Bu Blogda Ara

29 Kasım 2016 Salı

Ozan'a Sorular ve Cevaplar

Kafamız karışık, bazen kavramları bazen de olguları yanlış yerlerde kullanıyoruz. Şimdi hemen soru sorarak deşeyim:

1-      Şiir denen şey ile dergi/magazine/mecmua denen şeyin birbirinin müştemilatı gibi algılanmasının sebebi nedir? Dergi denen şeyin şiirin neşrine yarayan bir cihaz/mecra olduğu bilgisi neden kullanılmıyor?

2-      Şiirin neşri mevzusunda dergi cihazının yanı sıra kitap, ses kaydı, video, internet, gazete, elektronik posta, posta kutusu cihazlarının varlığı neden yadsınıyor?

3-      Dergi, birden fazla insanın katkı sunacağı, farklı yönlerden bir konuya yaklaşacağı, farklı türlerde (deneme, şiir, makale) eser oluşturacağı bir mecra iken onun bir tavır dergisi olması gerektiği düşüncesinin sebebi nedir?

4-      Şairler dergilerde bedenleriyle mi şiirleriyle mi düşünceleriyle mi yoksa imgeleriyle (şair imgesi) mi var olurlar?

Dergiler çıkmadan önce tavırlarını belirleyebilirler. Yahut merkez dergisi olurlar. Belki de belli bir yaşın altındakilerin yazabileceği gençlik dergisi olurlar. Sadece şiir dergisi ya da öykü dergisi olabilirler. Daha ileri gidip sadece modern şiirin dergisi, avangart şiirin dergisi, deneysel şiirin dergisi olabilirler. Dergiler zaman içinde tavır da değiştirebilirler. Mesela Heves Dergisi ilk zamanlarında taşra dergisi, sonra merkeze hitap eden dergi, nihayetinde deneysel şiirin dergisi olmuştur. Diri Ozanlar Derneği çıkışını yaparken sadece şiir yayımlayacak ve çok basılıp çok dağıtılacak bir dergi olacağının açıklamasını yapmış ve bu yönde üç sayı çıkmış bir dergi. Ozan Can Türkmen ise burada şiir yayımlamış olan beni -bu yazının yazarını- çok satan bir dergide yazarak etkimi arttırmaya çalışmak ve bazı şairlerle yan yana durup kendimi istiflettirmek ile suçlamış. Bana da cevap hakkı doğuyor. Bur'da sözü sizden alıp Ozan’a çeviriyorum. Canım Ozan;

Çok satan dergide yazacaz diye şiirin malzemesinden çalmadık, seviyeyi düşürmedik, ne yazıyorsak onu yazdık. İkinci olarak ben düzenli olarak bir dergide yazmıyorum. Ve son yıllarda ekseriyetle şiirlerimi sadece isteyen kişilere, ilan ve posta ile gönderiyorum, özel bir neşir peşindeyim. Ayrıca blogumda yazılı müzik kayıt sitemde sesli kayıtlar da neşrettiğim oluyor. Posta ve internet siteleri dışında bazı dergiler ve fanzinlerde –benden şiir istendiğinde- neşrediyorum. Genel olarak da tavrım belli olduğu için, ideolojik olarak alakasız birileri zaten benden bir şey talep etmiyor. Fakat sadece bir tavır dergisinde de yer almıyorum. Son dönemde tavır dergisi olarak gördüğüm bir dergi yok açıkçası. Çıkarmak istediğim dergiyi de maddi imkânsızlıklar nedeniyle erteliyorum. Hal böyle iken sen bi etkiden bahsediyorsun. Ben etkimi arttırmaya çalışıyorum evet, fakat bunu sadece Diri Ozanlar Derneği’nde şiir yazarak değil, internet sitelerinde eleştiri yazarak, twitterda polemik çıkararak, internet dünyasına videolar armağan ederek, şiir neşrederek ve daha burada sayamadığım onlarca yöntemle yapmaktayım. Fakat bunlardan en etkilisi sen de çok iyi biliyorsun ki internet mecrası. Hızlı ve bedava yayılıyor eser. Sen de etkili olmak için yazını önce blogunda sonra twitter hesabından paylaşmışsın. Yani yazını Sirkeci Garı Bekleme Salonunda yazmış, Demirören AVM’de dolaşıma sokmuşsun. Tepki beklemiş ve almışsın. Böyle etkili olacağını düşünmüşsün, haklısın. İyi şeyler etkili olur aslında. Mecra önemli değil. İnci Sözlük’teki o hikayeyi hatırla. Mecrası İnci Sözlük’tü ve etkisi Beckett etkisi yaratıyordu. Atilla Çapraz’ı düşün, duvara yazıyor, bizi çarpıyor.


