kazandım. Öte yandan o tarihlerde çok gençken, yirmili yaşların başındayken onlarla tanışmış olmam, -Ece ağabeyle ve diğerleriyle- beni etkilemiştir. Onların ortaya koyduğu ahlaklı yaşama, hayatla kurdukları bağlantı ve eserlerinde yaptıkları şeyler bir tutarlılık içinde oluyordu. Sadece şiir yaparkenki tutumları değil, hayatı yaşarkenki tutumları da önemli bir değerdi.

Siz söylerken kafama bir soru takıldı: Ece Ayhan’ın bazı durumlarını anlatan kitaplar var. Bunlarda Ece Ayhan sizin bahsettiğiniz gibi tutarlı bir hayat yaşamadığını biliyorum ben.

Tutarlılıktan ne anlıyorsun sen?

Tutarlı derken, iki gün sevdiği bir insana üçüncü gün savaş açabilen bir insanmış. Biz öyle duyduk.

Öyle duymuşsunuz ama mesela bunda karşı tarafın da hataları olabilir. Ece, zor bir adamdı. Benim tutarlılıktan kastım şudur: Kendi şiiri ile kendi hayatı arasında görülmez bir şekilde tutarlılık var.

Cahit Zarifoğlu’nda da olan bir şeydir.

İnsan ilişkisi çok başka. Bu ilişki tek yönlü değildir. Ece çok duyarlı, insan gibi insan olan bir insandı. Haksızlıklara, sadece kendisine yapılmış değil bir başkasına yöneltilen haksızlığa da tepki gösterirdi ve davranışlarında insanlığı, “ahlâkı” gözetirdi.

Biz onları görmedik. Fakat eserlerine baktığımızda Ece Ayhan’ın ve Cahit Zarifoğlu’nun şiirlerindeki şekil ile muhteva arasındaki paralellik bizi cezbediyor. Belki de anlatmaya çalıştığınız o büyüdür.

Aynen o. Önemli olan da o. Sonuçta, tabi ki tutarlı olması gerekmiyor. Bambaşka bir hayat yaşayıp bambaşka bir şiir yazabilir. Ama tanıklık…

Tanık olarak soruyorum ben zaten.

Şahitliğin bana getirdiği durumlardan bahsediyorum. Ece Ayhan, 1982’den ölümüne kadar arkadaşlık yaptığım bir insandı. Aynı evi paylaştığımız zamanlar oldu. Onun kavgacılığını benle olsun, Mustafa Irgat’la olsun belli insanlarla arkadaşlıklarında biz görmedik.  Kavgacılığı elbette var. Onun çok fazla eleştirdiği bir şeyi yaparsan kavga çıkartır. Mesela Mustafa Irgat’ı daha doğru bir hayat yaşaması için uyarırdı.  Sen bu uyarıdan bir kavga çıkartırsan çıkartırsın. Ece, hem yaşadığı günlerin nabzını tutan hem de tarihe şiirin keskinliğini ve kronolojisini de kırarak uygulayan Türkiye’deki güç ve iktidar mevkilerini tarihselliğini görebilen şiiri de buna bağlı olarak kurup güncel hayata sızabilen. Gündelik hayattan bir şeyi tarihin içine yerleştirip yeniden bir tarih yorumu yapabilen çok önemli bir şair. Tarihselliği bu şekilde konumlaması önemli.

Kırıp yeniden yapma tarihi…

Evet kıran ve tekrar yapan ve bize bunu tanıdık bir dille anlatan, bu tanıdık dili de tekrar kıran bir şair… 

Filmlerinizin seyircide “mermi etkisi” yapmasını değil, seyirciyi düşündürmesini, kendine döndürmesini istiyorsunuz. Bu bir şekilde seyirciyi filmin üretimine katkıda bulunmaya davet ediyor. Bunun içinde “kendi seyircinizi” oluşturma gayreti içindesiniz. Seyirciye hükmetmek yerine seyirciyle aşk yaşamayı hedefliyorsunuz. Seyircinin dikkat dağınıklığı, ihaneti her an söz konusu olabilir. Bu kadar ümitli olmak, rizikolu değil mi efendim?

