Bu Blogda Ara

30 Aralık 2010 Perşembe

İç-Gündüz/ Semih Kaplanoğlu konuşur

Sondan başlayalım isterseniz, üçleme gibi. Yeni bir film projeniz var mı? Kimler görev alacak bu projede?

Daha henüz bir şey yok üzerine konuşabileceğim, şu olur- bu olur, şu senaryo olur- bu senaryo olur…

Hayırlısı olsun. Cioran’ın bir sözü var: “Nihaî dersleri ancak sanat dışında yaşayanlar çıkarabilirler. İntihar, azizlik, kötü alışkanlık- yetenek yoksunluğunun nice biçimi. İster doğrudan ister kılık değiştirmiş, söz, ses ya da renk aracılığıyla yapılan itiraf, iç kuvvetlerin birikmelerini durdurur ve dışarının dünyasına atarak bu kuvvetleri zayıflatır. Her yaratma fiilini bir kaçış etkeni haline getiren kurtarıcı bir azalmadır bu. Fakat enerjilerini biriktiren kişi, baskı altında, kendi aşırılıklarının kölesi olarak yaşar; mutlak içinde batmasını hiçbir şey engellemez…”  Sizin itirafınız önceleri şiirleydi. Şimdiyse sinema. Öncelikle şiir yazmaya devam ediyor musunuz? Sonra da bu iki sanatın sizce neden yakın durduğunu öğrenmek isterim?

Valla, yani bir şair gibi şiir yazmıyorum, yani yazamıyorum. Çünkü şiire tüm hayatınızı vermeniz gerekir. Şiir boşluk kabul etmez. Ama karaladığım şeyler de yok değil. Öyle söyleyeyim. Filmle ilgili, sinemayla ilgili süreçte her zaman şiir benim için bir üretme yöntemi olarak başvurduğum bir bilgi. Şiir bütün sanatların özünde yer alan bir şey. Şiir bizi nesneyle, zamanla, mekanla ilişkilendirir. Yani şiirin süzgecinden geçmemiş bir yapıt bence her zaman bir eksikliği barındırır içinde. Yani bu görsel sanatlar da olabilir, edebiyat da olabilir. Şiir ön koşullardan biridir. Yani dünyayı anlamak için verili dili kırması hasebiyle aslında dile karşı bir yapıdır şiir.


Dile karşı gelen bir yapı… Yani bunu düz yazıya…

Aslında sözcükler bizim anlaşmamızı sağlayacak şeyler değil. Sözcükler iletişime yaramazlar. İletişim üstü bir şeydir sözcükler. İletişimin, algının olmadığı yerde şiir devreye giriyor.

Yani şiir dili gerçek dilden bir kaçış ise sizin sinemanızın dili de gerçek dilden bir kaçıştır.

Hayır böyle yorumlayamayız. Bu yanlış bir yorum. Ben gerçek diye bir kelime kullanmıyorum. Yani bunu böyle yorumlarsanız yanılırsınız.

24 Aralık 2010 Cuma

Güncel Sanat ve İkinci Baskı

Güncel sanatın adamı iyi eden bir tarafı yok değil. ARTER’de İkinci Sergi (Second Exhibition) adında bir sergi var. Şöyle bir tur attım içerisinde. Anlamadığım şeyleri zaten süratle es geçiyorum. İşin üzerinde durup düşünecek vaktim yok. Vahap Avşar’ın bir işi dikkatimi çekti. Cam bir korumalığın içine binlerce sayısal loto kuponu dizilmiş. Kuponcuklar orda öyle bekliyor. İşin adı :Şans Eseri: Potansiyel Olarak, Sergilendikten Sonra En Fazla Değer Kazanacak Sanat Eseri. Çekiliş tarihi de verilmiş. Bilmem kaç Kasım 2010. Piyango çıkmamış olmalı. Olsa camı kırıp zile basardık.


İkinci Acayip’lik, çok acayiplik Burak Arıkan’ın tablosu. Ortak Yönetim Kurulu Üyelerine Göre Vakıflar Ve Şirketler Ağ: Türkiye Edisyonu. Burada Arıkan Türkiye’de faaliyet gösteren vergiden muaf vakıfların ve İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda halka açık şirketlerin yönetim kurulu üyelerinin arasındaki ilişkileri diyagramlardan oluşan görsel aynı zamanda bilgi iletişimine açık bir dile aktarıyor. Bizim Malatya Eğitim Vakfı ise bu tabloda dikkat çekici bir yerde. Her yer ele geçirilmiş. Maşallah.

Foto: Zeynep Güçlüten

23 Aralık 2010 Perşembe

Arka Sayfa Güzelleri

FRANKO BUSKAS, ÇÖT MENDİME GÖRSEKTİMİ VURU?, NORGUNK, EKİM 2010

Gak adlı fanzini çıkardığı dönemde adını duyduğumuz Franko Buskas(19??), “bozuk şiirleri” ile karşımızda. Çöt Mendime Görsektimi Vuru?, iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde şairin hayatı nasıl algıladığına şahit oluyoruz. İkinci bölümde ise sanatla ilgili alıştırmalar var. Buna ek olarak şairin “Patlama Risaleleri” dediği görseller var. “şiir isimlerinden sıkıldım ve Mecidiyeköy” adlı şiirden bir parça sunalım: “gel bu akşam sana da şiir sarayım/yapıbozum konuşalım/gölüklü solcu bir kız da olsun/ bize devrimin endikasyonlarını anlatsın/masalar dökümlüdür oysa devlet/sen elini uzatırsın tek deftere sığmaz bu/konuşsana lan benimle!”
Franko Buskas, Reşat Mecal ve Ah Muhsin Ünlü’nün olduğu takımda orta saha oynuyor. Ve güzel şeyler söylüyor: “eteğini bi kaldırıp bi indirir gibi gülme” [C.D.]


