Bu Blogda Ara

25 Aralık 2015 Cuma

Gaspar Noe ve İlahi Aşk



Gaspar Noe’nun son filmi Love’ı metafizikte yeni bir yarılma mı yoksa bize vaadedilen cennetin simülasyonu olarak mı algılamalı. Enter The Void’de ruhun kendine zigot arayışını rahme yerleştirilen kameradan izlerken Atlas Sineması’nda, gece seansında, o dev ekranda,, bana saldıran (daha evvel kurulmamış bütün imgeler saldırgandır) imgeye müdafaa sergilerken de düşünmüştüm metafizik yarılışı. Love, mistik bir film. Love’da kullanılan mimari, o kusursuz kıvrımlar (özellikle iki dişil yapının birbirine zıt mimarileri, deri renginden tutalım taa göğüs kafesi ölçülerine kadar) bizi bir ahiret olduğu inancına itiyor: Hatırlıyoruz. Love’da düşünce çırılçıplak bırakılmıştır. Saykodelik film kervanına dâhil bir film Love. Narkotik mineraller yuva yıkıyor, yuva kuruyor. Yıkıcı ve kurucu etki taşıyor. Yapılamamış bir günah çıkarma töreni yerine somut bir nesne ikame ediliyor. 

Gaspar Noe’nun tema olarak ilahi aşkı seçmesi, bu temayı aktarmak için de insan bedenlerini mimari bir gerçek olarak ortaya saçması kuşkusuz senenin en büyük sürpriziydi. Benim de yıllardır sanatta aradığım, yokluğunu yadırgadığım -nasıl diyim- adeta bir Catherine Breillat idi. Bu bağlamda Lars von Trier ne kadar maddeci ise diğer ikisi o derece mana peşindedir. Trier’in Cioranist Sinizmi belli bir dozdan sonra arabeskleşebiliyorken Gaspar Noe hakikatin ardından bir derviş olarak izleyiciyi bir kısmı gözükmeyen âleme çekip ışıklandırabiliyor. İşte tam da burada Spinoza’cıl bir beden-tanrı denklemi ile yüz yüze kalıyoruz. Ne ararsan var aq.

23 Aralık 2015 Çarşamba

İsmail Kılıçarslan Şiirinin Güçlü Poetikası.

Aslında hiç okumasak da olur fakat şiirinizde* patika görünümlü majör yollar var. Üzerindeki çalı çırpı irili ufaklı taşlar sizi minör bir aldanışa sürüklemesin. Bu yollardan biri de daha doğrusu bu anayollardan biri de İsmail Kılıçarslan’ın yürüdüğü yoldur. Neoepik diye de adlandırılan bu yolun sakıncalarını geçtiğimiz yıllarda ara ara belirtmiş idik. İslamcı şiirde son yıllarda büyük bir buhran yaşanıyor. Neoepik cereyanı ise bu buhranın semptomlarının gözlendiği açık bir alan. Semptom demeyelim, daha çok bir “paçadan akma” söz konusudur. Yine dayanamadım evet, ciddi başladığım bir yazıyı daha espri ve küfürlerle berbat etmek üzereyim. Kılıçarslan’ın Profil Yayınları’ndan çıkan Gelecek ve Diğer Meseleler (2014) adlı kitabı üzerinden mezkûr sıkıntının psikanalitiğini yapmaya çalışacağız. İslamcı gençlik, liderlerinin altında çok ezildi. Erbakan, Aliya İzzetbegoviç, Şeyh Şamil, Kara Murat, Ulubatlı Hasan, Malcolm X, Humeyni, Minyeli Abdullah İslamcı gençliği ezen kahramanlar. Her ideoloji, üyelerini kendi kahramanları altında ezdirir evet, fakat durum İslamcı şiire denettirildiğinde, bu piyasada şair personasına aynı zamanda fikir adamlığı da eklendiği için, şair bireyler büyük bir kastrasyona uğruyorlar. Şair persona bu ezikliği, poz keserek durdurmaya çalışıyor. Kılıçarslan şiirinde bu poz yer yer kendini tekrara, amaçsızlığa ve savrukluğa bırakıyor. Devrim kelimesi geçiyor mesela şiirlerinde, şu şekilde:

devrim olabilir mesela
coğrafyası pek de fark etmez sonuçta, iranda da olabilir kübada da bosnada da (s.26)

devrim için bir yol bulmalıyız, bir yol bulmalıyız saçlarına (s.51)

saçlarını taramanın başka bir yolu varsa anla ki biz, yaparız bu devrimi (s.52)

