Kendilerini yeni kuşak olarak lanse etmeseler de son on yılda gelişen gençlerde kendi çağlarının kaygı ve kurallarını edebiyatın sert ve teamüle dayalı yasalarına dayatma çabaları var. Edebiyat ortamı, ötesi ve sonu olmayan, bildikçe kendini ifşa eden, dili, kendine ait tarihi, arşivi olan bir şeydir. Edebiyat kamusunun nüfusu okudukça artar. Sabit değildir. Ve zaman geçtikçe yeni kişiler eklenecektir. Lovebombing, bodyshaming, ifşa, teşhir, tutuklama, sürgün, cancel gibi ergence ve gülünç suçlamalar ve cezalar bu ortamda bir şey ifade etmez. Etmedi de. Atatürk Refik Halid'i ülkeye geri çağırdı yani. Nazım Hikmet’e iade-i itibar yapıldı. Devlet, millet, anane, ergenler ve başka şeyler bu akışı değiştiremez. Edebiyat dünyasına mesela feminizmin kaideleri ile gelip bir suçlama yapılması, yapanın görgüsü hakkında fikir vermekten başka bir şeye yaramaz. Bir gericinin gelip “kuran dışına kitap yazmak şirktir” demesi gibi komik argümanlar edebiyatın ancak malzemesi olabilir. Bunu bi kere iyi bellememiz gerekiyor. Hele de gençlerin gözleri dört açması şart.
10 yıl önce genç hayranlarımdan bahisle “takma peşine
bunları bak zarar verirler sana” dediğinde Yavuz Türk’ü anlamamış fakat
tavsiyesini hayata geçirebilmiştim. Şarlatanların sadece içkici, çaycı,
sakallı, yaşlı şairler arasından çıkmadığını, gençlerin daha yamyam olduğunu,
abilik yapmanın alçakça bir şey olduğunu, usta çırak ilişkisinin böyle bir şey
olmadığını sakin sakin anlatmış, maduniyetsiz, serbest, eşit ilişkilerin
kalitesinden bahsetmişti. Epey de bir hakaret etmişti açıkçası.
O zamanlar insan ruhu üzerine derin okumalar yapmadığım için
henüz bilmiyordum bu tuhaf kişiliklerin aslında bir persona değil de nevrotik
olduklarını. Ağır hasta, bakıma muhtaç, ailelerin ortaya attığı talihsizlerdi
kendilerine genç şair dediğimiz tipler. Protest intiharlar, sevda skandalları,
borç istemeler, uyuşturucu müptelalığı, vesaire vesarie ne kadar ergenlik varsa
gençlerdeydi. Safi rüzgâr ve safi masraf. Ben 28 yaşındayken kim olduklarını
şimdi unuttuğum mezkur tiplerin yaşları 18 ile 25 arasında değişiyordu. Dergi
çıkardığımız için tanınıyorduk. Sinerjimizden faydalanmak istiyorlardı sanırım.
Ben belli bir seviyeden sonra yüzümü agoraya döndüğüm için ünlü sayılıyordum.
Sosyal medyayı etkin kullanıyordum. Blog tutuyordum dergi çıkarmanın yanı sıra.
Gece hayatına meraklıydım. Bu veçheden de bir cazibem vardı.
Önce düzyazı ve eleştiri yazmayı azalttım sonra yavaş yavaş
ayrıldım dergilerden. Ne hikmetse hastalığın her dokuya yayıldığını görebilecek
ferasete sahiptim. Meğer patolojik narsizm edebiyatı yöneten biricik muammaydı.
Edebiyat bu hastalığa yakalanmış tiplerin afyonuydu. Sümsük, toplumdan ve
aileden dışlanmış, parasını harcamasını bilmeyecek kadar andaval, varlık içinde
yokluk çeken, evlat ve kardeş hasretiyle tutuşmuş, babalık/ abilik hatta
annelik etmek isteyen bir yığın embesil, fevkalade karaktersiz şarlatanın arasındaydık.
Artist sayısı çok azdı. Kibre hasret kalmıştık.
Özellikle bir nimet gibi yetişen gezi isyanı ve darbeden
sonra etrafım güzelce budandı. Bir kısım gereksizi de yazılarımla hedef
gösterip infaz ettim. Saygısız, terbiyesiz, üslupsuz bir edebiyat kişiliğine bürünerek
korunmaya çalıştım. Gündelik hayatta belirli arkadaşlarla buluşup sosyal
hayvanlığımı yaşadım tabii. İnternet dünyasında tanımadığım kişilerle yazışmayı
2012’de her kim olursa olsun –iş ilişkisi harici– yeni arkadaş edinmeyi 2016-2017
gibi bıraktım. Etrafımı sabitledim. Kötü günlerinde yanında olacağım, iyi
günlerinde kutlama yapacağım kişileri belirledim. Edebiyat dünyasında korku ile
karışık saygı, tiksinti ile bulanmış korku besleniyordu bana karşı. Biraz yetenekli
olduğum için de örgütlenip fişimi çekmeye kıyamıyorlardı.