CEYHUN TUNA, TERK GÜRÜLTÜSÜ, NORGUNK, EKİM 2010

Uzun zamandır dergilerde görmediğimiz Ceyhun Tuna’nın ilk kitabı adeta mistikle modernin buluştuğu bir ilk kitap olmuş. Kaçış Konuşması ve Tekzip şiirleri arasında düzenli kurgulanan bölümler ve şiirler var. Düzen, kıta ve mısra yapısına kadar sızıyor. Okuru belirli bir ritme hazırlıyor. Bu yüzden bölümlere sessel/müziksel adlar verilmesi bir tesadüf değil: “derken içimde bir hançer buldum. bu kimin/ölüsü böyle, ben kimin ölüsüyüm öyleyse!burada/yol bitiyor uçurum başlıyor dedi biri, inan/beni aşağılara atın siz gidin gibi bir şey mırıldan”
Tekzip adlı şiirden bir bölüm yazıp kapatalım: “artık öldürülmekten yontulma bir adam olarak yaşayabilirim.” [C.D.]




TÛTÎ EDEBİYAT DERGİSİ, EYLÜL-EKİM-KASIM 2010

Tûti Dergisi ölmüş yazarlar ile söyleşiler yapmaya devam ediyor. Bu sayının merhumu ise Sait Faik. Sait Faik’e sorulan “Bir hikayenizden ötürü polise ifade vermiştiniz.” sorusuna Sait Faik’in verdiği cevaptan anlıyoruz ki verilen cevaplar yazarın eserlerinden alınma: “’Kestaneci Dostum’ diye bir hikaye yazmıştım. Orada çocuğun mangalına tekme vuruluyordu. Ertesi gün polisten çağırdılar. Kestanecinin mangalına tekme vuranları sordular. Ben ne bilirim, hatırlayamadım ki. Belki bir bekçi vurmuştur, dedim.”  Dergide Arif Ay’ın dergilerle ilgili yazısı, Mehmet Selim Özban’ın alıntılar adlı bölümü zevkle okunabilecek yerler. Bunun yanı sıra şiirler, öyküler, denemeler ve güzel bir takdim yazısı okuru bekliyor. [C.D.]

Yeniyazı, 8

20 Aralık 2010 Pazartesi

Yusuf Üçlemesi’ne Aynı Perdeden Kısa Bir Bakış


Sinemanın makineye-özgü hareketini böylesine anlamlı kılan,
kameranın, kavramlar dayatmadan ‘görebilmesi’ ve ‘algılayabilmesi’dir.1

Kendi tabiriyle manevi gerçekçilik akımına tabi olan Semih Kaplanoğlu’nun sineması, bünyesinde yoğun olarak tasavvufi öğeler barındırır. Hayâl kavramının yanı sıra, nefs, vicdan, akıl, rüya, ölüm, kavramlarına yüklenen tasavvufi anlamlara teğet geçilerek yorum/eleştiri yapılmasını bir eksiklik olarak kaydedebiliriz. Kaplanoğlu, sineması ile aykırı bir duruş sergilemektedir. Bu aykırılığı ise direnişinden alır. Özellikle üçlemeyi izlediğimizde; minimalist anlayışın, taşraya dönüşün, uzun sekansların, gösterilmek istenen ile gösterge arasındaki mistik ilişkinin popüler sanata karşı bir müdahale olduğunu hissederiz. Kaplanoğlu’nun göstergeleri sarih değildir. Karakterlerin bir yere bakması, bir yere doğru yürümesi (genellikle ormana ve suya doğru) bir yerde durup beklemesi, yapılan bazı jestler seyirciyi kesin olarak bir anlama götürmez. Seyircinin kendi anlam katmanlarını oluşturması ve seçenek yapması gerekmektedir. Fakat biz hangi seyirciden bahsediyoruz? Tüketim kahramanı2 haline getirilmiş ve bayağılığı sanat diye yutan3 bir seyirci. Bu tür bir kitlenin (topluluk değil) karşısına elinde neşter ile çıkma cesareti her yönetmenin sahip olacağı bir erdem değil. Tüm bunları, sanatın bir mesaj taşıma kaygısı gütmesi gereğinden hareketle söylüyorum. Eğer Bunuel’in taşıdığı türden bir anlayışa sahipsek, “Mesaj vermek isteyen telgraf çeksin” diyip sırtımızı dönebiliriz. Yapılan ruh ameliyatına karşı kayıtsız durmanın da etik olduğunu düşünmüyorum.

Çekim tarihi olarak sondan başa doğru gidecek olursak üçlemenin karakteri Yusuf’u kronolojik olarak daha yakından tanıyabiliriz kanaatindeyim. Üçlemenin son filmi Bal’da Yusuf’un çocukluğu anlatılır. Filmde, Yusuf ile babası arasındaki sıcak ilişkiye şahit oluruz. Baba Yakup, arıcılık yapmakta ve yüksek ağaçlara kovan yerleştirmektedir. Tehlikeli bir mesleği vardır. Babanın zarar göreceği ihtimali bizi ve Yusuf’un ailesini sürekli gerer. Ve sonunda baba Yakup doğa tarafından alınır. Bir ağaçtan düşmüş olmalıdır. Bir daha eve dönmez. Ve ölüm haberiyle birlikte o unutulmaz son sahneye şahit oluruz. Yusuf, -babasını alan- doğadaki bir ağacın anaç köküne başını yaslar ve uykuya dalar. Yusuf’un uykusu diğer iki filmin nüvesi olur. Artık uyanması için tek seçeneği ölümdür. Bal filmi boyunca Yusuf Peygamber kıssasına çeşitli göndermeler yapılır. Babanın adının Yakup olması, Yusuf’un kovadaki suya düşen ayın yansımasını izlemesi, gördüğü rüyayı fısıldayarak babasına anlatması… Yusuf karakterinin şair seçilmesine ilişkin henüz hiçbir delil yoktur. Yusuf, iğdiş korkusu olmayan bir çocuktur.