Gelelim istiflenme meselesine. Dergiler kitap olmadığı için ve birden fazla kişi yazdığı için (Naber hariç) umumiyetle bir istiflenme alanı zaten. Bireysel alanlar posta kutularıdır. Duvarlar, kitaplar, kişisel sergilerde istif olmaz. Tavır Dergileri’ndeki istiflenme ile Serbes Dergiler’deki istiflenme farkını belirleyen bir kıstas yok. İstiflenme nerde başlar ve nerde biter bilemiyoruz. Poetikası olmayan, kadrosu olmayan bir mecrada istiflenme kaçınılmaz. Dolayısı ile istiflenmeyi belirleyen şey yine iyi şiirin kendisi (ve düşüncesi) oluyor. Şiir yazmak için, şiirle var olmak için başkalarına ihtiyaç duyan zavallılar istiflenebilir kanımca. Tüm neşretme ihtimallerinin yokluğunda bile şiir yazan, yazacak olan, mecrayı tanımayan ve en önemlisi mecrayı kutsallaştırmayan birisi istiflenemez. Dergilerin şiirin başat mecrası olarak gören, buna istinaden bu mecrayı kutsallaştıran/ tabulaştıran, dergi ve şiir olgularını birbiri içinde içkinleştiren tavrı kabul etmiyorum. Bu dergiyi tüzel bir kişi olarak değil de gerçek kişi olarak kabul etmektir. Görünebilmek için ancak kabile olması gereken Adanalı Zavallı Şairler’in bir iki sayı çıkarıp kapattığı dergilerdeki istiflenmeye bakarsan anlarsın ne demek istediğimi. Matbu çıkarak tarihe adını kaydettirmeyi şiar edinen ve etkiyi böyle sağlayacağını düşünen dergiler, kabile broşürleri iki ucu boklu değneğin diğer ucundalar maalesef. Etkili olmak ve istif olmamak için çok iyi eserler yazıp, çok dağıtmak, bulunduğu şiir kamusunda nevi şahsına münhasır olmak, hem matbu hem de online olmak gerekiyor. Aynı anda hem adını tarihe kaydediyorsun, hem de aniden yayılıyor günceli haberdar ediyorsun hem de yeteneklisin. Güzel olur öyle.     