Devrimin coğrafyası fark etmez. Devrim kelimesini şiirimizde geçirelim, o da eksik kalmasın da gerisini düşünürüz, ya da okur düşünür. Mesela Rojava devrimi bizi hiç ilgilendirmez, olsun da, Kürtler akdenize ulaşsın falan filan. İlgilendirmezse niye Yenişafak kısırlaştırılmış kedi gibi PYD aleyhine haberler yapıyor. Demek ki coğrafyanın önemi birazcık var. İkinci şiirde ise devrim ve saçlar arasında bir bağlantı kurulmuş. Ben buradan bu devrimin bir seks devrimi olduğunu algılıyorum. Burada gizli bir Fransa 68 var gibi. Başka türlü bir şey anlaşılıyor mu? Burada seküler bir devrimden bahsediliyor. Persona, saçlara uzanmak için, algının altüst edilmesini bekliyor. Ya da az evvel yazdığımız gibi, aslında hiçbir şeyden bahsedilmiyor. Gevezelik ediliyor, sayfa dolduruluyor… Kılıçarslan’ın yazdıklarına şiir diyebilmemiz yaptığı sanatla mümkün. Yaptığı tek sanat ise bazı şiirlerde tekrara başvurması. Bu kadar. Mecaz yok, mübalağa yok, duygu yok, yaratım sancısı yok. Sadece tekrar var. Tekrar sanatını kullana kullana bu sanatta ustalaşmış. İlerlemiş. Çığır açmış. Çığır nedir bilir misin? Çığın kar üzerinde açtığı ize çığır deniyor. Bir nevi patika. Bizi şiire götüren alternatif yol. Sıkı şiirin keçi yolu, falan filan. Kılıçarslan’ın kült karşısında ezikliği daha çok kendini öldürdüğü mısralarda görülür. Buralarda, öldürülen Alevilerin, Kürtlerin yerine kendi bedenini koyma cesaretini gösterecektir falan filan. Bakalım:

ölüyoruz, hâlbuki biliyoruz: ölmeye yanaşmayan şairler güzelleştiriyor ölümü (s.32)
yerde yatan cesedimmiş: kız kulesini görünce değil polis uyarınca anladım (s.33)
ne zaman öldüğümü tam olarak biliyorum fakat (s.76)

Ölümü işlemiyor Kılıçarslan, ölüsünü işliyor. Hani Turgut Uyar o şiirde der ya: tam üç gün sırtüstü yattım/ ölmeyi düşündüm/ ölümü değil ölmeyi işte burada da Kılıçarslan tam da Turgut Uyar’ınkine benzer bir eziklik içinde. Enis Akın son yazısında Uyar’ın aktif örgütsüzlüğünün ezikliğini şiirlerinde belirttiğini yazmıştı. Kılıçarslan ise mevcut iktidara tam olarak duhul eyleyemeyişinin ezikliğini taşımaktadır. Falan Filan.

İslamcı gençlik aynı zamanda işleyemediği günahların altında da çok eziliyor gibime geldi. bakalım:

ayıptır çünkü kamusal alanda tehlikeli uyruklarımızla, ayıptır kızların gözleri ve gizleri (s13)
son ve etkili bakışlarımızı hani kızların aklını başından alan kısık sesimizi (s.15)
kırmızılı kızlara kaçamak bakışlardan (s.16)
bir gün her şey şiire dönüşecek, herkes değil ama
bir kız göreceğiz, ödenmemiş bir borç, bir şişe içilmemiş bezginlik (s.31)
dolar işaretlerinden, kasaba politikacılarından, hayata yeni başlayan kızlardan (s.55)

Arzu ve yasa çatışması tam da bu dizelerde bilincin gözüken yerlerine kendini nakış nakış işlettiriyor. Bu kanaviçe bir önceki dönemde (Cahit Zarifoğlu) sanat vasıtasıyla tamir edilirken, günümüz İslam şiirinde paçadan akıyor. Sevişilmemiş kızlar dizelerde at koşturuyor. Genelde bir bakışma ayininde son bularak, acı ile,, ağrı ile. Sevişilmemiş kızların kanı, içilmemiş müskiratın kekremsi tadı, bir yutkunma biçiminde kendini belli ediyor.

Orta Sınıfı Okşayarak Eleştirmek

Kılıçarslan şiirlerinin bir yüzü de orta sınıfta bulunmanın verdiği acıdır. Fakat bu orta sınıf seküler bir orta sınıf mı yoksa muhafazakâr mı tam anlamıyoruz. Üstelik yapılan eleştiriler zerre miktar öfke içermiyor. Öfkesiz, nefretsiz bir sınıf eleştirisi, matematik üzerinde zaten kaybetmek zorundadır. Hele şu şekilde vücut buluyorsa:

bu şiiri çok geniş plaza asansöründen, ton balıklı öğle salatalarından, salata
kırmızılı kızlara kaçamak bakışlardan, iskambil falından
faiz hesaplarından, tatil planlarından, makyaj tazelemekten (s.16)

espriler patlatabiliriz fahişeler ve türk siyasi hayatı hakkında cihangirden dünyaya açılabiliriz (s.14)

Sekülermiş lan. Paraları kutulara dolduranların gazetelerinde yazanlar hakkında bişi yokmuş. Son kontrolde ortaya çıktı. Seküler orta sınıf eleştirisiymiş. Ekmeğini kazanmak için sanatını satan orta sınıf İslamcı aydınlar, muta nikâhlı bürokratlar, gariban kadınları metres olarak tutan tüccarlar, jöleli köpekler hakkında tek bir eleştiri yokmuş.  

* Türkçe şiir ya da Türk şiiri yerine "şiirinizde" kelimesini kullanıyorum. 