19 Aralık 2010 Pazar

Kinci Baskı

"Yeniyazı", yeni şiirler- Necmiye Alpay

 İyi edebiyat dergileri bize şaşırtıcı, zamanın değerini hissettiren bir şeyler sunan dergilerdir. Bu bir şeylerin içinde, bildiğimiz bir yazara ilişkin bilmediğimiz olgular, değerlendirmeler vardır, yeni yazarlar, öyküler, şiirler, haberler, anmalar, duyurular vardır. Ne vakit iyi bir edebiyat dergisini kaçırsak, bizde yeni bir eksiklik doğar.
"Yeniyazı" dergisinin ilk sayısı 2009'un temmuz-ağustos aylarında çıkmıştı. Ben yalnızca ilk sayısını edinip orada kalmışım, biraz da talihsiz bir şeyler yüzünden. Geçenlerde bir arkadaşım bu dergiden söz edince tüm sayılarını (şu ana kadar yedi sayı) edindim ve kaçırdıklarım arasında bir yığın "çerçeve"nin de olduğunu gördüm.
"Çerçeve", dergilerde genellikle "dosya" adı verilen çalışma türünün "yeniyazı" dergisindeki adı: Belirli bir yazarı, yapıtı ya da izleği enine boyuna ele almaya çalışan bölümler kastediliyor. "Yeniyazı"nın bugüne kadar çıkan yedi sayısındaki "çerçeve"lerde sırasıyla şu yazarlar konu edinilmiş: Seyhan Erözçelik, Nurdan Gürbilek, Ayfer Tunç, Fatih Özgüven, Ülkü Tamer, Orhan Koçak ve Mıgırdiç Margosyan.
Bu çerçevelerden Nurdan Gürbilek ve Orhan Koçak başlıklı olanları özellikle nadirattan sayılmalı: İki eleştirmen, birbirleriyle ilgili "çerçeve"ler için de birer yazı yazmışlar.
Gürbilek ile Koçak'ı okurken, ikisinin yalnızca düşünsel düzeyleri açısından değil, dergidaşlıkları (Ekim-Kasım 1987 - Kış 2002 arasında yayımlanmış olan ünlü "Defter" dergisi) ve giderek yazı geçmişleri ile üslupları açısından da birbirlerine ne kadar yakın olduklarını daha güçlü bir biçimde hissettim. Öyle görünüyor ki bu yakınlık aynı zamanda birbirlerini en esaslı biçimde eleştirebilmelerini sağlamıştır.
Nurdan Gürbilek'le "yeniyazı"da ayrıca 4. sayıdaki "Böcek" başlıklı "atölye" bölümünde karşılaşıyoruz: Kafka konulu, yayımlanmamış bir yazısı var orada...
Herhalde şimdi "yeniyazı"dan söz etmeye neden 'kaçırmak' kavramı çerçevesinde başlamış olduğum daha iyi anlaşılmıştır. 'Kaçırmamış' olan okurlar da anlayacaklardır sanıyorum beni.

*
"Yeniyazı" daha önce fanzin olarak çıkıyordu. Bazı fanzinler bizim ana karnındaki halimiz gibi oluyor: Sonradan dergi olarak doğuyorlar ve doğduklarında hayata yeni başlamışlar gibi sayılar sıfırlanıp numaralandırma 1'den başlıyor.
Bende fanzinin yalnızca 2. ve 5. sayıları var. Bu iki sayıdan Kasım 2008 tarihli olanında türlerarası, yarı öykü, bir sayfalık bir metin vardı. Yer ile zamanı bir kılan anlatımıyla dikkat çeken bir metindi; "Eşyam yok hepsi geçmişte kaldı" filan diyordu. Yazarı, Cihat Duman.
Cihat Duman'ın adı, şimdi hem "yeniyazı" dergisinin yayın kurulunda, hem de Yeniyazı Yayınları'ndan çıkan bir şiir kitabının üzerinde: "Ya da Pişman Değilim".
Fanzinin editörü Yavuz Türk'ün adı da öyle; hem "yeniyazı" dergisinin yayın kurulunda, hem de Yeniyazı Yayınları'ndan çıkan bir şiir kitabının üzerinde: "Kumaş".
İki şairin arasında başka yakınlıklar da gözlemlenebiliyor. Türk'ün kitabındaki "İronik Haziran" adlı şiir Cihat Duman'a adanmış. Ve ikisi de "yeniyazı"da yeterince düzyazı yazmamış. Oysa ilk sayıdaki yazıları daha fazlasını vaat ediyordu.
Ancak, bu sürenin sonunda şiir kitapları çıktı. Kitaplarından belli ki, bir süreçti söz konusu olan. Geçen sürede şiiri ve şiirdışını temel boyutlarıyla sorgulamışlar ve bunu şiir yoluyla ortaya koymuşlardı. Sonuçta ortaya, sorgulayıcılık gibi genel bir özellik taşıyan özgün şiirler çıkmış.
Dolaysız bir sorgulama denemez bu şiirlerdekine. Ancak, iki şairin sorgulamayı gizlemeye çalıştıkları da söylenemez. İşin içinde, şiir kavramını yok etmek kadar, hatta daha çok, mirasa saygı sunmak da var. Yavuz Türk'ün "İronik Haziran" adlı şiiri bu açıdan da anılabilir: Cemal Süreya'nın "Ölüyorum tanrım"ından Hasan Hüseyin'in "Haziranda ölmek zor"una, dolayısıyla Orhan Kemal'e ve Nâzım'a kadar giden selamlar okunuyor orada.
Her iki şair de bu aşamada yazıdan çok şiirle düşünmüşler. Belki henüz bocalama aşamasını geride bırakmamışlar ama, çokboyutlu bir şiir yazdıkları da açık.

