İçine küçük İskender’in gireceği delikten gözlerimi alıp sigara içerek aynı deliğe hüzünle bakan ses kanseri amcaya soruyorum: Ne zaman gelecekler? Tarih 4 Temmuz 2019. Kanserin hırpaladığı ses tellerinden “namaz bitince” titreşimini duyup gözlerimi kapıyorum. Hiçbir inancı yoktu. Hatta daha evvel bir cenaze töreninde, inançsız bir şairin ardından namaz kılınmaz, diye olay çıkarmıştı. “Hatırlar mısınız,” dedim, “İskender bir cenazede olay çıkarmıştı, ateist birinin ardından…” Hatırlamadı. “İskender değilse Can yücel de olabilir,” dedim. “Olabilir,” dedi. Olay çıkarabilecek şairler listesini taradım muhayyilemde, sayıları az. Yarım saat sonra kalabalık ve bir tabut geldi. Bir tahta diktiler toprağa. Baş harflerinin küçük harfle yazıldığı küçük İskender adını ilk defa dergi/kitap dışından bir yerde görüyorum, eciş bücüş. Dayanamadım, gözlüğün altından ağladım. Başımız sağ olsun. İki ay geçmiş üzerinden. Yazarlarla alakalı yazı serimin dördüncüsü için masaya oturduğumda cenaze töreninde vukuat çıkaran dayıya rast geldim aniden. Sevindim, hatta. Ne İskender ne de Can Yücel.
İlhan Şevket Aykut’un Kılıç Artığı kitabının girişinde kitabı hazırlayan Zeki Coşkun, intihar eden Aykut ile ilgili şu ilginç bilgiyi paylaşır: Sadece üç kişi ile uğurlanıyor: Cenaze giderlerini ve defterlerini emanet ettiği genç, gencin babası, grafik sanatçısı Mengü Ertel. Tabutun taşınmasına yardım eden dördüncü kişi cami cemaatinden bir yabancı… Cenazesi ramazanın ilk gününe rastlıyor. Namazı kıldıran hoca, “Ne mutlu böyle mübarek bir günde ölenlere ki, sorgusuz sualsiz cennete kabul edilecekler” sözüyle noktalıyor duasını. Oysa merhum, 1932’de ünlü düşünür Abdullah Cevdet’in cenazesinde neredeyse skandala yol açmış, “Namaz kılınmasın, bunu yapamazsınız ona, o bir ateist” diye haykırmış… Ve kendisi hoca icazetiyle cennete uğurlanıyor! Takdiri ilahi bu olsa gerek. Bu arada, laf lafı açıyor, Abdullah Cevdet dedikleri kişi, görgü kuralları hakkındaki Fransızca kitabı çevirip Arap harfleriyle Türkçe (Osmanlıca) yayınladığı gün harf devrimi (1 Kasım 1928) olması sebebiyle kitabını çöp eden kişidir. Gerçekten de halkı bir gecede… Bu bilgiyi -eğer kurmaca değilse– üç dört sene önceki bir sergiden edinmiştim. Komiktir. Hiçbir yazarın başına gelmemelidir. Araştırabiliriz.
Eğer merak ettiysek İlhan Şevket Aykut’u biraz daha tanıtabilirim. Ben kendisini bir 10 sene evvel duymuş ve araştırmıştım. Hiç pişman saymam kendimi. Hatta yerimiz ve zamanımız kalırsa bir başka müntehir şair Beşir Fuat ile alakalı da malumat verebiliriz. Onun da hayatı ve intiharı anlatmaya değerdir. Hatta ilk romanım Olay Beyoğlu’nda Geçiyor’da diyaloglara yedirerek okura tanıtmıştım. Tabiri caizse lokanta masalarına meze etmiştim, biraz pişman olmadım diyemem. Ne ise.