8 Aralık 2015 Salı

Bir İtalyan Komedisi: Sarmaşık

Tolga Karaçelik’in ikinci uzun metraj filmi Sarmaşık, bugün saat 17.30’da, Beyoğlu sinemasında tarafımca seyredildi. Film, sembolizmin imkânları ile gündelik dilin büyüsünü harmanlayarak politik bir hiciv hususiyeti taşıyor. Yönetmen bu harmandan çıkarılabilecek en yüksek “gözeliği” de çıkarmış, hoş bir eser vücuda getirmiş. Yerine oturmayan çıkık gibi kalan Kürt karakterini saymaz isek, sahici karakterler de başarılı bir şekilde seyirciye yansıtılıyor. Film bir gemide mahsur kalan Berlusconi, Gerizekalı İtalyan Halkı, bir adet Yetmez Ama Evetçi, bir adet Sicilyalı ve iki tane Muhalif İtalyan Vatandaşı’nın başından geçenleri bize aksettiriyor. Berlusconi (Kaptan) umumi iktisadi buhranda, bu yeni rejimde gemide kalanlardan önce Gerizekalı İtalyan Halkı’nı (Gemici Ustası) sonra Yetmez Ama Evetçi’yi (Aşçı) ayrı ayrı yanına çağırarak şirinlik yapar. Siz benim gözüm kulağımsınız dikkatli olun diye tembih eder. Bir de hiç konuşmayan Sicilyalı vardır. Sicilyalı filmin ikinci yarısından sonra başlayacak metafizik eğilmenin ilk planını oluşturur. Ortadan kaybolur. Bazılarınca hayalet olarak görülür.

Gerizekalı İtalyan Halkı ya da Bürokrat Sınıfı bir gün yemekhaneye gelerek geminin yağ kaçırdığını ve acele bir şekilde temizlenmesi gerektiğini buyurur. Sözünü dinletmek için de emri Baş Buyurgan’dan (Filmde Beybaba olarak, iş bu yazıda Berlusconi olarak geçen karakter) aldığını söyler. Bunun üzerine Muhalif İki İtalyan Vatandaşı Cenk ve Alper (Nadir Sarıbacak ve Özgür Emre Yıldırım) rahatsız olurlar. Cenk ayağa kalkıp Gerizekalı İtalyan Halkı’nın üzerine yürür, Gerizekalı İtalyan Halkı Cenk’e “orospuçocuğu” der ve Gezi Parkı patlar. Esrar, alkol ve yiyecek tükenmenin yaratığı kaos ortamına bir de hiyerarşiden kaynaklanan savaş eklenir. Genel rejimden koparılıp akıl hastanesi, hapishane ya da kurmaca rejimlere (Lobster, Kynodontas, Gemide, Das Experiment) has “yeni bir dil” vücut bulmuştur. Baba Berlusconi maaşını tıkır tıkır aldığı halde çalışanlar maaş alamamakta, alıp alamayacaklarını bilememekte ve en sıkıntılısı, bu gemide daha ne kadar aç susuz kalacaklarını bilememektedirler. Ekip her ne kadar irticalen, demokrasinin gerektirdiğini yapıp Kaptan Köşkü’ne çıksa da taleplerini Beybaba’ya iletemez, köşkten kovulurlar.

İnsanların açlıktan kıvrandığı bir anda zuladaki sucuğun Cenk tarafından bulunup, kimse ayırt edilmeksizin, pişirildikten sonra dağıtılması ve Beybaba’nın (İtalya’daki bor madenleri efsanesine çok benziyor) bu buluş karşısındaki tavırları devlet aygıtının adeta bir özeti gibidir. Filmin de seyirci tarafından en çok perestiş gören dakikalarıdır bunlar. Altı tane öfkeli adamın gergin durumları seyirci tarafından kahkaha ile karşılanıyor. (Burada maduniyete maruz kalmış seyircinin bilinçaltı net gözüküyor, sanata bu şekilde tepki vererek travmasını tamir ediyor). Gelelim Sicilyalı karaktere, Sicilyalı karakter sucuk mevzuundan sonra kayıplara karışır ve filmin biçemi de buradan itibaren sürrealizme eğilir. Eser içinde üslubun değişmesi mevzuu daha iyi aktarmak için kullanılabilir fakat kullanılan öğelere dikkat etmek gerekir. Sözgelimi, sarmaşık ve salyangozun neden kullanıldığı seyirci tarafından kuşkuya yer vermeyecek şekilde belirtilebilirdi. Sicilyalı karakterin artık bir hayalet olması (İtalya semalarında bir heyula dolaşıyor), karakterlerin Kürt hakkında “Kürt artık bu gemide değil”, “Kürt’ün hayaleti burada” şeklindeki sözleri bizi Sicilya’nın hakikatine taşıyamıyor. Filmin başında gemiye gelirken sen kimsin sorusuna “Kürt” diye cevap veren Sicilyalı ızbandut, film boyunca hiş konuşmaz, genelde kavga ayırır, ve tüm kavga ayırıcıları gibi “arada kalır”. Sonra yok olur gider. Filmin metafizik eğilimi bittikten sonra da geri gelmez. Bu semboller, filmin, Sicilya’ya yaklaşımını net bir şekilde aktarmıyor. Dindar İtalyan Halkı ile Seküler İtalyan halkı -bazısı Heterodoks- arasında kalan Sicilyalılar en çok kim tarafından kullanılıyor anlayamıyoruz. Belki de yönetmen tarafından dışlanıyordur. Sicilyalı karakterin belirsiz bırakılması, Sicilyalılığın dışlandığı yönünde bize kuvvetli emareler sunmuyor değil. Gündelik hayata Sicilyalılar sadede kavga esnasında arada kalmaz, İtalya’dan bizzat sebepsiz yere dayak yediği de çok olur.
Sonuç olarak; gündelik dilden vazgeçmeden -ve bunu çok iyi oynayacak Nadir Sarıbacak ve Özgür Emre Yıldırım gibi oyuncularla çalışan- sembolleri kullanmayı başarabilen (özellikle Nadir Sarıbacak’ın cinnet geçirdiği sahnede bağıra bağıra “biz burada açlıktan ölürken armatör gemicikleriyle sefa sürüyor” babındaki sözleri tam da Berlusconi’yi tasvir ediyordu) ve filmini çok güçlü bir fikir ile temellendiren Tolga Karaçelik’i tebrik etmek gerekir.


