Bu Blogda Ara

20 Aralık 2010 Pazartesi

Yusuf Üçlemesi’ne Aynı Perdeden Kısa Bir Bakış


Sinemanın makineye-özgü hareketini böylesine anlamlı kılan,
kameranın, kavramlar dayatmadan ‘görebilmesi’ ve ‘algılayabilmesi’dir.1

Kendi tabiriyle manevi gerçekçilik akımına tabi olan Semih Kaplanoğlu’nun sineması, bünyesinde yoğun olarak tasavvufi öğeler barındırır. Hayâl kavramının yanı sıra, nefs, vicdan, akıl, rüya, ölüm, kavramlarına yüklenen tasavvufi anlamlara teğet geçilerek yorum/eleştiri yapılmasını bir eksiklik olarak kaydedebiliriz. Kaplanoğlu, sineması ile aykırı bir duruş sergilemektedir. Bu aykırılığı ise direnişinden alır. Özellikle üçlemeyi izlediğimizde; minimalist anlayışın, taşraya dönüşün, uzun sekansların, gösterilmek istenen ile gösterge arasındaki mistik ilişkinin popüler sanata karşı bir müdahale olduğunu hissederiz. Kaplanoğlu’nun göstergeleri sarih değildir. Karakterlerin bir yere bakması, bir yere doğru yürümesi (genellikle ormana ve suya doğru) bir yerde durup beklemesi, yapılan bazı jestler seyirciyi kesin olarak bir anlama götürmez. Seyircinin kendi anlam katmanlarını oluşturması ve seçenek yapması gerekmektedir. Fakat biz hangi seyirciden bahsediyoruz? Tüketim kahramanı2 haline getirilmiş ve bayağılığı sanat diye yutan3 bir seyirci. Bu tür bir kitlenin (topluluk değil) karşısına elinde neşter ile çıkma cesareti her yönetmenin sahip olacağı bir erdem değil. Tüm bunları, sanatın bir mesaj taşıma kaygısı gütmesi gereğinden hareketle söylüyorum. Eğer Bunuel’in taşıdığı türden bir anlayışa sahipsek, “Mesaj vermek isteyen telgraf çeksin” diyip sırtımızı dönebiliriz. Yapılan ruh ameliyatına karşı kayıtsız durmanın da etik olduğunu düşünmüyorum.

Çekim tarihi olarak sondan başa doğru gidecek olursak üçlemenin karakteri Yusuf’u kronolojik olarak daha yakından tanıyabiliriz kanaatindeyim. Üçlemenin son filmi Bal’da Yusuf’un çocukluğu anlatılır. Filmde, Yusuf ile babası arasındaki sıcak ilişkiye şahit oluruz. Baba Yakup, arıcılık yapmakta ve yüksek ağaçlara kovan yerleştirmektedir. Tehlikeli bir mesleği vardır. Babanın zarar göreceği ihtimali bizi ve Yusuf’un ailesini sürekli gerer. Ve sonunda baba Yakup doğa tarafından alınır. Bir ağaçtan düşmüş olmalıdır. Bir daha eve dönmez. Ve ölüm haberiyle birlikte o unutulmaz son sahneye şahit oluruz. Yusuf, -babasını alan- doğadaki bir ağacın anaç köküne başını yaslar ve uykuya dalar. Yusuf’un uykusu diğer iki filmin nüvesi olur. Artık uyanması için tek seçeneği ölümdür. Bal filmi boyunca Yusuf Peygamber kıssasına çeşitli göndermeler yapılır. Babanın adının Yakup olması, Yusuf’un kovadaki suya düşen ayın yansımasını izlemesi, gördüğü rüyayı fısıldayarak babasına anlatması… Yusuf karakterinin şair seçilmesine ilişkin henüz hiçbir delil yoktur. Yusuf, iğdiş korkusu olmayan bir çocuktur.


Üçlemenin ikinci filmi Süt, Yusuf’un ergenlik dönemini anlatır. Yusuf, üniversiteyi kazanamamış ve dul annesi ile birlikte süt satarak geçimini sağlamaktadır. Yusuf’un şiir yazdığını, hocası ile olan konuşmalarından anlarız. Bu ise aklımıza, İbn Arabî’nin göksel seyahati sırasında Yusuf Peygamber’in katında şiire gebe kalmasını getirir. “Ona göre şiir, Venüs’ün dünyasından ve Yusuf Peygamber’den şaire gelen bir armağandı.”4 Yusuf’un hocasıyla şiir hakkında konuşması, madendeki arkadaşından şiir alması, dergide yayımlanan şiirine sevinmesi, kitapçıda şiir soran bir kızla diyaloga girmesi bize gösterilendir. Fakat gösterilmeyen çok önemli bir şey var. Gösterildiğinde belki de filmin tüm büyüsünü bozacak bir şey: Yusuf’un şiirleri.