Aykut, 1907 yılında doğuyor, İstanbul Hukuk’u bitiriyor, iki yıl hâkimlik stajı yaptıktan sonra meslekten soğuyup öğretmen oluyor. Galatasaray Lisesi’nde muallimlik yaparken 1933 yılında Atatürk, okulu teftişe geliyor. İşte psikotik kırılma bu yıl gerçekleşiyor. Herkes ezile büzüle elini sıkarken Aykut dik bir şekilde, vakarla elini sıkıyor paşanın. Paşa, hocanın dersine girip “Hocam çocuklara bir soru da siz sorun,” deyince ortalık buz kesiyor. Hoca, içinde diktatör kelimesi geçen bir cümleden soru yapıp çocuklara yöneltiyor. O dönem paşanın sert önlemlerini (İstiklal Mahkemeleri, sert inkılaplar) dikta diye tanımlayan yerli ve yabancı kişiler de türediğinden hocanın buna vurgu yapmak istemiş olabileceğini düşünüyor paşanın danışmanları ve bürokratları. Ama Aykut’a göre bu böyle değildir. “Paşa benden rahatsız olsaydı yedi saat boyunca dersimde kalmaz, 13-14 fincan kahve içmezdi,” diyor. “Ama o yanındakiler yok mu, diye de ekliyor. Her şeyi yaparlar ve yaptılar da.” Az önce bahsettiğim Ahmet Cevdet’in cenazesindeki çıkışından sonra bu ikinci skandal Aykut’un kalan ömrünü etkileyecektir. Bu olaydan sonra hiç terfi almamakla beraber bir gün Yozgat’a sürüldüğü haberini alır. İstanbul âşığı Aykut, bu haberden sonra derhal memuriyetten istifa eder ve yeraltına çekilir. 55 yıllık inziva böylece başlamıştır.
Derhal çeşitli dilleri öğrenmeye başlar. Kimseye adresini söylememektedir. Bir ara on yıl boyunca dışarı bile çıkmaz. Çok sınırlı sayıda insan ile görüşmektedir. Bunların çoğu ressamdır ve konuşmanın konusu resim eleştirisidir. Eleştirileri dönemin sanatçıları tarafından hayranlıkla dinlenir. Eve gelir. Masraf olmasın diye makarnayı yağsız, salçasız hatta tuzsuz tüketir. Şiirlerini yazar ve erkenden uyur. Güneş doğmadan uyanıp yürüyüşe çıkar. Eğer spor yapmazsa hasta olacağını ve hastane masraflarını ödeyemeyeceği için de öleceğini düşünür. Önceleri yaşama fikri Aykut’a iyi gelmektedir. Ta ki 75 yaşına varıncaya dek. Sonrasında intihar edeceği 85. yaş gününe kadar bugün de ölmedim, eyvah ben yaşayacağım galiba der, yaşama korkusu çekmektedir. Nerede kalmıştık? Yürüyüş bitince eve gelir. Yatak ile somya arasına sıkıştırdığı kumaş pantolonunu giyer. Geceden kaynar su ile yıkayıp kuruttuğu beyaz gömleğini, fularını hazırlar, takar takıştırır ve çıkar. Kitapçılarda kredisi boldur. İngilizce ve Fransızca basılan gazeteler de dâhil olmak üzere okuyacaklarını ücretsiz alır, bir kenara geçip okur. Yanından yöresinden geçen herkesi polis zanneder. Bu fikre tahammülü azaldıkça tekrar eve geçer. Yakışıklıdır. Manitaları keser. Yakın arkadaşları ile yılda bir görüşür. Kimse nerede yaşadığını bilmez. Evine hep farklı sokaklardan ulaşmaktadır. Annesi ölür bir gün, ailesini de silmiştir hayatından. Kara haberi aldığı gün berbere gider. Tıraş olurken usul usul gözyaşı döker, berber niye ağladığını sormaz, tıraşa devam eder. Eve gelir ve annesine bir şiir yazar, sonra tüm şiirlerini elle kâğıtlara geçirdikten sonra Fransız Ulusal Kütüphanesi’ne gönderir. Dergilerde şiir yayımlamaz. Kitabı çıkmaz. Yazar, yazar, yazar