5 Kasım 2016 Cumartesi

Emrah Serbes’in Müptezelleri

Antalya’da garsonluk yapıyordum, Belek’te, on beş sene evvel diye başlıyor roman. Birinci tekil şahıs, samimi bir kitleye, on beş sene evvel yaptığı itlikleri, hergelelikleri aktarıyor, samimi bir dille, yani dillerin en samimisi ‘gündelik konuşma dili’yle. Aslında öyle başlamıyor Emrah Serbes’in Müptezeller’i; bir paragraf daha var sayfanın başında, köpeklerden -fakir köpeklerden- bahseden kısa bir paragraf. [Buraya kadar yazdıklarımı sinema diline aktarırsak daha rahat iletişim kurabiliriz sizinle]: Anlatıcı, dinleyenleri bir kafede toplasın, tam on beş sene öncesini anlatacakken birden köpek havlaması duysun sanki, bu havlama, onda bir bilinç akışına sebebiyet versin ve gözlerini kapayıp köpeklerle ilgili düşüncelerini sunsun, daha epik fakat. Sonra birden gözlerini açıyor, yaka mikrofonunu pıt pıt vurarak kontrol ediyor ve Antalya’da garsonluk yapıyordum, Belek’te, on beş sene evvel diye bulunduğu zamana ve mekâna dönüyor. Buraya kadar her şey normal ilerliyor. Anlatı başlıyor. Dört farklı şehirde, hepsi bir ya da iki yıl süren olaylar derleniyor, roman diye önümüze sürülüyor. Biterken de anlatıcının tekrar başa, insanları topladığı kafeye dönmesini bekliyoruz. Hani filmlerde olur ya, flash back’ten sonra, neticede gerçek zamana getirilir, sonra uğurlanırız. Burada ise on beş yıl öncesine bir flash back yapılıyor ama romanın son sayfasında flash back olduğu unutuluyor, sekiz-dokuz yıl öncesinde olay bitiriliyor. Beş-altı yıl boyunca birinci tekilin ne yaptığını biliyoruz, sonraki on yıl boş, günümüze kadar yani. Anlatıcı, kahramanın henüz ikinci sayfada on dokuz yaşında olduğunu belirtiyor. Antalya, Bursa, Ankara serüvenlerinin bitip İstanbul serüveninin başlayacağı 113. Sayfada ise kahraman yirmi dört yaşında olduğunu söylüyor. Demek ki altı yıl geçmiş, kaldı elimizde 9 yıl. İstanbul parkurunun başlayacağı 115. Sayfanın ilk cümlesi ise şöyle: Boşa geçen iki yılı saymazsak İstanbul’a yeni gelmiştim. Ben cümlenin manasını kavrayamadım, romandan bir bölüm niye böyle başlar muhakeme edemiyorum şimdilik. Olaysız ve burada anlatmaya değer hiçbir gelişmenin yaşanmadığı iki yılı saymazsak üçüncü yılın başında şöyle bir şey oldu demek mi istedi? Yoksa iki yıl da bu cümlede harcayayım kalan yedi yılı diğer cümlelere pay ederim mi demek istenildi? Bilmiyorum. Neresinden bakarsak bakalım gereksiz bir cümle. Zaman problemimiz devam ediyor: Romanın 163. yaprağa gelen son sayfasında ise geçmişte –hadi 7 yıl geçmişte diyelim- yaşayan karakter Beşiktaş sahilde elinde birasıyla karanlıklara doğru ufak ufak yürüyüp kayboluyor. Tam bu esnada başta kurduğumuz film setindeki kafeye dönüp dinleyicilerine bir mesaj vermesi ya da en azından bir veda etmesi beklenen yaşlı anlatımcı (15 yıl önce 19 yaşında ise şu an 34 yaşında olmalı) hiç yokmuşçasına kayboluyor. Evet, hem yazar hem de editör ilk sayfayı unutuyor. İlk sayfada üst kurmacaya çok yakın bir teknik kullanılmış, üstkurmaca denenmiş hatta, 128. Sayfadaki okurla dertleşme bunu gösteriyor. Kafede otuz dört yaşındaki anlatıcı şöyle bir cümle kuruyor: Allah kahretsin, hayatım nereye gidiyordu böyle. Burada anlatıcının yarattığı anlatı dünyasındaki kahraman anlatı perdesini işaret parmağı ile sarsıyor, kafedekilere ve yazara selam veriyor. Yukarıdaki cümleyi bir iç konuşma olarak değerlendiremeyiz çünkü benzer bir cümlede yani romanın son cümlesinde dirhem dirhem kaybolsam diye düşündüm, yavaş yavaş içmeye devam ettim diyor. “Diye düşündüm” denilerek kafedeki anlatıcı ve dinleyici personaları muhafaza edilmiş. Bu muhafaza 128. sayfada yok.