Bu söylediklerini nerden çıkardın?

Bunlar benim kendi yorumum.

Böyle bir beklenti içinde olamazsın. Sonuçta, şiirini yazarsın, filmini yaparsın, romanını yazarsın ve senden çıkar. Ondan sonrası seyircinin, okuyucunun bileceği iştir. Teslim olduğun bir alandır. Öbür türlüsü ne yaptığını bilmemen demektir. Sen ne yaptığını biliyorsan, ne yazdığını, ne çektiğini biliyorsan;  bunun da üç aşağı beş yukarı nasıl karşılanacağını bir şekilde biliyorsundur. Seyirci ve okuru düşünerek bir şey yaparsan onun sonuçları da vardır. Onun matematiği de vardır aslında. Genel olarak popüler kültür, popüler sanat, popüler işlerin belirli formülleri var. Eğer böyle bir niyetle hareket etmiyorsan, sadece yaptığın işin iç niyetiyle alakalıysan, dışardan nasıl göründüğü senin önceliğin değilse, pazarlamasıyla bir alakan yoksa kendi yaptığını yaparsın. Seyirci teveccüh eder-etmez, alır-almaz, izler- izlemez… O onların bileceği iş. Sinema, popüler kültür ürünü olduğu için bazı filmler hemen tüketilmek ister. İzlerler ve bitirirler. Bazı romanlar da böyledir. Okunur ve bırakılır. Yarın kimse hatırlamaz. Bazı işler de tarihe ve uzun zamana yayılabilir. Bu şekilde olduğu zaman seyirciyle tarihle, zamanla… Yıllarca o ilişki süre gider. Etkiyi kontrol edemezsin. Çay vereyim ben size.  ( Semaverden çay alıp içiyoruz. )

Aslında Hocam, biz arkadaşlarımızla konuşmalarımızda, seyirci diyelim bunlara, film çıkışında kahvede otururken alınan tavırdan bahsediyorum. Sizi sevenlerin çok sevdiğini, sevmeyenlerin ise…

Hiç sevmediğini…

Hiç sevmediğini, çünkü anlamadıklarını söylüyorlar. Bu iki ayrım benim çok dikkatimi çekiyor. Sizin sinemanızı sevenler, etkilenenler ve bunu sürekli birilerine empoze etmeye çalışan insanların bazı ortak özellikleri var. Böyle bir kitlenin oluştuğunu ben söylemeye çalıştım. Soruyu aslında bunu açıklayabilmek için sormuştum.

Birçok yönetmenin, yazarın, edebiyatçının karşılaştığı durum. Herkese hitap etme zorunluluğu yok. Sonuçta bu keskin ayrımın oluşması, yaptığımız işin köşelerinin olduğunu belli tercihler doğrultusunda hareket ettiğini gösteriyor. Bu da kötü bir şey değil bence.

Bir mülakatınızda Bal’ın miniği Bora Alataş’a teşekkür etmişsiniz. Bora’nın, Hayat Var’da Elit İşcan’ın, The Fall’da oynayan küçük kızın, Cennetin Çocukları’nda sürekli ağlayan erkek çocuğun, Leon’da Matilda’yı oynayan Natalie Portman’ın halleri geliyor şimdi aklıma. Bora veya diğerleri… Sinemada çocuklarla çalışmak, çocuk ruhuyla beraber olmak, rol yaptırmak nasıl bir duygu? Yoksa gerçeği mi oynuyorlar?

Ben filmlerimde amatör oyuncularla çalışırım. Nejat İşler de bir filmimde oynadı ama Nejat benim arkadaşım. Onun ruhunu tanıdığım için o filmde oynadı. Yani Nejat İşler olduğu için değil. Bora da benim için amatör bir oyuncu. Bora, üç yüz-dört yüz tane çocuğun arasından seçildi. Hatta bir türlü ben emin olamıyordum. Çekime on beş gün kala Bora’yı görene kadar kararsız kalmıştım. Onu köyde bisiklete binerken gördüm.

Hangi köy efendim?