2 Aralık 2015 Çarşamba

Hatırlıyorum


unutma’a ayıracak vaktim olmadı
bana bahşedilen vakt,, yersizlikle,, korkuyla
davarların şehre ait beden hareketleriyle
birtakım kezoların azı dişleri arasında
ufalandı,, ulaşılmaz oldu hafızam
onu unutmaya ayıracak vaktim alkol tarafından
istanbul ulaşım anonim şirketi tarafından
kazılan hendeklere arkeolojik yaklaşım ironisiyle dolduruldu
kendime yaşayacak mutfak bulamamıştım
atlas pasajında açılamadığım kızı onun yerine
gözlerimi gözlerine yasladığım onun yerine
hatıralar bizden çekip gidince soğuklar başlar
ligin ilk yarısı, kaybedilen kuponlar ve o şarkı
her sene tekrarlanan o şeyleri bilirsin, tekrarlanır
şey olmaktan çıkar, unutmaya yepyeni zemin
acı çekimine doğadan sızan yeni bi ilaç olur
artık rahatlamamız gerek, üzerimize en rahatından
lodos, briyantin, zamanında yatan maaş, bira
ayaklarım ağrıya ağrıya ona bensiz
bir teori geliştirmişim olur ki şarjı biter diye
demek unutmamışım çünkü seviyorum hâlâ o çiçekleri
bana okuttuğu tek çiçek hat’rına tüm çiçekleri
artık mutlu olamam zaten tek çiçekle
incittim yazıktım

onu sanırım,, unutamadım, bi şey oldu, nasıl olur dedim
çoktan saçlarını, alışılmadık saçlarını, kapatamıyoruz
du bi daha düşüneyim: aaa net şekiller aklımda
arasında rüzgâr tutuşan, do re mi faaa, ince solo
yaylılar keşke girse burada ben onu unuturken
selfi çektiğim muazzam gecede onu unuturken
kameraya bakıyoruz, baktım, herkes baksın bu kameraya
anamız sikildi bi zahmet baksınlar yeter artık
demek kutsal şeyler yaşanmış
öyle gözüküyor altı aydan bakınca
baka baka baka  
kafamda yeni bir hafıza oluşturabilecek misiniz
temiz havlu vermeye akından
bozuk duş başlığına yakından biraz benziyor
borcum olsun





21 Ekim 2015 Çarşamba

Türkçe Şiirde Beyaz Toroslar Dolaşıyor ya da Ali Lidar Şiiri

Bugün servetimin 4’te 1’ini bir şiir kitabına yatırdım. Özgür’den gelen 250 TL borç beni zengin edene kadar oldukça karamsardım. O para gelince oh dedim, o kadar da öfkelenecek bir şey yokmuş, insan bir kitaba 10 lira verebilir, nedir ki? Kitabı okumaya başlayınca şairin okurla taşak geçtiğini anladım ve öfke ile bu yazıya oturdum. Zaten gribim, yorgan altından yazıyorum.

Bir insan düşünün ki, üç kere cinsiyet değiştirme ameliyatı olsun, 50 kadından ayrı ayrı kürtaj yaptırsın, annesini ve babasını yedişer kez kaybetsin, kardeşi kanser olsun, her gün diyalize girsin, kel ve şişko olsun, kalbine tel takılsın ve tüm bunlardan kurtulmak için şiire sığınsın. İşte Ali Lidar ‘Alengirli Şiirler’de böyle bir personayı canlandırmış. O ağlak tavır, o her şiirde geçen uyku/rüya, o her şiirin sonunda olan ayrılıklar, kova kova gözyaşı, kılıbık metaforlar, aslında metafor bile değil metafor filan hiç kullanmamış, bilmiyor, duymamış, cahil, varetme sancısı çekmemiş, orijinal olmak için tepinmemiş, ordan burdan çalmış ve önümüze eser diye bırakmış, eser değil, başka bir şey bu, garibanca bir rezalet. Sonra gençler bunların bastıkları kitaplara, yazdıkları tivitlere bakıp zehirleniyorlar. Bunlar bi nevi şiirimizde dolaşan Beyaz Toroslar. Gençlerimizi bu taklitçi, yararsız, hımbıl, gerizekalıca şiirlerle kandırıyor, bagajlarda, bir asit kuyusuna doğru taşıyorlar. Bunların pazarlamasını da elbette Otomobil Dergileri yapıyor. Kendi kendilerini pazarlasalar zaten derdimiz olmayacak.