Maalesef bütün arkadaşlarım kendilerini ruhsal vebadan koruyamadılar.
Kimi yeni dergiler kurdu, kimi yayınevlerine yönetici oldu. Abilik ablalık
yolunda şahsiyetlerinden tavizler vermeye başladılar. Gençleri maddi ve manevi
olarak kullandılar. Grubun alfası oldular. Herkesi ve her şeyi övdüler. Siyasilerin
topluluktan bir bebeği kucaklayıp öpmesinin maymun toplumunda alfanın bir
davranışı olduğunu öğrendiğimde kitabı yeni çıkmış bir gence yağdırılan
övgüleri yerli yerine oturtalı çok olduğu için böyle kutlamalarda muz soyup
ekrana bakıyordum. Nesebin devamı endişesi vardı yaşlı edebiyatçılarda. Soyları
devam etmeliydi. Buna mukabil bir piçlik, onun bunun çocukluğu sanrısı vardı
gençlerde. Birbirlerini kolayca buluyorlardı. Seyir zevki yüksek bir
belgeseldi.
Biz bu belgesele seyirci kaldığımızı düşünüyorduk steril
arkadaşlarla. Buluşup telefonlarımızdan birbirimize tweetler okutup gülüyorduk.
Ateş bize hiç sıçramaz zannediyorduk. Yanıldığımızı anlamakta gecikmedik maalesef. Eski
dostlar, adam sızdırmıştı içimize. Bunları çeşitli komplolarla, desiselerle
geldikleri yere gönderdik çok şükür. Eski dostları da işaretleyip, böcekleştirip bir süre
daha korunduk. Buluşma ve toplanma öncesi “yanında kimse olmasın” uyarıları gırla
gitti partilerde. Bu önlemlere güvenip kurtulduğumuzu sandık ama ne çare? Bu kere
başka dostlar aramıza insan sızdırmaya başladı.
Bu insanlar önce toplu resimlerde (fotoğraflarda) dostların
negatifine sızdı sonra bizim masalarımıza. Bu yeni kişiler eskileri gibi
değildi. Komplo kurup kovamazdık. Çünkü bu çocuklarda ar damarı yoktu. Elimizde enjektörlerle damar aradık aylarca. Bulamadık.
Bunlar sosyal medyanın çocuklarıydı. Zır cahildiler. Yıkama yağlama mekanizmaları
çok yeni olduğu için çökertecek yazılımı geliştiremedik. Çocuklar babadan oğula
nesilmişçesine aynı şekilde önce edebiyat dünyasına sonra bizim sistemimize giriyorlardı. Siyasi örgütlerin kof, bunların
üyelerine karşı kendi benliklerinin zayıf olduklarını keşfetmişlerdi. Sivil toplumunsa
riyakârlığı arşa çıkmıştı. Mektep arkadaşları sıkıcıydı. Akrabalar faşistti. Özneyi
çalıştırmanın tek yolu sanat dünyasıydı. Yani Freud'un deyişiyle süblimasyon.
Sanat dünyasında yeteneksizliğin, hiç açılmamış sezginin,
kapalı dimağın, hissizliğin, duygusuzlığun, cahilliğin örtülerek 2 ayda usta
olunabilecek tek alan şiirdi, biraz da öyküydü. Müzik, oyunculuk, resim (çağdaş
olmayan), dans ve benzeri ciddi sanat dalları en az 3-4 yıl idman isterdi. Eğitim
belki bir ömür sürerdi. Yeteneksiz en erken beşinci altıncı yıl ayrılırdı bu
belalı sanatlardan. Bir marangoz çırağı kalfa olmak için yıllarca çalışır
kendini geliştirirdi. Zanaat bile yıllarınızı talep ederken şairlik en geç 90
günde tescil edilebilen bir şeydi.
İşte bu anasız babasız çocuklar kulübe kabul edilme arayışlarında
bizim dostlarımızdaki en iğrenç zaafı yakaladılar: Pohpohlanmak. Övgüye, senaya
aç mıdırlar bu bizim yaşlı dostlarımız peki? Değillerdir. Ömürlerince yüzlerine
yapılan methiyeler, kendilerine adanan şiirler, haklarınca çıkan tanıtım
yazıları belki 100’ü aşmıştır. Onlar da o yollardan geçmişlerdir. Fakat doymamışlardır.