ve birikince kütüphaneye gönderir. Bazen yılda bir görüştüğü arkadaşlarına okur şiirlerini, ama göstermez. Sanat eleştirilerini yazılı olarak yapması istenince “Türkçe şiir dilidir, düz yazı yazarak bu dile hakaret edemem,” der. Manyağın önde gidenidir. Evlenmez. Kadınlarla ilişkisi yoğun ama gizlidir. Bir kadını çok sever, öldükten sonra fotoğrafı kütüphanesinde bulunan bu kadının kim olduğu belli değildir. Bir gün 600 sayfalık Fransızca sözlüğü masasına koyar, “Her gün bir sayfa çevireceğim ve sözlük bitince yaşamıma son vereceğim,” der. 83 yaşının ortasındadır. Sigortası olmadığı için hiç hastalanmama hedefini tutturmuş fakat maalesef bu durum onun fazla yaşamasına sebebiyet vermiştir. Arkadaşlarının her ay aralarında topladığı cüzi bir parayı kabul etmek ağrısı artık nefes almasına mani olmaktadır. Sayfalar çevrildikçe kendisine güveni artmaktadır. Son kaldığı semtteki Yoğurtçu Parkı’na gider, 40 yaşındaki kadınla buluşur, onu sebepsiz yere terk eder. Artık hayatında sadece ev sahibi kalmıştır. İmzaladıkları kontratta iki yıllık kiranın peşin verildiği, kiracının ölmesi halinde ödenen paranın “iade” edilmeyeceği, ölüm halinde özel eşyaların da ev sahibine kalacağı yönünde maddeler vardır. Ne hazin. Mülksüzlerin tüm kontratları vasiyete benziyor demek. Sayfalar biter. Son sayfayı çevirir, okur, aniden yaşadığı bodrum katından üst kata çıkar. Ev sahibinin oğluna biraz para ve el yazısı ile yazdığı bir tomar şiir verir. “Şiirleri babana ver, parayı da benim cenaze masraflarına harca, artacak, artan para ile sevgilini iki kere yemeğe götür,” der. Çocuk afallar. Şaka zanneder. Aykut aşağı iner, iki kutu kalp ilacını bir şişe su ile birlikte… 84 yaşının son günü, ömrünün son günü olur. Sonrasını biliyorsunuz, cenazesine 3 kişi…
Günümüzde bazı sinirsel hastalıklara yakalanan kişilerin daha çok intihara meyilli olduğu iddia edilir. Hatta tüm intihar vakalarının bir hastalığa bağlandığı vakidir. Aykut paranoyaktır. İntihar kararının buna ne derece bağlı olduğunu bilemiyoruz. Üstelik işin içinde şiir de var. Günümüzde şiirin bir simge olduğunu müşahede ediyoruz. Simge, bayrak. O bayrağın altına girip kendini mutlu hisseden bir güruh var. Temsil edilmek istiyorlar. Evliliklerinden sıkılanlar yeni bir nikah, sürülerinden sıkılanlar yeni bir yığın, nevrozlarından çekenler yeni bir terapi peşindeler. Yazık olasıcalar. Ama Şevket o bayrağın altına sığınmamış, dolayısı ile diğer müntehir şairlerden biraz farklı bir konumda. Bayrak meselesini yine müntehir bir şair olan fakat kendini şiirle temsil ettirmeyen başka bir şair, Beşir Fuat üzerinden devam ettireceğiz.
5 Şubat 1887’de, Çağaloğlu’ndaki ahşap bir köşkün alt katında
bulunan içi kitaplarla dolu olan çalışma odasında yakışıklı bir edebiyatçı
çeşitli kişi ve kurumlara gönderilmek üzere intihar mektupları yazıyor. Bir
kısmını ikindi vakti postaya vermiş bile. Bir ara gaz lambasının fitilini
yukarı kaldırıp kaldırmamakta tereddüt ediyor. Fakat aynı tereddüttü tuvalete
gitmek konusunda göstermiyor, gidiyor, ellerini yıkayıp masaya geri dönüyor.