N'aber-Tvnet

http://tvnet.tv.tr/?i=132ef39237

Ne Yapmışım Abi

Böyle kültür adına, böyle sanat adına, böyle öğrenmek adına. Dergilerde 2010 boyunca ne yapmışım acaba. Hele bi bakam. 15 şiir basmışım. 6 tanesi kitapta var. Diğerleri yok. 5 tane yazı yazmışım. 5 tane söyleşiye söyleşen ya da söyleşilen olarak karışmışım. Bir de ufak kitap tanıtımları yazmışım. Alla bereket versin. Tam bi külüstür sanat adamıymıymışım.

Şiir
Temyiz Dilekçesine Yazılmayacaklar…….......(kitap-lık, 134)
Elinin Humoruyla Şiirime Karıştın……….……(Ğ, 5)
At Avrat Tazminat…………………….....….(Ğ,6)
Savaş Haberleri…………………………..... (Hece, 161)
İkizler Burcu………………………………. (Ğ, 7)
İlk Görüşte Gool Ve……………………......(Avangarde, 3)
Aşırı Türkiye 2…………………………..... (kitap-lık, 139)
Gizli Ses Kaydı…………………………..... (Karagöz, 12)
Tamamen Mektup……………………….  .. (Sincan İstasyonu, 36)
Çarpılmış Bir Kitaptan Döküntüler……...…. (Ğ, 8)
Geç Kalkanlar İçin Pazartesi Ağıdı……… .. (Sus, 12)
Çakma Vasiyet………………………..….. (yeniyazı, 7)
Yasal Meyve…………………………....… (yeniyazı, 7)
Terapi Tutanağından Basına Sızan Laflar…....(kitap-lık, 142)
Fakülte Bahçesinde Ettiğim Nutuk……….... (kitap-lık, 142)
Burası Zeki Dumurkubuz...............................(karayazı, 13)

Yazı
Hayriye Ünal ile söyleşi ………………….....(Ğ, 6)
Cihat Duman ile Söyleşi………………….... (Ğ, 6)
Gidiyorum Bu Hakkında………………….... (Heves, 25)
Bozuk Ağzın Şiiri…………………..........… (Hece, 165)
Cihat Duman ile Söyleşi……………………. (Gerçek Hayat)
Dada Korkut (Ayşegül Tözeren’le birlikte)…. (yeniyazı, 6)
Semih Kaplanoğlu ile söyleşi……………...... (yeniyazı, 8)
Tülin Özen ile söyleşi……………………..... (yeniyazı, 8)
Semih Kaplanoğlu Sineması…………………(yeniyazı, 8)
Tehlikeli Oyunlar…………………………... (İzdiham, 8)
23 Nisan Ağıdı Hakkında................................(Hece, 168)

Kitap Sırtına Yazılan Yazılar-Hüseyin Peker

 

Yavuz Türk, Kumaş, Yeniyazı Yayınları, Ağustos 2010, 64 sayfa


Yavuz Türk, 1982 doğumlu, ruh olarak Karadeniz Ordu’dan İstanbul’a göç eden, şiir sevgisiyle dolu bir genç ozan. İlk bakışta “kekeme adımlarla” yazdığını söylediği şiirlerden derlediği yapıtı Kumaş’ta isyan eden, sözcükleri suskunlukla parçalayan, kendi kaynaklarını, papatyaların lekelediğini söyleyerek çağırıyor bizi kırgınlığına.

Bu sıkıntısının başlıca kaynağını, “cebinde kırık misket, elinde ustura” ile bileklerini ovuşturduğu bir çocukluk isyanından “ben artık büyüdüm eyvah” diyerek sıyrılmaya çalışarak dile getiriyor.

İlk çığlığının kaynağının “baba” olduğunu anlıyoruz dizelerde. Baba kavramı sık sık karşımıza çıkıyor, babamsızlık çığlığını ise “sövgüyle büyütülen çocuk ben” (s. 13) diyerek dillendiriyor. Yer yer kendini piç gibi görmesi de bundan: Var olan babasını yok sayma ya da yok etme eğiliminden kaynaklanıyor bu öfke. Tanrısının, kendini yalnız bıraktığını söylediği bir kimsesizlik. Yaşamı bir ürperti gibi görmesine yarıyor. Boynuna sürülen bıçağı ince ince bilemesi de  savunma mekanizmasının çoğuludur bence.

Pişman Olmayanların Soyundan Gelmek-Hayriye Ünal

Şiir kitaplarının adını önemserim. Cihat Duman’ın (1984) ilk şiir kitabının adı benimle bağlantı kurabiliyor. Ya da Pişman Değilim (Yeniyazı y., 2010) İlk kitap için doğru bir seçim mi? “Ya da” bağlacı öncesine ve öteki ihtimale imada bulunuyor. Halbuki öncesinde şiir yok. Sadece Pişman Değilim olsaydı, kesinleştirerek pişman olmayanların soyundan olduğunu. Bu ihtimale ağırlık vererek başlıyorum yazıma.
İyi niyetli üçüncü kişi için üç nokta. O ben değilim. İyi niyetli değilim. Üstelik şiire iyi niyetle bakmaya karşıyım.
Duman’ın içine doğduğu koşulların oluşumunu iyi gözlemlediğimi söyleyebilirim. Türk şiirinde ‘90’ların ortalarından bu yana olup biten gelişmeleri sağduyulu ve gözlem gücünü iyi kullanarak değerlendiren kimse yok. Bazıları için mesele fazla kişisel. Bazılarıysa tüm ortayolcu ve bir sizden bir bizden gibi denkleştirme çabalarına rağmen taraflarının desteğini kaybetmekten korkuyor. Bunlar can sıkıcı ve bilindik by-pass gerçekleri.