kırılsak da tırnak uçlarımıza kadar (sayfa 6)
çünkü kırıldım saç uçlarıma kadar! (Cahit Zarifoğlu)

ben her şeyi birkaç saniyeyle kaçırmakla meşhurum (sayfa 23)
ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum (İsmet Özel)

ucuz hayatların anlatımı da ucuz oluyor (sayfa 32)
ucuz hayatların anlatımı da ucuz oluyor (Cihat Duman, Kızkardeşleşmek)

kabiliyetsizin tekiyim/ ismimin baş harfleri (sayfa 33)
seçkin bir kimse değilim/ ismimin baş harfleri acz tutuyor (Cahit Zarifoğlu)

ben seni severim sevmesine de toplum buna hazır değil (56)

sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin (Ah Muhsin Ünlü)

sen o anların ardında kuş olur göğe yükselirsin (sayfa 69)
sen kuş olur gidersin bir trenle  (Cahit Zarifoğlu)

Parodi mi bunlar? Pastiş mi bunlar? Metinlerarası mı bunlar? Hiçbirinde italik yok, metnin diğer kısımlarında da ironi yapılığına dair bir zekâ belirtisi yok. Bilirsiniz, ironi biraz kafa işidir. O kafa da burada olmadığı için biz bunlara hırsızlama diyoruz. Esinlenme bile değil. Direkt aparma, çalma. Burda bu kitabı basan İthaki Yayınları’nın da sorumluluğu da vardır bu paçavraları yazan sözde söz yazarının da. Lamı cimi yok! Yargılanacaklar. Böyle sahtekârlık olmaz. Bunlar benim tespit edebildiğim hırsızlıklar. Kim bilir daha hangi şairlerden hırsızlık yapıldı. Üstelik kitabı bitiremedim bile. Şiirimizde Beyaz Toros dolaştırıp kitapçılarda, okul önlerinde, internetlerde dolaştırarak, gençleri şiirin bu olduğuna inandırmanın hesabını verecekler. Onca malzeme, teknik varken memlekette bu gerici bu mutaassıp metinleri şiir diye yutturmaya ne gerek vardı?  Maksat neydi?

Eserdeki saçmalıklar bundan ibaret değil. Hırsızlık yapılmayan dizelerde de sürekli bir tekrara düşülerek verdiğimiz para çarçur edilmiş, kalplerimize beyinlerimize girileceğine ancak işkembelerimize girilebilmiştir. Sürekli bir gurultu, ağrı. Her şiirde park, yağmur, uyumak/rüya var. Adam uyanıyor şiir yazıyor sonra uyuyor. Bir parkta, hep yağmurlu bir havada… İnsanın romatizması azıyor, dizlerine sancı giriyor vallahi.

Bu yağmur bu saatte nasıl da davetkar (YAĞMURA HALLENİŞ)
Sızdıkça camdan ev önündeki kaldırıma
Uyunur mu hiç? (UYUMA ARTIK BİR ÖNCEKİ ŞİİRDE UYUMUŞTUN)
Bu senin uzaktan güzelliğin
Ev içleri gibi darlayan içimi
Ah! (AH YA AH. AHSIZ OLUR MU HİÇ, İÇLENMEDEN OLUR MU)
Senin de camından süzülüyor mu diye (KUZENİM YAZMIŞ)
Kalkıp geleyim diyorum
İlk ayakkabıyla evinin önüne (OVV BULUŞ, BAYILIRIM ŞİİRDE BULUŞA)
Ama bende bu talih varken
Yarı yolda yağmur kesilir (İSKİ FATURASI)
Sen uyursun (TABİİ, UYKUSUZ ŞİİR OLMAZ)
İyisi mi
Yağmur dursun. (EMRİN OLUR PAŞAM)
(sayfa 24)

Birinci tekilden ikinci tekile yazılan lirik şiiri daha önce eleştirmiştim. Merak eden o yazıyı bulur. Ben daha fazla kendimi yormak istemiyorum. Sizi uyarıyorum. Bize vereceğiniz parayı, şiir bütçenizi bunlara ayırmayın, ekmeğimize el uzatmayın. Kürdisatan'da doksanlarda JİTEM'in kapı kapı dolaşıp Kürt toplaması ve asit kuyularında yok etmesi neyse, şiir aleminde bu tellalların, iktidar zafiyetinden (evet, eleştiri yoksa iktidar yoktur) faydalanıp içi boş metinleri sanat diye yutturması odur. Bunlar elbette tarihe kalmayacak ama şimdiki zamanda da müdahale edilmesi, altı çizilmesi gereken kişiler. Bu kişilerin kapısına bir adet çarpı koymak her vicdanlı şiir okurunun işidir.  