Sulandırdığı kokaini enjektör yardımıyla önce sol bilek atardamarının altına,
sonra sağ bilek atardamarının altına şırınga ediyor. En son boynundaki aort
atardamarına. Bir yandan da ölümün nasıl duygular yaşattığını kaydetmek için
hazır ettiği kalemle kâğıda bir şeyler yazmaya başlıyor. Bir ara kapı çalınsa
da gelen kişiye çalışması gerektiğini söyleyerek kapıyı açmıyor. Kokain ile
uyuşturduğu bölgelerin altındaki damarları ustura ile kesip kanın akışını seyre
koyuluyor. Kan akışını hızlandırmak için de ara ara kollarını sallamayı ihmal
etmiyor bu arada. Başı masaya düşüyor. Sabah cesedini buluyorlar. Dönemin
gazetesi Tarik’ten okuduğumuz kadarıyla ölürken yazdığı kelimeler
şunlardan ibaret: “Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça
biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı
kapadım diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı ölüm
tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık
gelmeye başladı…”
Dünya tarihinde vuku bulmuş bu en korkunç ve iç karartıcı
olayın faili Beşir Fuat’ın (32) dönemin ünlü aydını Ahmet Mithat Efendi’ye
gönderdiği mektup ise edebiyat tarihinde günümüze gelen en garip metinlerden
biridir. Yazar, burada şairlere ve şair meclislerine öylesine önyargı ile yaklaşıyor
ki en meşhur intikam filmlerinde bile böyle sahnelere rastlamak mümkün
değildir. Yazdığı mektuplarda intiharı ile ilgili çeşitli sebepler açıklayan ve
yakınları tarafından da bazı nedenlere dayandırılan bu intiharın peşine
düştüğümüzde, geçen yazıda İlhan Şevket Aykut bahsinde ele aldığımız temsil
meselesine varırız. Fuat da Aykut gibi bir şeylerin kendisini temsil etmesini
istememiştir, temsil olmuştur. Açalım.
Ahmet Mithat’a yazdığı mektupta na’şının kadavra yapılması,
son yazıları ile ilgili matbaaya uyarı ve intihar sebeplerinin yanı sıra
şairleri hedef alan acayip cümleleri vardır. Burada adeta şairleri hedef alarak
şiir kamusuna hatta söyleyelim edebiyat ortamına resmi bir saldırı
gerçekleştirilmiştir. Fuat evvela intihar ederek polemiklerden kaçtığı iddia
edilmesin diye son polemiklere cevap verebilmek için intiharını bir hafta
geciktirdiğini yazmıştır. Bu ciddi bir önyargıdır. Dönemin şairleri ile girdiği
estetik tartışmalarda daha pozitivist bir taraftan yaklaştığı için sözüne
itimat edilmemiştir. Bunu kafaya takan Fuat ise çeşitli bilimlerden getirdiği
örneklerle edebi tartışmaların kalitesini arttırmıştır. Yine anlaşılmayınca
kendisini bu “cahillerin” ortasında oldukça yalnız hissetmiştir. Mektubun
dikkat çeken başka bir yönü de bilimsel makale yazmanın şairlerin kafiye ve
vezin ile yaptıklarından daha zor bir iş olduğunu iddia ederek onları
basitlikle suçlaması. Yetmemiş olacak ki en son şu sözlerle şairlerin
olabildiğince ödlek kişiler olduğunu belirtmiş: “Damar kesmede her zaman damarı
sıkıca tutarak yaşamı koruyabilmek mümkün olduğu halde kendimi öldürme azmimden
dönmeyeceğim. Şairler sözle pek çok kahramanlık satarlar; fakat fiiliyata
gelince böyle bir metanet göstereceklerinden pek emin değilim. Çünkü şu
intihar, beyne bir tabanca sıkmak, kendini asmak veya suya atılmak gibi
değildir. Onlara bir kere teşebbüs edince onu men etme tercihi elden
gider.” Rahmetli Fuat’ın bu satırlarda
iyice ergenleştiğini görmemek mümkün değil. Fakat yine de tavırdır bu. Ölümü
aracılığı ile karikatürize olmuş şiir ortamına bir mesaj vermek bile büyüklük
emaresidir diyoruz.
Mektubun üslubu da oldukça serttir, şiirsel demiyorum sert
diyorum. Şiirsel kelimesi artık oldukça salya sümük bir kelime gibi geliyor
bana. Mektup, “Mezardan bir seda!” diye başlıyor. Yani kendimizi zavallı Ahmet
Mithat’ın yerine koyduğumuzda ölen birinin mezardan yükselen sesini duymamak
mümkün değil adeta. Mektup ilerleyip, yukarıda bahsettiğimiz yerleri geçtikten
sonra kendini nasıl öldüreceği bahsine geliyor. Giriş paragrafında bahsettiğimiz
damar kesme ve sair şeyleri uzun uzun anlatıyor ve şunu ekliyor: Âdeta bu
fikri, yaz gelirse Kağıthane’ye gideceğim gibi telakki ettim. Dehşetengiz
planını böyle basit bir vakaya indirgemesi tüyler ürperticidir.