Gözleri aç kalmıştır. Hırs kalplerini mühürlemiştir. Mühürlü kalp, o olmayan
beyinlerine kan gönderemediği için beyinleri de çürümüştür. Zekâ, gıdasız
kalmıştır. Bu cılız, meflûç zekâ ile ancak birinci tekilden ikinci tekile hitap
eden lirik şiirler, manzumeler, yıllarca yapılanı tekrardan ibaret, paçavralar
yazabilirler. Ha, bir de bu zekâsızlık dalkavuğa direnci düşürür. Dalkavuğu fark
etse de mukavemet edemez. Dümen suyuna kapılır. Daha doğrusu dümeni yutar.
Bu zekâsız, sevimsiz dost, dalkavuğuyla fotoğraf çeker,
etiketlenir, diğer zekâsızlar bunu beğenir, diğer dalkavuklar da bu dalkavuğa
ulaşır ve kendilerini zekâsızla tanıştırmalarını ister, dalkavuk ödül maması
karşılığında (yazdığı bir şiiri kötülememe diyelim) bu isteği kabul eder. Bu kez
masada öteki zekâsız vardır. Bu masa her zaman somut bir masa olmayabilir. Sosyal
medya mecraları da masa sayılır. Zekâsızlar dalkavuklar karşısında rekabete
girerek şarlatan mertebesine
yükselir. Olmayan bir şeyi satmaya başlarlar genç dalkavuklara.
Ödüller, dergiler, internet dergileri, olmayan itibar, yalan
prestij ve bilmem ne bela şeyler libidinal bir sinerji yaratır. Böylece bir
kişi iki ayda ilk şiirini bir şekilde neşreder. Bu şiiri internette bir iki gün
şiir okuması/ araştırması yaparak oluşturur. Kısmen daha deneyimli
dalkavukların kısmen sahte abilerinin metinlerinden kolaj da yapabilir. Kimse bunları
uyarmaz. Kimse metinlerine çeki düzen vermesini istemez. Düzyazıdan bile
hallice olmayan eciş bücüş korkunç metinler şiir olarak kabul edilir. Söylem kopyadır.
Duygu yerine retorik boca edilmiştir. Ahengin a’sını (A’sını olmalıydı)
bulamazsınız. Bilinçdışı zerre çalıştırılmaz ve şiir diliyle tepkimeye
sokulmaz. Bayat kelimeler seçilir ve kopya söylemin üzerine retorik sosuyla
servis edilir.
Aksi halde karşı çıkanın şiiri de tartışmaya açılacağından
herkes bu konuda konsensüse varmıştır çoktan. Derhal 50 samimi arkadaşı olur. Bir adet özne
ve 50 kişilik toplum. Yukarıda dedim ya özneyi çalıştırmanın tek yolu şiir
ortamı diye. Bir dize paylaşırsınız 50 kişi, bir kişiye cevap yazarsınız 50
kişi. Hep beğenirler. Türkiye’de fevkalade çalışan tek örgüttür dalkavuklar ve
embesiller derneği. Herkes herkesin can dostudur, herkes herkesle dertleşir,
herkesin her gece saatlerce yazışacak şeyi olur. Ve herkes yıl dolmadan şiir
kitabı çıkarır.
Bu, dalkavukluğun reddinin ve patolojik narsisizmin
başladığı yerdir. Bu yazıyı bu tehlikeli ve hepimizi yaralayan merhale için
yazıyorum. Kişi hak etmediği bir alakayı toplamaya çalıştığını fark edemez en
başta. Ergen narsist, kitabın linkini tepeye sabitledikten sonra günümüz ile
Şeyh Galip arasındaki zincire dahil olur . Son 17 yılın (17 yaşındadır çünkü)
en iyi şairi, Turgut Uyar, Edip Cansever, Orhan Veli, Nazım Hikmet, Can Yücel
(Tevfik Fikret’i hiç duymadığı için buraya sonradan aklına gelen Yücel’i
koymuştur) vardır dünyada başkası yalandır. Biraz da Fransız şairler tabii.