11 Ekim 2015 Pazar

Otomobil Dergiciliğimiz-2 (Cins Dergisi)


İslamcı sanatçılar, Aydın Doğan’ı ve Twitter’da ilgi toplayan sanatçıları bitirmek için Cins adlı bir kültür mecmuası çıkardılar. Anladığım kadarıyla kültür adını da kullanarak, kamyonlarına binen masum okuru “Berlin burası” diyerek İstanbul’a bırakıp kaçacaklar. Bu anlamda tam bir otmobil dergisi değil Cins, kamyoncu dergisi aslında. Halkın parasını çalan ve bu paranın büyük kısmını havuzda yazanlara dağıtan AKP’nin altına girecek tıynette olan bir müptezel güruhun, yeni bir iktidar inşa etmek/ okumak yazmak/ üretmek yerine Aydın Doğan’a ve Barış Atay’a çatması beni çok şaşırtmadı gerçi. Kültür âleminde nezdimizde zerre kadar önemi olmayan bu tipleri yıpratmaları, kendi çıtalarının hangi seviyede olduğunu gösteriyor. Laik müzisyenlere, oyunculara, edebiyatçılara çatan ve bu ancak bu şekilde kendini kültürün içinde hissedebilen, kendilerine ait tek bir müzisyen, oyuncu, edebiyatçı ile ilgili çalışma yapmayan, öne çıkarmayan akıl hastası/ amaçsız bir gruptan bahsediyorum. Öyle ki, önerdikleri bütün müzikler ecnebi, alıntı yaptıkları ve dayandıkları bütün düşünürler gavur/ateist. Utanmadan arlanmadan Adorno’dan alıntı yapabiliyor, seküler kültür iktidarını devirebilmek için (!) Türkiye’de kültürel iktidar nerde sorusu üzerine çıkıyor Cins Mecmuası. Gel amk, aha buramda! Tööbe tööbe ya. Soruyu kim sormuş, hangi seküler sizde değil bizde demiş, açıklama yok. Zır cahil çünkü bunlar. Meftunu oldukları kompleksin sebebini dahi bilmiyorlar. Ben 10 yıldır bu ortamdayım, kültür mültür, sanat… 10 yıldır böyle eziklenme görmedim, utandım bu arkadaşlarım adına. Allah şahidimdir utandım, eğer varsa tabii. Kemalist ezme modası ilk ne zaman çıktı bunların arasında, sanırım 4-5 yıl önce, internette çıktı. Var olabilmeyi sürekli öteki üzerinden sağlayabildikleri için bu davarlar, Kemalist teyzelere falan laf atarak birbirleriyle iletişim kurabiliyor, sosyalleşebiliyorlardı. Bu küçük trolcükler böyle böyle güçlendi ve internetin gücünü yeni keşfeden İsmail Kılıçarslanlara da takipçi sayıları ile kendilerini cazip gösterdiler. Kılıçarslanlar ile karşılıklı rtleşip Kılıçarslanlar üzerinden kendilerini legalleştirdiler. Tabii bu gizli personaların legalleşmesi bazılarının da meşruiyetini sarsıyordu. Nihayetinde bebek ile oynayanın eline bok bulaşır, gülü seven dikeni ile uğraşır. Anladığım kadarıyla sadece meşruiyet sorunu çıkmamış bu münasebetlerden, bu arkadaşlar işgale uğramış, hayatı sosyal medya üzerinden anlayan ve bunu temel alan dergi çıkarmaya kadar gitmiş. Kültür meselesi ile sosyal medya meselesini birbirine karıştıryor, neden biz daha çok rt alamıyoruz tanrım, neden Barış Atay kötü oyuncu olduğu halde o kadar rt alıyor? Dergi başından sonuna kadar bu eziklenme merkezinde kurgulanmış. Bir şaka ile başlayan seküler teyze aşağılama paradigması “Barış Atay aydın değildir” seviyelerine kadar çıkmış. Biliyoruz amk biliyoruz, değildir, onu Kürt’ler bile biliyor. Zaza’lar hatta, Laz’lar filan. İlgisiz alakasız herkes biliyor. Sen daha önce herhangi bir oyuncudan aydın çıktığını gördün mü? En son Ercüment Behzat Lav vardı, onun da şiirlerini biliyoruz, kötü. Var mı dünyada hem aydın hem oyuncu. Twitter’dan örgütlenerek yapacağınız bir operasyonu neden dergi çıkararak yaptınız asıl onu çok merak ettim. Yoksa havuzdan gelecek kara parayı aklamak için açtığınız paravan şirket mi bu dergi? Utanmıyorsunuz değil mi o kadar masum okuyucuyu kazıklamaya. Bilemiyoruz, yakında ortaya çıkar.