Şimdi buraya kadar yazdıklarımı muhtemelen anlamadınız. Şöyle söyleyeyim: Üstkurmacadan nefret ediyorum. Metafiction (üstkurmaca) bence günümüze uygun bir anlatım yöntemi değil. Modernizm ile postmodernizm arasında kalmış belirsiz bir hududu zamana çevirdiğimizde elde edilen zaman aralığında çok denenmiş ve açıkça söylemek gerekirse suyu çıkarılmış bir metot üstkurmaca. Günümüz insan beyni üstkurmacayı yazınsal alanda kaldıramaz. Görsel alanda belki hâlâ çok güzel bir metot olan (sinemadaki dış ses mesela) üstkurmacanın yazılı edebiyattan tamamen silinmesi gerekiyor. 80’lerde erotik filmlerde oynayan oyuncular nasıl bu utanç verici durumu unutup hayatlarına devam ettilerse, üstkurmacaya bulaşmış bütün yazarların (özellikle zavallı öykücülerin) bu kitsch, bayat, modası geçmiş tekniği uyguladıklarını unutmaları şart oldu artık. Emrah Serbes kesinlikle üstkurmaca kullanan bir yazar değil, bu son romanında da böyle bir teknik kullanmamış. Çok küçük bir istisnayı dışarıda tutarak söyleyelim, onu da yukarıda belirttik. Ben sadece çok zevk alarak okuduğum romanın acaba üstkurmaca mı yoksa değil mi olduğuna bakarken yaşadığım zaman kazasını aktarmak istedim. Ve yaşanan bu zaman kazası, romanın sahiciliğini tabii ki zedelemiş. Edebi eserlerde sahicilik nasıl zedelenir? Bir alt başlık eşiliğinde elimizdeki romana bakarak cevaplamaya çalışalım.

Edebi Eserlerde Sahicilik Nasıl Zedelenir?

1-     Zaman problemi.
Olayın geçtiği tarih ve olayı anlatırken harcanan zamanın uyumsuzluğu. Bunu yukarıda açıkladık.
2-     Eksik araştırma.
Karekterimiz, genç, parasız, alkolik, esrarkeş ve orada burada garsonluk yaparak geçimini sağlamaya çalışan bir loser. Dandy, bohem, flaneur, serseri diyemiyoruz. Karakter gerçekten de bunların bile altında bir müptezel. Arasıra üniversitede okumayı ve roman yazmayı deniyor başaramıyor. Sokağa, sokak diline alışkın olduğu halde esrarkeşin esrarsız kaldığı durumu tıbbi bir terim olan yoksunlukla aktarmış. Uyuşturucu argosunda bu durma harman kalmak deniyor. (s.102) Romanda bir çok argo türü var. Mesela ayyaş argosunun nadide kelimesi piyiz bile geçiyor. Harman’ın geçmemesi sahiciliği biraz zedelemiş. Anadolu geleneklerinde içeri giren içeridekilere, yoldan geçen oturanlara, küçük büyüğe selamın aleyküm der. Bir küçük bir büyük aynı anda yürüyorsa küçük selam veremez. Bir büyük bir küçük oturuyorsa yoldan geçenin verdiği selamı küçük alamaz. Bu usül, şehirlere de sirayet etmiştir. Kahveye girer ve selamın aleyküm dersiniz. Romanda ise iki kafadar hoca denilen bir zatın mekânına giriyorlar, ilginçtir ki hoca ayağa kalkıyor ve içeri dalan iki serseriye “selamın aleyküm” diyor. (s.107)

3-     Türler arası problem ve endüstriyel yayıncılık.
Müptezeller başkarakteri aynı fakat olayların ve şehirlerin farklı olduğu dört öykünün birleşmesinden oluşuyor. Başkarakterin aynı olmasından ve İsmail adlı karakterin olur olmaz yerden birden fırlamasından başka bu öyküler arasında hiçbir bağ yok. İlk öyküdeki karakter diğer öyküde yerini bir başka karaktere devrediyor. Müptezeller bu yönü ile bir öykü kitabı aslında. Kitabın künye sayfasına baktığımızda tür olarak Türkçe Edebiyat denmiş (böyle bir tür var mı) fakat özgeçmişte “Müptezeller (Roman)” tabiri geçiyor. Dolayısı ile kitabın roman olduğunu buradan anlıyoruz. Roman diyebilmek çok güç aynı karakterin beş altı yılda çeşitli şehirlerde başına gelen şeylerin anlatıldığı esere. Öyküler ya da anılar diyebiliriz. Çünkü olaylar arasında bir illiyet bağlantısı yok. Satış kaygısı da bu yola sürüklemiş olabilir yayınevini.