Konu iyice dağılıyor, bu mesele ile uğraşırken yaşananları
tahayyül etmem bir yazar olarak beni de etkiliyor. Fakat yazılarımı, ritim
bozulmasın diye tek seferde yazmaya çalışmam beni bu yazıda tutmaktadır.
Öncelikle intiharı düşünelim. Bir bilincin yarılması, geçici kaybı mümkündür.
Bilinci yarılan kişilere deli deriz. Trafik kazasında kafası giden birine de
yaralı/ komada/ durumu kötü deriz. Fakat bilincin kendini yok etmesi doğaya
aykırı bir durumdur. İnsan denen bilinçli hayvan yaşamını devam ettirecek
makinelerle doldurulmuştur. Buna dürtü deriz. Hatta yaşama dürtüsü ölüm
korkusunu bile doğurmuştur. İnsanın en büyük korkusu ölmektir. Bu sebeple
insanın telef-i nefsi yani kendini telef etmesi eli ayağı olmayan bir masaüstü
bilgisayarın kendi fişini çekebilmesi gibidir. Bu sebeple uzmanlar genellikle
sinirsel bir hastalığın neticesi olarak değerlendirirler intiharı. Kısacası bir
zayıflık olarak görürler. Ne dersek diyelim bir kişinin böyle bir şeye karar
verip bunu uygulamaya koyması gerçekten hayranlık uyandıracak bir şeydir. İçten
içe merhumun cüretini takdir ederiz. Hele arkasında iyi bir şeyler bırakmışsa o
şeylere sahip çıkarız. Beşir Fuat ve İlhan Şevket Aykut hiçbir şey söylemeden,
aniden kendilerini öldürselerdi benim umurumda bile olmazdı intiharları. Çünkü
2013 yılında kendisini Galata Kulesi’nden atan bir gencin yerdeki kırık
anahtarlıklarının ve kanının bir çöpçü tarafından süpürüldüğünü gördüm. O gün
bugündür intiharın bir kepazelik olduğunu düşünüyorum. Ama bu edipler toplumun
dışına intihar yöntemiyle çıkmayı çok önceden planlamışlar. Kendi bulundukları
edebiyat camiasının gerçekten bir huzur evi, aşevi, tımarhane olduğunu
anlamışlar. Bunu da yazılarında belirtmişler. Bu ediplere “bipolardır, ne yapsa yeridir” deyip
geçemiyoruz. Düz insana acıdığımız gibi acıyamıyoruz da. Eylemleri, pimi çekilmiş bir bomba gibi
kalıyor elimizde. Bizdeyken patlamasın diye diğerine atıyoruz galiba.
Neticede, intihar mektubundan şunu anlıyoruz. Şairin annesi
şizofren. Şair araştırıp bu sinirsel durumun genetik olduğunu öğreniyor. Bu
arada bu korkuyu yenmek için eğlence hayatına dalıyor. Ne kadar eğlenirse
aklını ok adar muhafaza edeceğini düşünüyor. Bu dünyadan bir kişiyi bataktan
kurtarıyor. Ondan çocuğu oluyor. Bu durumu karısından gizliyor. Fakat eğlence
hayatına ara vermediği için serveti eriyor şairin. Hesaplamalarına göre böyle
devam ederse bir yıl sonra beş parasız kalacağını hesaplıyor. Eğer eğlenmez ise
delirecek. Eğlenirse de fakirlikten kepaze olacak. Karısını, metresini ve
bunlardan olan çocukları bırakmak da vicdani gelmiyor. Eğer intihar ederse
kalan mal varlığı ile bu kişilerin hayatlarını idame ettireceklerini
tasarlıyor. Mesele bu. Süslemeden anlattım. Süsü ise yukarıda idi,
hatırlayalım: Şairler tartışmalardan kaçmak için intihar ettiğimi düşünmesinler
diye bu mektubu yazıyorum.
Cihat Duman, Kafkaokur Eylül 2019, Ekim 2019