Çamlıhemşin’in Köşkler diye bir mevkii var. Onu gördüm ve onun bakışı benim için çok önemliydi. Süt’teki ve Yumurta’daki Yusuf’un bakışını arıyordum. Bora’yla oturup sohbet etmeye başladık. Ben otantikliği sevmiyorum. Otantiklikten film çıkarmaya çalışmam. Çocuğun otantikliğini kullanıp film çıkarmak da bir yöntemdir. Ben buna karşıyım. Süt’te oynayan Melih Selçuk da amatördü. Onla çalışırken de öyle düşünmedim. Hele hele bir film çekeceğim diye bir çocuğun mahrem dünyasına girmek –çocuklar çok savunmasızdır-  ya da bir insanın bir yetişkinin hayatına girmek onu bire bir çekmek bence pornografik bir tutumdur. Bora’ya tıpkı büyük bir oyuncuyla konuşur gibi ne yapması gerektiğini anlattım. Çünkü Bora ile filmdeki Yusuf’un karakterleri bir birine zıt. Bora son derece hareketli neşeli, koşan oynayan, çok güzel okuyabilen bir çocuk. Filmdeki Yusuf karakteri ile hiçbir alakası yok. Ona bir oyun oynatmaya başladık. Empati duygusu, sınıftaki çocuklarla olan ilişkisi… Mesela kendi okulunda eskiden biraz alay ettiği kekeme bir çocuk vardı ve filmi çekerken ona çok üzülmüştü. Birlikte çalışarak, oynayarak, taklit ederek yaptık. O karakteri canlandırdı. Ona ekipten yardım eden arkadaşlar da vardı. Oyuncu koçu vardı, Kutay Sandıkçı diye bir arkadaşımız, Tülin Özen yardım etti, ben yardım ettim.

Bir sahnede, okurken zorlanan Yusuf’un elinin üstünü kaşıdığı görülüyor. Mesela bunu bizzat mı söylediniz?

O doğaçlama ortaya çıkan bir sahne.

Evet, aynı şekilde Bal filminde Eşeğin kuyruğunun Bora’nın kafasına çarpma sahnesi var.

Evet. O da tesadüf. Onu ayarlayamazsın.

Bu tesadüflerin filmlere kattığı ayrı bir tat var.
O tesadüflere açık olmak gerekiyor. her şeyi organize ettikten sonra bazı şeyleri kendi haline bırakırsın. Hayat oraya nasıl sızacak beklersin. Bunlar bazen olumlu bazen olumsuz olur. Bazen ahengi de bozabilir.


Tonino Guerra’nın bir mülakatta Tarkovski’ye sorduğu bir ilk soru var. Bu soru, yöneltildiği kişinin mesleği bakımından beni çok etkiledi. Soru şu: “İlk anınız nedir?”

Vallahi ben de düşünüyorum bunu. ( Gülüyoruz ) Derinleşmek çok kolay değil. Hatta geçenlerde karımla konuşuyordum bu konuyu. Şu sıralar mesela iki şey hatırlıyorum. Annemle İstanbul’a gelişimizi hatırlıyorum. İki yaşımda olabilirim. Vapurla gelmiştik İzmir’den. Vapurun Karaköy limanına yanaşması, atılan halatlar… Bir kış günüydü yağmur yağıyordu. Akşam saatleri. İstanbul’u ilk gördüğümü hatırlıyorum. Hayal meyal… Galata kulesini… Galata Köprüsü... Cılız zayıf sarı ampuller... İkinci anım da yine gemidedir. İzmir’de vapurda bir yaz gecesi. Annemin kucağını ve yıldızları hatırlıyorum. Bu iki anı arasında başka bir şey yok. Daha derine gitmeye çalışıyorum geçmişe. Bunlar geliyor hep aklıma.

İkisinde de su var.

İkisinde de anne var.

İkisinde de anne ve su var.

Deniz var diyelim ona.

Deniz mi diyelim?

Evet. (Gülüyor)


Üçlemenin ilk filmi ilgili “Yumurta:Ruha Yolculuk” adlı bir kitap çıkarıldı. Seçil Büker ve Hasan Akbulut’un. 200 sayfaya yakın dolu dolu bir kitap. Bu kitap hazırlanırken sizden yardım veya ipucu alındı mı acaba?