En Büyük Hazinemiz Aklımızdır

Sevgili Bilge,
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım.

Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim.

Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor.

Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.

Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle,sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.)

Geçen sabah erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan akşama kadar radyo dinleyeceğiz, dedim. Bir süre sonra sıkıldı. (İnsandır elbette sıkılacak. benim gibi bir canavar değil ki.) Bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. (Ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.) Bazen Nurhayat Hanıma gidiyorum; karşılıklı susarak oturuyoruz. Konuşmamak ne iyi, bir bilsen. İnsan elbette konuşmak istiyor; dert yanmak, haklı çıkmak istiyor. Fakat kelimeleri insana ihanet ediyor, insan kendine ihanet ediyor. kendinden nefret ediyor. Dul kadın iyi: Bana kahve pişiriyor, sigaramı yakıyor. Onun yanında biraz huzura kavuşuyorum. Pilleri, kutusundan büyük bir radyosu var; onu dinliyoruz. Nurhayat Hanım sıkılmıyor. Bazen dul kadının evinde, bir iki söz ettiğim oluyor: Kendi kendime konuşur gibi. Nurhayat Hanım hiç söze karışmaz; aman işte biri konuşmağa başladı varlığını ortaya koydu, dur ben de bir şeyler söyleyeyim kişiliğimi göstereyim gibi küçük çabalanmalar içinde değildir dul kadın. Onunla oyunlar dinliyoruz radyodan. Yıllardır sesleri değişmeyen, fakat adları farklı olan oyuncuların piyesleri; aynı heyacanlı titreşimler, aynı yükselip alçalmalar. Sanki yıllardır sürüp giden uzun bir oyunu parça parça oynuyorlar. Kahkahalar atıyorlar - çocukluğumdan beri dinlediğim kahkahalar. Aynı kapıları yıllardır açıp kapıyorlar. Aynı güç durumlarda kalıyorlar. Yavaş konuş bizi duyacak diyorlar, siz burada ne arıyorsunuz bakalım diyorlar. Ben yalnız sesleri dinliyorum, anlamlarla ilgili değilim.kuş sesi dinleyerek huzur duyanlar varmış; onlar gibiyim. Haberleri de, belli konular üzerindeki konuşmaları da, tartışmaları, açık oturumları, reklamları da, özel programları da aynı şekilde dinliyorum. Her kuşun kendine özgü bir sesi var: Sözleri dinlemeden hangi program olduğunu biliyorum bu yüzden.

Dul kadının inanılmaz bir hoşgörüsü var: her çeşit müziği dinliyoruz üst üste. Bizim dilimizden şarkılar da var galiba: Çünkü sözlerini anlar gibi oluyorum. Dul kadınla ben, senin anlayacağın, soyut bir durumdayız; daha doğrusu her şeyin özüyle ilgileniyoruz: Meyvelerin yalnız suyunu içiyoruz. Birer sigara yakalım mı Nurhayat Hanım? diyorum. Yakalım Hikmet Bey, diyor. Son günlerde bana 'Bey' diyen bir dul kadın kaldı. Görüyorsun ben de kaçamak yapıyorum: Yalnızlığı dul kadınla aldatıyorum. Ne yapayım? Beni olduğum gibi kabul ediyor. Sen, yalnız iyi programlarımı dinlemek istedin. Alaturka çaldığım zaman düğmemi kapatmak istedin. Belki gerçek canavar ben değilim....

Tehlikeli Oyunlar'dan/ Oğuz Atay, İletişim Yay.

Şiirden Karnavala-Raif Kadıoğlu

I.
Ramazan-ı Şerif’in, Brezilya’da yapılan meşhur karnavalın yapıldığı tarihe denk geldiği yıllardan birinde, televizyon kanallarını dolaşıyordum. Önümde de eleştirmekte olduğum bir şiir kitabı vardı. Kanalları dolaşırken Kabe’den canlı ibareli kanaldan hemen sonra açtığım kanalda Rio karnavalının görüntüleri geldi. Dedim ki kendi kendime: “Acaba şiirde kelimeler cemaatle namaz mı kılmalı yoksa şu karnavalda olduğu gibi karışık ama erotik mi olmalı?”

II.
İçimdeki ses bana cevap verdi: “ Şiirdir üstat, ne versen yer bu salaklar.” İçimdeki sesin beni ciddiye alması çok hoşuma gidiyor.

III.
Şiir çok ilginç hakikaten. Malzemesi dil olan, kelimelere göz kırpan bir tür. Resimde olduğu gibi renk, müzikte olduğu gibi ses olsaydı malzeme biz de rahatlardık. Düşünsenize, kelimeler eşekten düşmüş karpuza dönüyor şiirde. Resmen taşkala çıkıyor. Şiir, bazenleri kelimeye dayanıyorken hele, tadından yenmez bir hal alıyor. Folkör, özelikle halay çekerken kelimeler, şiirin metresi olabiliyor. Eski düşmanlıkları bırakmak lazım. Çünkü, eskiden postyapısalcılar yoktu ki. Olsa Cemal de gösterirdi elbet, gösterilirdi.