Süt filminde izleyicinin kafasına takılan soru işaretleri, eksik bırakılan yerler (annenin arabaya binmesi, bir yerlere gitmesi ve o adamla tam olarak ne yaptığının gösterilmemesi) Lacancı bir tabirle söyleyecek olursak “gerçek olan, hayal olan ve sembol olan arasındaki farkı kapamaktadır.5 Kaplanoğlu sinemasının belki de en önemli özelliği budur: Eksik bırakarak boşlukları seyirciye doldurtma. Burada seyircinin yapması gereken filmden koparak hayal alemine doğru kaymasıdır. Sinema, gerçek ile hayal arasında bir yerdedir. Seyirci hayale yaklaştıkça aslında başka türlü bir geçekliğe, bir hiper gerçekliğe yaklaşmaktadır. Kaplanoğlu, bunun için bize süre de verir. Sekansları uzun tutar. Mekanı sindirmemizi sağlar. Bu tür durumlarda gerçek Kaplanoğlu seyircisi ortaya çıkar. Açık bırakılan kapıdan içeri giremeyecek kadar sabırsız olanlar, nefislerine söz geçiremeyenler filmden erkenden koparlar. Ve geriye özel bir seyirci kalır. Kaplanoğlu’nun bu özel seyirci için emek verdiğini düşünüyorum. Gişe filmlerinde yeterince uyuşturulan büyük bir seyirci topluluğu Kaplanoğlu’nun filmlerinden uzak durmaktadırlar. Bu durumu, Süt filminde Yusuf’un şiir yayımladığı Düşler Dergisi’nin az satmasına benzetiyorum. Her ne kadar sarsıcı değilmiş gibi gözükse de Süt’teki balık ve kaz sahnesi, ağlamasını bilen bir insan için yeterince hüzünlüdür. Süt filmi, evden ayrılışı/kopuşu temsil eder. Ta ki Yumurta’da eve dönene kadar Yusuf annesinden ve ilçesinden ayrı kalır. Evde bir yılanın olması ve sürekli korku hali yaşatması, ses çıkarması Yusuf’un tedirginliğini -belki de annesine karşı olan tiksintisini- bize aynen yansıtır. Annesi, ona göre nefsine yenik düşmüştür. İstasyondaki adamla her ne kadar ciddi düşünse de, içeriği belli olmayan kaçamaklar yapmaktadır.

Üçlemenin ilk filmi Yumurta, ölüm üzerine kurulmuş bir filmdir. Yusuf’u sürekli uyanırken ya da rüya görürken yakalarız. Yusuf, ölen annesini defin töreni için memleketine, taşraya döner. Ve annesini gömdükten sonra ormanda uykuya dalması adeta ölen için bir empati geliştirdiğini gösterir bize. Yusuf’un tıraş olması, hamama gitmesi, kendisine çeki düzen vermesi, ruhuna vereceği çeki düzen için bir ön çalışmadır. Çünkü Ayla’ya duyduğu aşkla birlikte Yusuf’un hayat algısı değişmeye başlayacaktır. Yusuf, köpekle karşılaştığı an, aslında nefsiyle karşılaşmıştır. Korkmuş ve ağlamıştır. Sonrasında Yusuf, aşık olarak kendinden vazgeçmiştir. Bir başkası için/Ayla için yaşayacaktır. Bir şeye inanmak, her şeye inanmaktır. Yusuf artık ruha inanmaktadır. Filmin en alegorik sahnesi ise kurban sahnesidir. Kurban; İslam’a göre İsmail, İsevilere göre İshak peygamberin babası İbrahim Peygamber tarafından kesilecekken emredilen bir ibadettir. Tanrı gökyüzünden bir koç indirmiş ve İbrahim Peygamberi böylece imtihan etmiştir.6 Tüm dinlerde karşımıza çıkan kurban özellikle İslam inancında nefsin köreltilmesini temsil eder. İnananlar, bir hayvanın kanını akıtma zahmetine katlanarak ve etini dağıtarak kendi nefisleriyle mücadele ederler. Yumurta filminin sonlarında kesilen adağın ise filmin ruhuna uygun olarak bu şekilde tevil edilebilme kabiliyeti var. Yusuf, çocukluğunda kaybettiği düzeni/aileyi tekrar kurma fırsatı yakalamıştır. Sadece ailesine değil, çocukluğundaki saflığına da geri dönmüş ve bu durum son sahne olan kahvaltı sahnesiyle tasvir edilmiştir.

Yusuf üçlemesi, yönetmenin gördüğü bir rüyadır. Tıpkı rüya aleminde olduğu gibi konuşmaların fiillere göre daha az yer tutması, zamanın kayması dikkat çeker. Yusuf’un rüyası, yönetmenin rüyası ve seyircinin rüyası iç içe geçerek gerçekler sorgulanmaktadır. Temel soru işe şudur: Biz kimin filmini izliyoruz? Yusuf’un mu, yönetmenin mi yoksa kendimizin mi?

1 Colebrook, Gilles Deleuze. Çev.,C.soydemir. İstanbul: Bağımsız Kitaplar.
2 Kavram Baudrillard’a ait.
3 “Yutturma” kavramı Donald Kuspit’e ait. (Sanat yutturulabilen bir şey artık.)
4 William Chittick, Varolmanın Boyutları, Çev:Turan Koç, İnsan Yayınları.
5 Nami Beşer, Lacan, Say Yayınları.
6 Kierkegaard bu durumu anlattıktan sonra imtihanın son aşaması olduğunu söyler ve hiç kimsenin İbrahim’in haline üzülemeyeceğini, üzülecek bir kalp taşımadığını belirtir.



Yeniyazı Edebiyat Dergisi, 8

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim ku...