Bana bir tane soru geldi. Mekanla ilgili bir soruydu. Bozdağ, Ödemiş’te miydi diye sorudular. Yüz yüze bile görüşemedik onlarla. O kitapta onların tasavvurları var. Sağ olsunlar. Sinemada çözümleme çok fazla yapılan bir şey değil. O filmimizi seçip o çözümlemeyi yapmış olmaları benim için güzel bir şey, filmin benim de farketmediğim iç mekanizmalarını ortaya çıkarmışlar...

Postmodern düşünürleri çok iyi yedirmişlerdi yazılarına, tarzlarına… Ve filmlere çok güzel oturtmuşlardı. Üçlemeye gelelim. Asla rücu bir kez daha gerçekleşti. Bal’daki vahdaniyet, aile birliği, doğuş ve kopuş, Süt’te yerini büyümeye, ayrılığa bıraktı. Yumurta’da ise hem bedensel hem de ruhsal bir geri dönüş, kendini buluş izledik. Benim şahsi kanaatim sizin şair Yusuf üzerinden insan’ı anlatıyor olduğunuzdur. Filmlerinizle ilgili aşırıyoruma kaçabilecek tarzda psikanalitik yorumlar yapıldı. Bu yorumlarla ilgili söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Vallahi ne söyleyeyim? Yaptığım iş benim elimden çıktı. Seyircinin aktifliği çok önemli. Belirsizliği, planlı belirsizliği ben çok önemli buluyorum. Şiirdeki, resimdeki, sinemadaki belirsizlik öyle bir alan ki insanın kendi gerçeğiyle izlediği ya da okuduğu ürünün gerçeği arasındaki köprüyü kurar. Belirlenmiş, altı çizilmiş, didaktik hale getirilmiş bir durum, direkt aradaki köprüleri kopartır. Anlatabiliyor muyum?

Dün bunlar üzerine düşündüğüm için çok iyi anlıyorum.

İkincisi, özdeşleşme denilen şey. Bir karakterle özdeşleşme, bir karakteri kendine çok benzetme vesaire şeyler de aslında o insanın bu kuracağı köprüleri ortadan kaldıran bir şey. Çünkü belirsizlik bir mesafe getirir. O mesafe çok gerekli bir şeydir. Yoksa müthiş bir katharsis yaşarsın. Aristotalesci tiyatroda-sinemada izlediğin şeyler seni yükseltir, alçaltır ve sonunda götürür. Bu da nefsani boyutta kurulan bir ilişki. Öfke, cinsellik, şiddet vesaire… Nefsani olanın ötesine yani Kalbî olana geçmek. O mesafeye bizim ihtiyacımız var.

Hocam yaptığım okumalarda sinemanın hayale yakın bir şey olarak yorumlandığını gördüm. Sinemaya gittiğimizde beyazperdeye ışık yansıdığında hayal görür gibi oluruz. Sinema sanki içinde bulunduğunuz hayat ile hayal arasında konumlanıyor.

Öyle kategorize etmek benim için çok zor. Ben kendi adıma böyle bir tanımlama yapamıyorum. Hayal insanın kendi içinden çıkardığı bir şeydir. Rüya gibi. Buradan tekrar belirsizlik meselesine gelmek istiyorum.

Hocam, sizin dilinizdeki belirsizlik bizi o tarafa doğru götürüyor, Ters bir gerçekliğe doğru götürüyor.

O, işte bir tür rüya ya da hayal dediğin şeye doğru götürüyor. Neden? Çünkü aslında seyircinin katıldığı yer orası. Eğer katılacaksa seyirci…. O da bir yer almak için istek duyacaksa belirsizlik onu tanımlamaya, anlamaya ve belirgin hale getirmeye çaba göstermesine sebep oluyor. Bu önemli bir nokta. Bunu ben planlamaya çalışıyorum. Seyircinin o köprüleri kurması için belli bir takım metotlarla onu filmde tutmaya çalışıyorum. Seyirci filmle arasında bir bağlantı kurabilir mi acaba?

Sizin üçlemenizde karşılaştığım en büyük belirsizliklerden bir tanesi, süt filminde annenin o adamla ne tür bir ilişki kurduğudur. Belirlemeye yeltendiğim an kendimle yüzleşmiş buluyorum kendimi. Bir ayna gibi.