Sıktırmalık Portakal-Tolga Tup

Düz yolda sekiz çizen alkollü araç ve üç arkadaş. Ölmemek için hayli yüksek şansa sahipler. Bu şansı polise rastlayışlarında da kullandılar. Aracın durması camın açılması üfleme cihazı uzatılması. Şoförün ‘Mariyn Ketr üflesin, ilk o üflesin doğum günü doğum günü’ derkenki sesin tonu çocukluk yıllarından kalma. Memur Mariyn Ketr’ın kim olduğunu öğrenmek için nüfus kağıtlarını istedi. Aracı kullanan üçünü de uzattı. Bu isim hiçbirine ait değildi. ‘Baylar gözaltına alındınız’ cümlesini söylerkenki aksanı ve arkasından savurduğu  sinsi bakışlar entellektüel olma hakkı istiyordu. Bunlar olurken gıcırdayarak açılan bagajdan kısa boylu uzun bacaklı Mariyn Ketr çıktı. Mariyn’in araçtan çıkışında ‘uzaklara doğru gidecek!’ hali vardı. Durdurmak fena olurdu çünkü zombi gibi ışıldayan gözleri operasyondayım mesajı veriyordu. Beş metre uzaklaştıktan sonra sisin arasında kayboldu. Herkes şaşırdı duruma. Sessizliği yırtıp tekrar geldi. Kimse unuttuğu şeyi aramaya böyle gelmezdi. Memur ‘sen insan değilsin aga’ demeyi göze alamadı. Bagajdan çıkardığı ata binip yine uzaklaşması ikinci darbeyi koydu. Fazla uzaklaşamaz lafına hiç inanmamıştı fakat at çatlayınca fazla uzaklaşamadı. “Dili ısırmak kötüdür” dedi. Bunu niye söylediğini sorguladığımda attan düştüğünü anladım. Peynir baştan hatta tam yağlı kokuyordu. Aslında memur entelektüel değildi. Her sinsi bakan ve baylar kelimesini kullanan için bu söylenemez. Araçtaki üç adamı tanıyamadım. Toplanması zor satılması kolay nesneler gibiydiler. Çok da önemli değillerdi. Bu duruma alışığım.

Şiir Mekruhtur

Cihat Duman’la yeni çıkan kitabı “Ya da Pişman Değilim” üzerine kısa bir söyleşi yaptık. Biz onu tanıdığımız için mutluyuz, sizin de öyle olacağınızı umuyoruz… (Ayku Ertuğrul)

Sevgili Cihat, kitabında özellikle dikkatimizi çeken şu ki; bazı yerlerde şiiri, nükteye/şakaya kurban ediyorsun. Bu bir risk değil mi?

Evvela, şiir/şairlik benim için çok da önemli şeyler değil. Ben söyleyeceğim şeyi şiir formunda ya da şair maskesiyle aktarmaya çalışıyorum. Belki de bu şekilde yaşamak kolayıma geliyordur. Ayrıca şiir benim için mekruh da diyebileceğim hafif günahlardandır. Şiir okumayı/yazmayı daha büyük günahlardan bir nebze olsun kendimi kurtarmak için sürdürüyorum. Bu yüzden yazdığım metinlerde bir tür suçluluk psikolojisi hissedilebilir. Gelelim nüktecilik meselesine. Dediğin doğrudur. Ben nükteciyim. Şairlik kendini unutturmak gerekir ki bu bende yok. Hayallere dalamıyorum. Plan yapamıyorum. Rüya görmem. Başıma gelen musibetler sonunda nükteli davranarak, nükteli yazarak Allah’a isyan etmekten sakınmaya çalışıyorum. Kalbini bırakıp, zekâsıyla şair olmaya çalışan her insan nüktecidir, evet. Fakat şiire de kira ödüyorum Aykut. Şiir hakkında yazdığım yazılar, şair maskesi takmamın ücretidir.


Geçersiz Tövbe Olarak Şiir

(Cihat Duman, Ya da Pişman Değilim, Yeniyazı Yayınları, Ağustos 2010.)

Ya da Pişman Değilim, kapak fotoğrafından başlayarak okura farklı bir deneyim yaşatacağının sinyallerini veriyor. Başındaki fötr şapkaya rağmen yere çömelme cesaretini gösteren ve sanki yetmezmiş gibi kucağındaki karpuzla bir şeyler bekleyen bir adamın fotoğrafı var kapakta. Daha çok bir roman kapağını andırıyor bu haliyle. Kapakta olan absürtlük şiirlerde de karşımıza çıkıyor: Babalarından Müslüman kızlar talep eden gençler, içler dışlar çarpımı birbirine âşık olanlar, üvey karısından hamile kalanlar, kanaması durdurulamayan güller, arada bir çocukları toplayıp anayasa yapanlar, demokratların sosyal yalancısı olanlar, cesetlerin kolunda işleyen saatler, kiralık padişahlar, gerçeküstü anayasalar, Türkçe miyavlayan deli kediler, maaşlı kadınlara duyulan aşklar, Derrida tarafından yapılan bekâr evleri, balıkları her sabah suvaranlar, neştere üfleyen ceninler, ölü leş kargalarından gelen kokular, kendine yeni bir kalp yapan genç kızlar, beş vakit esrarında narkotik köpekleri, mezarlıkla suçlanan istasyonlar, yangından su kaçırır gibi ağlayanlar, ağzından ağlayanlar, ölünce ağzı bitenler…

Cihat Duman (1984), örneklerden de anlaşılacağı üzere şiirini zıt kavramların reaksiyonu ile kurmaktadır. Ayrıca son yıllarda yazdığı poetik yazılarından da kendi şiiri hakkında ilk ağızdan birtakım çıkarımlarda bulunabiliriz. Ya da Pişman Değilim, öz farkındalıkla yazılmış empatik şiirlerden oluşuyor. Şairin, ‘kendisine rağmen’ şiir yazabildiğini birçok dizeden anlayabiliyoruz. Yazdığı şiirde ses ve kurgu ile ilgili problemleri olduğu korkusunu, okurun da yerine geçip konuşarak anlatıyor şair. Okuru seslendirmesi ise bir tür paradoks yaratıyor şiirde. Bu durumda kendimizi iki ayna arasında buluyoruz.

Bozuk Ağzın Şiiri ya da Şiirin Vesikalı Baldızı: Argo

 Beni odana götür ve düz.
 Senin sözcük dağarcığında
 İnsanda arzu yaratan
 Tarifsiz bir şeyler var.