Dalkavukluktan ve sırık hamallığından megalomanlığa terfi
eden özne doymaz. Diğer soytarılardan daha özel muameleye tabi tutulmak ister ve hemen
dijital bir dergi kurar kıt tasarım bilgisiyle. Matbu iş yapacak kadar
kabiliyeti ve yüreği yoktur. İşin doğrusu aç köpek olduğu için o taraklarda
bezi olmaz. Poetikasız, duruşsuz, kısa satırları enter ile ayırmak suretiyle alt
alta yazabilen herkese açık olan dijital günah mecraları işletilir. Bir tane
bile düz yazı bulunamaz buralarda. Şahısların herhangi bir mevzu hakkında
muhakeme kabiliyetleri yoktur. Estetik üzerine bir saniye bile
düşünmemişlerdir. Bunların hepsi zekâdan muaftır. Zekâyı yücelttiğimi sanıp geri
zekâlılara bodyshaming yaptığımı düşünecektir bu embesiller. Sanatçıya has özel
bir zekâdan bahsettiğimi anlayan anlayacaktır.
Ve bizden şiir isterler. Vermeyiz. Israr edilince telif
isteriz. Telifi duyunca sıvışırlar. Başka zaman aniden masamıza oturmak
isterler. Kibar olduğumuz için kabul ederiz, dan dun konuşup bizi rahatsız
ederler. Seviyeyi düşürmeye çalışırlar. Hazin vaziyetlerini susarak kapatmaya
çalışanları hiç görülmemiştir. Çünkü bu sırık hamallarının kitabı çıkmıştır bir
kere. Bizle eşit olduklarını sanarlar. O histerik dostlarımız bunları doğurup
doğurup takipçi listemize, yayınevimize, kitap lansmanlarımıza, partilerimize,
imza günlerimize, masalarımıza, takıldığımız barlara, yazdığımız dergilere
salmışlardır.
Hele bunların bir yayınevi çatısında genel bir kifayetsiz
muhterisin altında toplanmaları son yılların en acıklı vakalarından değil
midir? Düzenledikleri imza gününe ait fotoğraflarda tek bir sivile rastlanmaz. Dostlar
alışverişte görsün usulü, kitabı çıkanlar, kitaplarının çıkmasını bekleyenler
ve editörler doldurur kadrajı. Sevgilileri bile yoktur. Herkes şairdir. Sonra birbirlerine
girerler ama herkese açık dijital ortamda yaşayarak bundan da ilgi devşirmek
isterler. Birbirleriyle internetten tanışmış olmaktan utanmazlar fakat bu
çirkin tanışmanın sonuçlarına kırılırlar. Yüz yüze hiç görüşmeden internetten
cinsellik yaşayanları, kişisel ve sıradan krizleri abartanları, bilmem hangi
antin kuntin oluşumun İngilizce kurallarını edebiyata dayatmaya çalışanları görülür.
Her boku bunlar bilirler. Her bokun en iyisini bunlar bilirler. Kitap satış
sitesinde binlerce kitaba tek kelimelik yorumlar yazarak görünürlük sağlamaya
çalışan IQ abidesi lağım faresine bile rastlanmıştır. Sonra yazdıklarını
silerler. 5-10 etkileşim alınmıştır çünkü. Barışıp barışmadıklarını
anlayamazsınız. Çünkü barış, taraflar arasında olan bir şeydir. Tıpkı savaş
gibi. Oysa bunlar sadece altlarındaki bezleri çıkarıp kendi boklarıyla
oynamışlardır. Boncuk bile bulamamışlardır.
Önce edebiyat dünyasına sonra bizim sisteme giriyorlar demiştik
yukarıda. Sistemimize girmelerinde kusurlu muyuz yoksa basit bir
güncelleme arızası mı var bilemiyorum. Bu parazitlerin sistemimize girmelerinin
sebebi bilinmek istememiz ve virüsleri yaratmış olmamız mı? Gizli bir
hazine miydik sistem olarak? Sanırım sadece kibardık. Kibirli gözükmek
istemiyorduk dahası. Bir de işlerin bu derece ciddiye bineceğini tahmin edemediğimiz
için sınırı esnek hale getirmiştik. Dostlar azaldı. Hepsi abi, baba oldu. Şimdi sistem
de tehlikede. Bizi tüketmeye çalışıyor tahtakuruları. Yolları, köşelerin
başlarını, kapakları, matbaaları, sanatsal kaygıları, aşkı ve diğer önemli şeyleri
tutmuş arkadaşlarıma, sistemdaşlarıma yalvarmak istiyorum: Beni mapusa,
kendinizi mezara götürecek hamleler yapmayın. Rahatımızı bozmayın. Filtreleri çalıştırın.
Herkesi başımıza bela etmeyin. Namuslu kalın. Olgun olgun takılalım lütfen.
Cihat Duman