Yusuf için de durum belirsiz. O da bir şey görmüyor ki. Annesi de durumu gizliyor. Adam gayet doğal biçimde evlenme teklifi ile geliyor. Anne bu durumda kararsız. Bir belirsizlikler anı var. Hayatta olduğu gibi. Oradaki asıl mesele o genç şairin bütün bu olup bitenlerden etkileniş şekli. Bunları nasıl yaşadığı.

Etkilenme demişken, karakterlerinizden hiçbir zaman şiddet sergilediklerini göremiyoruz.

Deniyor ama olmuyor. Adamı öldürmeye kalktığında araya “balık” giriyor. O kendi dünyasını tanımayla çalışırken biz de kendimizi onun üstünden tanımlıyoruz.

Eğer nefsimize yenik düşmemişsek…

Olabilir.

Normalde seyirciyi rahatsız etmeyen bir film anlayışına mensupsunuz. Meleğin Düşüşü’ndeki cinayet sahnesini saymaz isek üçlemenin ikinci filmi olan Süt’de sizin sinema anlayışınıza ters olduğunu düşündüğüm şeyler vardı. Narın ısırılma sahnesi –ki sinemada şöyle bir baktığımda ağzı sulanmayan seyirci yok gibiydi-, madendeki gürültü ve baretteki ışık. Dili, kulağı, gözü anlık olarak rahatsız eden/uyaran görüntülerdi bunlar. Neden müdahale ettiniz seyirciye?

Evet. Çünkü hep şöyle düşündüm. Gençlik önemli bir şey. O yaşlarda dünyayı anlamada materyalist bir algımız oluyor. Hormonlar çok çalışır ve vücut duyarlıdır. O hissi filme taşımak istedim... Gençlerin nesnelerle ilişkisi farklı. O enerjiyi hissettirecek bir şeyler olmalıydı. O “nar” öyle bir şeydi.  Her şeyi ele geçirme isteği, yüzüne gözüne bulaştırma, tutkuyla hareket etme… Nefsin daha uyanık olduğu bir zamandır gençlik. Maden ise gerçekten gürültülü bir yerdir. Millet birbirinin sesini zor duyar. Sesi azaltma gereği duymadık. Kömür alınıyor, dökülüyor, vinçler çalışıyor. Oranın dünyası öyle.

Geçtiğimiz aylarda genç yönetmenlerce Yeni Sinema Hareketi adlı bir birlik kuruldu. Sizce genç sinemacıların temel sorunları nelerdir. Yakından takip ettiğiniz genç sinemacı var mı?

Bu konuda konuşmak çok kolay değil. Çünkü yeni sinema hareketi, ki aralarında bizim Derviş Zaim de vardır. O kadar da genç  bir grup değildir. Burada keskin bir ayrım, ideolojik bir ayrım, karşı estetik hamle, bir düşünce tarzı göremiyorum. Bir tür dayanışma duygusu var işin içinde. Bu da yeterlidir bir araya gelmek için. Filmlerin dağıtımı ile ilgili yaşanan sorunlar, Dağıtımcıların filmlere uzak durmaları. Ben bu yeni kuşağın yen filmler yaptıkça, yeni ifade olanakları buldukça, farklı bir dil oluşturabileceklerini düşünüyorum. Mesela İki Dil Bir Bavul. Belgeselle dramayı iç içe geçirmiş  iyi bir örnek. Aynı zamanda Türkiye’nin sosyal yapısı, şimdiki zaman içinde olup bitenleri o şekilde görüyorlar. Başka örnekler de var.. Nasıl film yaptığımız, oluşturduğumuz bir ilke meselesidir. İlkeler, ahlaki ve vicdani duruşları önemli kıstaslar olarak görüyorum. İşte Özcan Alper, Hüseyin Karabey, Seyfi Teoman, Seren Yüce. Genç kısa filmciler var. Mehmet Can Eroğlu, Mustafa Emin Büyükcoşkun… Bu gençlerin gelecekteki filmleri çok daha iyi olacaktır.