 Philip Dick, Le Bal des Schizos*



Okuru baştan çıkarma, yazarın asıl görevi olmasa bile hedefleri arasındadır. Hele şiir okuru, diğer okurlardan farklı olarak bu isteğini (baştan çıkarılma) belli eden bir fıtrata sahiptir. Bu farkındalığa sahip her şair, ‘özkitle’sini hesaba katarak davranmak zorunda hisseder kendini. Şiirinde ironi, satir, parodi, taşlama, halk ağzı, bayağı dil, argo, küfür bulunduran şairleri bu bakımdan incelemek, yerinde tespitlerde bulunmamızı sağlayabilir. Rotry’nin de dediği gibi, “bu teknikler okurun üzerinde etki yaratmak içindir, bir mesajı ulaştırmanın yolları değil.”1 Şiir tarihimize kısaca baktığımızda Sümbülzade Vehbi Efendi, Meâli, Şair Eşref, Neyzen Tevfik, Metin Eloğlu, Salah Birsel, Can Yücel, Ece Ayhan, İzzet Yasar, küçük İskender gibi bazı isimlerin yukarıda sayılan tekniklerden bir ya da birkaçını kullandığını görebiliriz. Bununla birlikte incelememizin sağlığı açısından argoyu, küfrü, kaba konuşmayı birbirine karıştırmadan ilerlememiz gerekmektedir. Tanımlar, örneklerle birlikte yerine oturduktan sonra argonun şiirdeki işlevini, görünüm tarzlarını, olumlu ve olumsuz yanlarını tartışıp nihai hükme varabiliriz.

Gidiyorum Bu Hakkında

I.              AÇILIŞ
Büyük eleştirmenlerin, küçük okurların ve diğerlerinin çeşitli sebeplerle görmezden geldiği bir kitaptır Gidiyorum Bu[1]. Kimileri tarafından anlamsızlıkla suçlanan kitap, kimilerince de tesadüfîlikle itham edildi. Kitabı beğenenler ise bunu, Ah Muhsin Ünlü’nün yenilikçi tarafına bağladılar.
Türk şiir ortamında ne vakit bir “yenilik” kelimesi duyulsa ya da yazılsa, karşılığında “e bunlar daha önce yapılmış şeyler”  çekincesi dillendiriliyor. Daha önce yapılmış şeyin şimdi yapılması neden yenilik olmasın? Mesela, çocuk doğurmak elbette geleneksel bir eylemdir; ama doğan çocuk yeni bir çocuktur. Şiirde yenilik diye icra edilen şeyin aslında ne olduğu ancak bir sonraki zaman diliminde anlaşılıyor. Bu yüzden bir sonraki zaman diliminin olamayabileceği şu ahir zamanda daha temkinli davranmak gerekir kanaatindeyim.
Gidiyorum Bu,  gerçekten meselesi olmayan bir kitaptır. Buradan şiirin meselesi olur mu olmaz mı tartışmasına girmeden bu kaygısızlığın, aslında misyonunu yitirmiş başka her şeyin bir parodisi olduğu hükmüne varabiliriz. Gidiyorum Bu aslında bu bakımdan bir eleştiri kitabıdır. Postmodern zamanda şair, aynı zamanda eleştirmendir. Cemal SÜREYA’nın ünlü dizesini bozarsak “şiir bir saldırmama eylemidir”. Şiir yazmadığı takdirde insanlığa zarar verme tehlikesi olan insanlar vardır diyebiliriz.
II.           PASTİŞ
Peki, Ah Muhsin Ünlü neden sanatın sanatını yapma gereği duymuştur? Normal şiirler yazmak varken neden bir Erbain pastişi yapmıştır? Kuşkusuz Erbain şairi, şiirimizin en büyük ustalarından birisidir. Bu bakımdan şimdi burada isimlerini sayamayacağımız birçok şaire selef olmuştur. Özellikle Gidiyorum Bu’nun yazılma döneminde (1993-1998) çok daha genç olan bu halefler bu hallerini açıkça ortaya koyuyorlardı. ÜNLÜ’nün, dört-dört-beş,  dört-dört-yedi, yedi-yedi hece birimlerini sıklıkla kullanması, yargı cümleleriyle kıtaları sonlandırması, şekli deneysellik, başlıkları uzun tutması, günlük dili hece ölçüsüyle kullanması gibi birçok durum Erbain’de vardır. Sadece İsmet ÖZEL değil, Ece AYHAN, Cahit ZARİFOĞLU, Cemal SÜREYA, Erdem BEYAZIT ile bağlantısı bağlamında da yukarıdaki yargılara varabiliriz. Ayrıca pastişte, parodide olan eleştiri, güldürü ya da hayranlık gösterisi amacı yoktur. Pastiş, postmodern eleştirmenlerce içi boş parodi olarak tanımlanır[2]. Bu durumda ÜNLÜ’nün, Erbain pastişi ile İsmet ÖZEL taklitçilerinin parodisini yaptığını çok rahat söyleyebiliriz.

Şiirsizliğe Karşı Bir Konuğumuzdan “Beyaz Savunma”