Dergi iki kısımdan oluşuyor. Eleştiriyi ve yeni bir kültürel iktidar iktidar oluşturma hedefini deklare eden 20 sayfa ve kurmacadan sanattan sepetten oluşan diğer 40 sayfa. Diğer kırk sayfa içinde bir tane sanatçı bulamamışlar söyleşi yapacak. Yok mu gitar çalmasını bilen biri olum sizin aranızda. Allayıp pullayıp önümüze serseydinz. İlla Aydın Doğan’ın yayınları mı övsün istiyorsunuz sizi? TRT dizilerinden namazını düzenli kılan bir çocuk bulamadınız mı işte yeni yetenek diyecek. Gerçi namaz da kılmıyorsunuz siz, cenabet gibi yaşıyorsunuz. Vallahi anlamıyorum artık ne istediğinizi. Gerçekten anlamıyorum. Namaz değil de, düzenli olarak milli irade tivitleri atan biri daha uygun olurdu, dev bir fotoğraf, bekar, yetenekli, dizide oynamak onun işi. Yok, bulamadınız. Yok çünkü amına koyim YOK. Çay içe içe ciğeri delinen biri nasıl oyunculuk yapsın? Nasıl gitar çalsın?

Haşmet Babaoğlu ateist olmadığı için parlatılmayan Simone Weil’den bahsettiği yazısında Simone de Beauvoir’ın ateist olduğu için tanındığını, yirminci yüzyılın ikinci yarısında “entelektüel mahalle”de kabul edilmek için inançsız olmak gerekiyordu diyor. Niye? Tarkowski de inançlı ve herkes onu yönetmen olarak kabul ediyor. Nuri Pakdil’i kabul etmeyen solcu var mı? Sezai Karakoç’u? Semih Kaplanoğlu? Üstelik bu konuda tam ters görüşe sahip laikler de var: Can Kozanoğlu, Yalan Yıllar kitabında yazıyor, o dönemler, sol camiada göze girebilmek için bir miktar din de bilmek gerekirdi, çok saygı duyulurdu bu tür insanlara gibisinden sözler söylüyor. Yani okumakyazmak gibi bir kıstas varken, bilginler mahallesine kabulü inanca bağlamak, çok afedersin, az zekânın işidir. Haşmet Babaoğlu o sıkıcı ve gereksiz yazısını şöyle bitiriyor: Biraz sessizlik yani… Ve aşk!

Hakan Arslanbenzer kültürel iktidar le ilgili yazısında aynen şunu söylüyor: Köşe yazarı denilen mahluk bağımsız fikir adamı değil çünkü. Ya patronuna şirin gözükmek için yazı yazıyor ya arkadaş hatrına yazıyor. Alkış, bravo, genel yayın yönetmeninin bir köşe yazarı olduğu dergide, köşe yazarlarını aşağılıyor. Üstelik dergideki yazarların çoğu Yenişafak’ta köşe yazarken. Madem köşe yazarları patron köpeği, o halde onuna kültürel işbirliği yapmayacaksın. Dergisinde yazmayacaksın. Eskiden ahlaksız idiler, şimdi ahlaksızlığı deklare etmekten zevk duyuyorlar. Hesap soranları yok çünkü. Hepsi Tayyipist. Nasıl ki kimse partide birbirine hesap soramıyor, aynen o şekilde kültür ortamlarında kimse kimseye laf atamıyor, okurları da köpekleştirmişler, hav hav hav. Rezil iğrenç yaratıklar.


Türkiye’de kültürel iktidar nerde? Kültür Bakanlığı’nda evladım. O da sizin elinizde. Niye boşuna CHP’li teyzelere ezikleniyorsunuz? Nasıl bu kadar aşağılık olabildiniz ya siz? 50 tane TV kanalı açtın, gözün doymadı, hâlâ CNNTürk’e sulanıyorsun. Biraz sessizlik yani… Ve aşk!