Bunun dışında kitapta çeşitli kapatılma alanlarının (akıl hastanesi, hapishane, denetimli serbestlik müdürlüğü) güzel işlenmesi, anlatımın ahengi, karakterin düzeyli melankolisi takdir edilecek noktalardan. Alamet-i farikası internetten ve eserlerden eril dil toplamak olan feminist koleksiyoncuların da yoğun ilgi göstereceği bir kitap olmuş kanaatindeyim. Karakterler ile ilgili çok içki içmeleri ve eğilimli olmaları dışında bir ayrıntı verilmediğinden analizlerini yapamıyorum. Antalya’daki İsmail, Ankara’daki Karabüklü, İstanbul’daki Erkut hemen hemen aynı kişi. Özellikleri: Ev arakadaşı, alkolik, küfürbaz ve en önemlisi ana karakteri tatmin eden çoğu zaman da düzelten bir tür süper egonun mücessem hali. 

Cihat Duman, ridvancihat@gmail.com

13 Eylül 2016 Salı

Yozgat’ı satsanız bu tazminatları ödeyemezsiniz.

Gerçi Yozgat satılarak hiçbir ödeme yapılamaz ya. Şöyle diyeyim: Karadeniz’in tamamını HES’çilere, Kuzey Kıbrıs’ı Yunan’a satsanız yine ödeyemezsiniz yok yere tutukladığınız, ihraç ettiğiniz masumların tazminatını. Müvekkile hâkim aynen şunu soruyor: Fetullah Gülen hakkındaki görüşleriniz nelerdir? FETÖ hakkında ne düşünüyorsunuz? Başka bir müvekkile ise şunu soruyorlar: Ortaokulda hangi okula gittin? Sıradan insanları Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı ortadan kaldırmaya teşebbüsten ağırlaştırılmış müebbet ile yargılayıp işe alım mülakatındaki gibi komik sorular soruyorsunuz, cevabına bakmadan da içeri tıkıyorsunuz. Olağanüstü Hal ilanı darbe girişimi engellendikten sonra ve teşebbüs edenler tutuklandıktan sonra yani kamu düzeni kendi kendine sağlandıktan sonra keyfi olarak ilan edilip, muazzam bir fırsata dönüştürüldü. İnsanlar hiçbir gerekçe gösterilmeden, savunmaları alınmadan tutuklandı. Anayasa’nın 15. Maddesinde olağanüstü hal rejimlerinde bile sınırlanmayacak, ortadan kaldırılmayacak haklardan (buna çekirdek haklar da deniyor) bahsedilir. Bunlardan bir tanesi de kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerinin açıklanmaya zorlanmayacağıdır. Bu hak, Anayasa’da ve AİHS’de yaşam hakkından sonra gelene önemli bir hak. Haberleşme hürriyetini engellersin, seyahat özgürlüğünü engellersin, kafana göre takılırsın fakat bazı haklara OLAĞANÜSTÜ HAL REJİMLERİNDE bile dokunamazsın. KHK’ler ile sınırlandırma getiremezsin. Bunlardan bir tanesi de suçların ve cezaların geriye yürütülemeyeceği, yani kimseye cemaatin kolejinde okuyup okumadığının sorulamayacağıdır. Fakat polis, işe alım mülakatında ne dandik soru hazırlamış ise, sorgu hâkimleri de aynı soruları, utanmadan mahkemede müvekkillere soruyor. Sanki meslek lisesinden mezun olmuş, tesadüfen hâkim yapmışlar. Hukuk bilmiyor. HÂKİM SORUYOR: Gülen hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Sana ne! Bunun suçla, üzerime attığın suçla ilgisi ne? Yok. Düşüncemden, kanaatimden, yargıya ne? Cinayet işleyene Pink Floyd hakkında ne düşünüyorsun diye soruyor musun? Sana ne Pink Floyd ile ilgili düşüncem. Burası anonim şirket iş görüşmesi mi yoksa mahkeme salonu mu? Hâkimler ne zamandan beridir yerindelik denetimi yapıyor diye sormayacağım. Kendimi bildim bileli, avukatlığa başladım başlayalı -10 yıldır-  KCK, Balyoz ve sair davalarda kendilerini vatandaşa yeterince rezil ettiler zaten. Ben bu rezilliğin devam ettiğini hatırlatmak için yazıyorum, ıslah olsunlar değil. Hâkimler yerindelik denetimi yapamazlar. Anayasa 138 açık. Hukukilik denetimi yapar hâkim, bağımsızdır, siyasi yerindelik onu bağlamaz. Haa, anayasadaki hukuk devleti ilkesini çıkarıp polis devleti ilkesini getirirseniz, uygulamalarınız sırıtmaz, biz de aniden ikna oluruz. Hiçbir şey olmasa bile riyakârlık ortadan kalkmış olur. Yönetenler ile yönetilenlerin hukuku aykırı olur, yönetilenler yönetenleri sorgulayamazlar, içimize siner.

Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, anayasanın 121. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılır. Yani darbe sebebiyle KHK çıkarıp, bütün muhalifleri tutuklamak, işten atmak içerikli yazdığınız maddelerden ötürü hepiniz yargılanacaksınız. Anayasa Mahkemesi, çıkan metnin resmi gazetedeki adıyla bağlı değildir. Metnin hukuki tavsifini serbestçe yapabilir. Daha evvel 425 ve 430 sayılı olağanüstü KHK’ları olağan KHK sayılıp bu şekilde iptal edilmiş idi. Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bir grubun yaptığı silahlı eylem nedeniyle Maraş’ta tutukladığınız, ihraç ettiğiniz öğretmenin hesabını vereceksiniz. Ama önce birilerinin çıkıp bunu Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi gerek. Pardon mahkeme demişim.    


İhraçlarla ilgili yanlış bilgiler sunuyor bazı kesimler, moral bozmak için. İhraçlara karşı yargı yolu kapalı imiş. Değil, açık. İtiraz edilebilir, idare mahkemesinde dava açılabilir. Alınan ihraç kararları evvela siyasi olduğu için idare hukukunda idari işlemlerin temel ilkelerinden olan MAKSAT ilkesine aykırı. İkinci olarak bu kararlarda gerekçe yok. Gerekçe olmak zorunda değil fakat dava açıldığında İYUK uyarınca idare, mahkemeye gerekçe bildirmek zorunda kalıyor. (Emir çok yukarıdan geldiği için atmosfere ulaşana kadar gerekçesi yanıyor). Aydınlanma için dava açmak şart oluyor bu haliyle. Fakat süreleri kaçırmadan… Dikkatli olarak. İyi hukuklar hepinize. 

Av. Cihat Duman
ridvancihat@gmail.com

9 Ağustos 2016 Salı

Olağanüstü Hal'de Avukatlık ve Bir Silivri Anısı

Üniversiteden tanıdığım bir hâkim arkadaşı ziyaret etmek üzere Silivri’deki 6 Numaralı cezaevine gitmeden evvel telefon açıp bilgi alayım dedim. Tam 2 saat 40 dakika boyunca aramama rağmen santral bir türlü telefonu bağlamayınca çıkmış olduğum yol zaten beni bir o kadar sürede cezaevine getirdi. Üzerimdeki metalleri çıkardım, avukat girişinden cezaevine doğru yürüdüm. Görevli sadece Perşembe günü avukat görüşü olduğunu ve iki gün sonra gelmem gerektiğini çok kibar şekilde söyledi bana. Ve ekledi: Keşke önceden telefon etseydiniz. Yev he he dedim içimden, telefonlarınız meşgul, 2 saat 40 dakika aradım fakat cevap bulamadım deyince ses etmedi, verecek bir cevabı yoktu. İki gün sonra tekrar yola koyuldum, 2 saat sonra cezaevinde oldum saat 13.00’da. Aynı zamanda açık görüş var. FETÖ’cülerle avukatları görüştürüyorlar FETÖ’cü olmayanlarla yakınlarına açık görüş yaptırıyorlar. Ertesi gün de FETÖ davasından alınlarla yakınları kapalı görüş yapacakmış. Avukat görüşme odası sınırlı olduğu için bir sıra listesi yapmışlar. Adımı on birinci sıraya yazdılar. Sıra bana saat 16.30’da geldi. Benden sonra adı yazılan 4 avukat ise görüş yapamadı, haftaya Perşembe dediler onlara. Sıra bana gelene kadar oradaki bütün mahkûm sülalelerinin çocuk seslerini dinlemek, ter kokularını koklamak durumunda kaldım. Birinci saatin sonunda not defterime roman taslağı çizdim. Sonra arkada boş bırakılmış hortumun ağacın etrafını doldurduğunu görünce diğer ağaçlara yönlendirip ağaç sulamaya başladım. Çam, kaysı ve çok küçük olduğu için ne olduğunu çıkaramadığım birkaç tür… Döndüm hâlâ bana sıra gelmemiş. Tekrar çıktım, beyaz gömleğimden avukat olduğumu anlayan bir gardiyan, avukatsınız galiba size bir soru sorabilir miyim deyince buyur dedi. Bugün bizi FETÖ davasından işten uzaklaştırdılar ne yapabilirsiniz dedi. Bilmiyorum dedim. Olağanüstü Hal geçsin avukat tutun. Tuttuğunuz avukata da para verin. Embesillik yapmayın. Tamam abi dedi, elinde valizi ile gitti. Sulama bitti, içeri girdim, sıra bana gelmiş. Bu arada çok beklediğim için motivasyonum da bozuldu. Kadın klavye kullanmasını bilmiyor, UYAP kullanmasını bilmiyor, FETÖ şüphesi ile görevden uzaklaştırdıkları insanların yerine birilerini bulamamışlar. Buldukları da bilgisayar bilmiyor. Az kalsın kendim oturup yazacaktım, kaydımı yapacaktım. 