I.                   AÇILIŞ

İçinde “siyah”1 kelimesi geçmeyen siyahi (maske) dizelerle kuşatılmış beyaz kapaklı bir şiir kitabına “muhatap” kaldık. Bir toplama kampı. Hem soylu hem çekimser şairinin bir nevi kendini belirleme(ispat demeyeceğim) uğraşı. Dizeler siyah -şiiri zayıf göstermek için değil- olmak zorundaydı. Çünkü savunma makamında olmanın geleneksel maskesidir siyah cübbe. Kendi kendinin parodisi kalmışlar için tek tedavi yöntemi soylu bir savunmadır. Farkındalık hiç olmadığı kadar zalim, ganimet helaldir. Ancak saklanarak elde edilecek bir ganimet, bireysel ve toplumsal zaafların teşhirindeki haz. Yeni doğan veya doğacak bir çocuğun; öpülesi, beyaz bir çocuğun insana aniden sapladığı savunma hissi; bu beyazlık fikriyle insanın kendine temize çekmesinin gerekliliği. Onu savunmalısın!
Kitabı ikinci kez bitirmeye çalıştığımda, Osman Konuk’un sayfalardan fırlayarak beni taciz edeceği korkusunu hiç mi hiç elden bırakmadım. İkinci okumanın okura verdiği tuhaf bir rahatsızlık olduğunu belirtmeliyim.
İnsanın ontolojik serüveninde sık sık saklandığını veya sakladığını bilmek bir yana, Âl-i İmran Suresi’nin bir ayeti diğer yana… Hiçbir şey Allah’tan gizli kalamaz. Hiç bir şeyin gizli kalamayacağı gerçeği şair için rahatsızlık vericidir. Kierkegaard’ın, “Herkesin maskesini çıkarıp atmak zorunda kalacağı bir gece yarısı vaktinin geleceğini bilmiyor musun? Hayatın her zaman kendisiyle alay ettireceğini mi sanıyorsun?”2 sözünü de hatırlayıp kitabın ön kapağını aralayabiliriz.
         Bir şiir kitabı hakkında -hele bu, Osman Konuk’a aitse- verili dil ve formla yazacağımı sanmıyorum. Rahat olunmalıdır. Seksen kuşağı denilen ama Konuk’un bu tabiri kabul etmediği kuşağın bence üç-dört önemli isminden biri diğerleri gibi tekrara düşmedi. Şiirini usulüne uygun besledi, büyüttü, terbiye etti. Tek dizesini bile okuduğumuzda bu “O”nun şiiridir diyeceğimiz uzak şiirler yazdı. Özgünlük, Beyaz Savunma’ya takılmış bir madalyondur bence.  Şiirin bünyesinde bulunan matematik âdeta onu geleceğe taşımaya kuruludur.

II.                DİKKAT ÇEKEN BAZI TEKNİKLER

A.    EKSİLTME

         Şiirlere göz gezdirdiğimizde, anlatılmayan(anlatılamadığı için değil) üzerinden anlam kurduğumuzu fark etmek pek de gecikmiyor. Yahut bütünü, yarım bırakılan üzerinden tamamlıyoruz. Söylenmemiş olanın söylenmiş olana hücumu( Hutcheon) dediğimiz bu durum okuru esere ortak kılmaktadır. Çünkü savunmada suç ortaklığı daha itibarlıdır. bak bizde ölebilirsin çünkü hiçbir film peşte’de bitmez/bizde ölebilirsin bunun için ayırdığımız bir tuna nehrimiz var/bir odamız var sakinleşme odası diyoruz/bir gardrop dolu ceset torbası/buradaki vurgu asılmış kelimesine/ - öyle bir şey geçmiyor ki yukarda /öbür türlüsü de geçmiyor ama [geleceğin şiiri] dizeleriyle, okurun yerine geçerek kendisine soru soran şair aslında şiir okuru ve şair arasında var olan gerçek ilişkinin parodisini yine sanat yoluyla yapmaktadır. Fakat dikkat edilirse olmayan bir “asılmış” kelimesinin tam olarak asılmış ceset şeklinde mi yoksa asılmış ceset torbası şeklinde mi olduğu belirsiz bırakılmıştır. Belki daha başka şeyler de belirsiz bırakılmıştır. Aynı eksikliği bir masanın iki yanı karşılaşma sayılmaz/ karşılaşmak demek dört dizin dört kolun dört baldırın/ aynı satırda [senaryo aşamasında final]dizelerinde görmek de mümkün.

Edebi Sanat Olarak İroni

Birkaç isim telaffuz ederek yazımın mukaddimesini bitirmek isterim. Sokrates, Sheakspare, Kierkegaard, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Haydar Ergülen, Osman Konuk, küçük iskender.

İroni; bir yaşama sanatıdır. İroniyi salt edebi metinlerin oluşturulmasında bir tarz olarak kabul etmek bizi yanlışa sürükleyebilir. Özellikle sözlü edebiyatın geçerli olduğu zamanlarda işlevini eksiksiz yerine getiren ironi; günümüzde bazı nedenlerden dolayı yazılı metinlerde-bilhassa şiirde- kendini göstermiştir ve etkisini sürdürmeye devam edecektir. Evet, çok nedeni vardır ironist olmanın. Şeklin, dış görünüşün, kürkün, diksiyonun yani bunların aritmetik toplamı olan modernizmin hüküm sürmesi buna karşı olanları tetiklemiş, bu güruh  son çare olarak ironi yapmaya başlamıştır. Fakat ne yazık ki Sokrates’in sarıldığı ve kendine imdat ipi olarak seçtiği; sonra da ona urgan olan ironi günümüzdeki ironistleri de kurtaramayacak ve aynı talihsizliği yaşayacaklardır.[Yoksa talih mi demeliydim(!)]

İroniyi evvela günlük yaşamın içerisinde takınılan bir tavır olarak ele alırsak, bunun için gereken ilk şey, zekadır. Zeki olmayan insan en fazla şaka yapabilir. İronist; müthiş psikoloji bilgisiyle, yerli ve zamanlı söz etmenin hakimiyetiyle, deli cesaretiyle muhatabını pençesine alacak ve onu kendi silahıyla vuracaktır.‘’hiçbir kıza hiçbir soru ısrarla sorulmuyordu/ gözlerinin adı ne?’’1 Muhatap genellikle ‘’şimdi ne demek istedi bu’’ deyip kafasını kaşımayı hak eden patronlar, platonik sevgililer, samimi dostlar, aşırı yüzsüzler, olmakla birlikte kısaca ironistin gözüne batacak bir hususiyet taşıyan tüm insanlardır.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim ku...