3 Ekim 2015 Cumartesi

Jako Van Dormael’in Yeni Ahit ( The Brand New Tastament) Filmi

Filmekimi kapsamında bugün Beyoğlu Sineması’nda Mr. Nobody filminden tanıdığım yönetmen Jako Van Dormael’in Yeni Ahit ( The Brand New Tastament) filmine gittim. Koltuk birazcık hüzünlü bir yerdeydi ama olsun, boyun bükerek izlediğimize değdi çok şükür. Tanrı Brüksel’de bir apartmanda karısı ve kızı ile birlikte yaşamaktadır. Alkoliktir ve diğer aile bireylerine şiddet uygulamaktadır. 10 yaşındaki kızı evden bunalır ve kaçmaya karar verir. Kapısız ve penceresiz olan bu evden ancak çamaşır makinesi ile kaçabileceği haberini rahmetli ağabeyi İsa’dan öğrenir ve dünyaya düşer. Hedefi 6 tane daha havari bulup annesinin isteğini yerine getirmektir. Bundan sonrası ise tamamen yönetmenin zekâsına bırakılır ve kurgu çatır çatır ilerler. Çatır çatır ilerleyen ve metafiziği mevzu edinen bu kurguyu Mr. Nobody filminden hatırlıyoruz. Dünyadaki bir kuru temizleme dükkânına ait çamaşır makinesinden çıkan çocuk (buradaki vajina göndermesi açık fakat sokağa çıkar çıkmaz yağmur yağmasını anlamadım, Tanrı da aynı şekilde dünyaya geldiğinde yağmur yağıyor, vaftizi simgeliyor olabilir) önceden belirlediği havarileri aramaya koyulur. Dramatik ironi burada çok ustaca planlanmış şekilde (yönetmen aynı zamanda oyun yazarı olduğu için bu mevzularda becerikli) işler. Bu aşamadan sonra normal bir filmde ya da hayatta gördüğümüz alelade diyebileceğimiz sözler, dramatik ironi etkisiyle seyirciye çarpar. Seyirci bazen güler (güldüm) bazen ağlar (ağladım). Normalde bir insanın başka bir insana ben ağlayamam ama insanların iç müziğini duyabiliyorum demesi alelade ve lirik gelebilir bize. Fakat olayda ne zaman öleceğini bilen kolsuz güzel kadın ağlıyor ve kendisini Tanrı’nın kızı olarak tanıtan kız çocuğu bu sözleri söylüyorsa insan etkileniyor tabii. Çocuğun hedefi yeni bir ahit yazmak değil aslında, yepyeni bir ahit yazmak. Bunun içinde abisi Rahmetli İsa’dan aldığı öğüdü dinliyor. İlla sen yazmak zorunda değilsin, birilerini bul yazdır. Hatta kendi başlarından geçen şeyleri yazsınlar, anıları falan. Sokakta kalan bir amcayı kâtip olarak yanına alan Çocuk, havari havari dolaşıp, başlarına gelen şeyleri anlattırıyor. Bunu da kutsal kitaba yazdırıyor. Bu arada bazı yerlerde çocuk tanrı anlatıcı pozisyonunda havarilerin özgeçmişini okuyor, onları tasvir ediyor, bu tasvirlere baktığımızda yönetmenin asıl maksadı anlaşılıyor. Yönetmen asıl kutsal sözleri, mecaz aracılığı ile kuvvetlendirerek salondaki seyirciye söylemiş oluyor böylelikle. İlk havariyi tanıtırken onun güzelliğinden şöyle bahsediyor: Gülüşü, sedef boncukların mermer merdivenlerden düşüşü gibi. İzlenmedi gereken önemli bir film. Türkiye’de neden yaşanmaz sorusuna “çünkü onun dışında sanat” yapılıyor cevabını düşündürtmesi açısından muazzam. 

2 Ekim 2015 Cuma

Otomobil Dergiciliğimiz-1

Cemil Meriç’in ne dediğini hepimiz biliyoruz: Dergiler hür tefekkürün kalesidir. Aslında Mecmualar dese… Hür, özgür düşüncenin kalesi… Otomobil ve erkek dergileri de hür düşüncenin kalesi midir? Değildir. Kale nedir? Savunma mı çağrıştırır saldırı mı? Daha çok savunma gibi geliyor bana, zekâma. Rumeli Hisarı sanki saldırı amaçlı ama… Türk Silahlı Kuvvetleri’ne danışmak lazım, bir uzmana, strateji bilen birine. Mecmua, özgür düşüncenin karargâhıdır, otomobil dergileri hariç. Tehlikeli düşünürsün ve sana saldırırlar, bu yüzden bir mecmuada yazarsın: Otomobil dergileri hariçtir. Son zamanlarda bazı otomobil ve kadın dergilerine, yani mecmualarına, düşünce ve edebiyat cenahından saldırılar geliyor: Rahatsız edebiyatçılarımız, ama siz çok popüler işler yapıyorsunuz, reklamlar alıyorsunuz sayfalarınıza ve mankenler size fotoğraf veriyor gerekçesi ile saldırıyor bu dergilere. “Sebebi ne ola ki” diye bazı araştırmalarda bulundum. Meğer bu otomobil dergileri, edebiyat, düşünce ve siyaset dergilerinin yanında satılarak okuyucuyu yanıltıyor, bu düşünce dergilerinin okurunu boşuna masrafa sokuyor imiş. Kendi okurunu, otomobil dergisine kaptıran bazı yazarlar bu duruma daha fazla katlanamıyor imiş. Otomobil şirketlerinin, ellerinde bir sürü imkân, ajans, reklam, yöntem var iken, satışı artırmak için edebiyat dergilerinin yanına konuşlanması, birbirinin kopyası tasarımlara sahip onlarcasının çıkması benim de kafamı karıştırdı. Acaba işin arka planında İsrail mi var diye kuşkulanmadım değil. Dergileri kitapçıda teker teker tetkik ettiğimde şu hususiyetlere müşahede ettim: Türkçe bilmeyen tiyatro oyuncuları ve müzisyenler bu dergilerde başyazar olarak vazifelendirilip, sosyal medya hesapları kullanılarak satışın artırılması sağlanıyor. Ayrıca dinlediği müzisyeni otomobil dergisinde yazar olarak gören okur, acaba otomobil ile ilgili ne yazmış olabilir düşüncesi ile bu dergileri satın alabiliyor. İkinci bir yöntem de tasarımları aynı kişiye yaptırıp tasarım masrafından kısarak muazzam bir kâr elde etmek. Yoksa çıkan 15 otomobil dergisinin hepsinin yakın tasarımlara sahip olmasını ve fiyatlarının 6 lira olmasını nasıl açıklayacağız?


(Devam edeceğim)

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...