Hocam başta şiir yazmaya devam ediyorum demiştiniz.

Devam ediyorum arada sırada kenarda köşede.

Mesela bizim dergimize bu sayıda bir tane şiirinizi alabilir miyiz?

(Gülüyor.) Yayımlamıyorum kaç senedir.

Biz alırız ama!

En son “Gergedan” ya da “Argos” dergilerinde çıkmıştı şiirlerim. 20 sene geçmiş aradan.

Biz sizi çekeriz yine o kötülüğe.

On dört yaşımdan otuzlu yaşlarımın ortasına kadar yazdım ve o arada hayatımdaki en önemli şeydi şiir. Hep şiirin merkezinden baktım. Kaldı ki ben sinemaya da şiirin merkezinden bakıyorum.

Ben de oraya gelecektim. Üretme yöntemi demiştiniz.

Şiirin geliş şekli ile –oluşmasıyla- sinemanın arasında ben kendi adıma çok büyük fark görmüyorum. Çünkü eksiltmeler azaltmalar… Biz öyle bir dünyada yaşıyoruz ki sinema ister istemez şiirin aynasında gözükmek durumunda. Elli sene önceye göre görüntünün çok daha fazla olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Görüntüler adeta kelimelerin yerini almış durumda. Görüntü parçaları… Şiirde kelime neyse sinemada da görüntü o. Görüntü etrafımızı kaplıyor; televizyonda, internette, haberlerde, sinemada, video kliplerde… Görüntünün kırılması gerekiyor. Kırılması gerekiyor demeyeyim, sinema görüntünün kırıldığı yerdir. Görselliğin ortadan kalktığı yerde sinema başlıyor bana göre. Göstermediklerimiz de önemli. Göstermeyip hissettirtiklerimiz de! Sinema tarkovsiki’nin de dediği gibi 100 senelik geçmişi olan emekleme halinde bir sanat...

Çok güzel ve enteresan bir düşünce.

Ancak şiirin aynasında ve şiirle beraber hareket ederse sinema kendisini görüntünün hükümranlığından -daha doğrusu sahte görüntünün hükümranlığından- kurtaracaktır. Görüntüyü yeniden kuracak. Şiir dili nasıl yeniden kuruyorsa sinema da böyle yapacak. Şiir benim için bir kalkış noktası sinemada. Tam olarak bir yöntem değil.

Sinema zaten elli kişiyle çekilen, elli kişiyle yapılan bir sanat.

Elli kişi değil ama orda yönetmen… Elli kişi değil aslında bir kişi. Bazı yönetmenler tek kişi yapıyorlar o elli kişiyi yüz kişiyi unutarak.

Bir de Tarkovski’nin zikrettiği şiirsel sinemayla ilgili… Siz şiirsel sinemadan ne anlıyorsunuz tam olarak?

İşte bu söylediklerimizi anlıyorum. Biz şiir okuduğumuz zaman şiir bize ne yapar? Dünyanın zulmüne son verir. Hayatın zulmüne son verir. Dilin zulmüne son verir. Her şeyi yerli yerine oturtur ve adaleti getirir. Şiir’in en önemli özelliği bence budur. Bardak şiire girdiği andan itibaren bardaklığını bilir. Anlatabiliyor muyum? O sembolden kurtulur. Temsil etme durumundan kurtulur. Sinema da nesnenin görüntüsünü nesneden kurtarır. Gerçek sinema… İşte o zaman şiir oluşmaya başlar. O görüntünün zulmüne son verir. Anlatabiliyor muyum?

Yo, siz anlattıkça bana filmlerinizden sahneler geliyor. Mesela şu an  Süt Filmi’nin başındaki bardak ve sürahi sahnesi geliyor. Ben bunları zihnimde bir yere oturtuyorum. Problem yok.

Bakalım deşifre ettiğinde nasıl gelecek? (Gülüyor)

Hocam, bizim size sormak istediğimiz şeyler bu kadardı. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Çay ekleyeyim size ben. (Gülüyor)

Biz alabiliriz kendi çayımızı.

(Kaplanoğlu’nun musluklu semaverindeki sıcak su, aynı filmlerindeki gibi çok yavaş akıyor.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim ku...