İçeri girdim, avukat görüşme odasına kamera koymuşlar, bi tane de gardiyan hemen yanı başımızda bizi dinliyor. Dünya tarihinde avukat ile görüştürmeme, yakınlar ile görüştürmeme, Guantanamo, Esad Rejimi, Pakistan Hükümeti tarafından uygulanan şeyler ama avukat görüşmesinin kamera ve lise mezunu adam tarafından izlenmesi bir ilk. MİT ajanı değil, gardiyan izliyor konuşmayı. Savunma hakkını ihlal etmek başkadır, ama savunma hakkına sıçmak, sıçtığını sıvamak bambaşka bir şey imiş anladım. Tabii ilk etapta hemen bu aletlerin ve dikizlemenin evrensel hukuk kaidelerine aykırı olduğunu şerhini düştük müvekkil ile. Deliller ne dedim. Sordukları soru lisede hangi okula gittiğim idi dedi. Hmmm dedim. Peki nasıl bu kadar hızlı bir liste oluşturup 2.500 hakimi aldılar dedim. 2014 HSYK seçiminde Yargıda Birlik Platformu diye bir yapı kurdu AKP dedi. Buraya üye olmayan, bu partiyi sevmeyen, yani kendilerine oy vermeyen herkesi listelemişler dedi. Oylar gizli verilmiyor muydu dedim. Evet gizli dedi. Nasıl anladılar peki dedim senin oy vermediğini? Adliyede kalemlere hizmetlilere sorup kimin oy verdiğini kimin vermediğini sorup kabataslak bir liste hazırladıklarını düşünüyorum dedi. Bunları gardiyanlar dinledi, kameralar kaydetti. Çıkacaksın buradan, bu delillerle kimse darbeden yargılanamaz dedim. Bütün uluslar arası dava imkânlarını deneyeceğiz gerekirse. Çıktım. 

Hapishanede çalışacak insan yok, avukat görüş odalarının sadece 3 tanesine kamera takılabildiği için avukatlar müvekkilleriyle görüş yapamıyor. Sıra beklerken akşam oluyor. Sistem yıkılmış. Devlet yıkılmış. Devlet televizyonlardan ve mitinglerde Türk Bayrağı sallayan insanlardan ibaret kalmış. Adil yargılanma ihlal ediliyor, savunma hakkı yok sayılıyor, fiziksel, psikolojik işkence gırla gidiyor. Yandaş derneklerin avukat başkanları bunlar insan olmadığı için savunulmaya değer yanları yok dolayısı ile savunma hakları yok, biz gelen davaları almayacağız diye açıklama yaparken aynı derneğin üyesi hapishanede müvekkiline kafa göz giriyor darbeci diye. Darbeyi organize eden 1000-2000 arası sivil ve asker caninin yüzünden 300.000 kişi yargılanıyor, işinden atılıyor. Kocalarını içeri atıp bankadaki nafakalarına el koyup açlığa terk ediyorlar kadınları, çocukları mağdur ediyorlar. Rüşvet, yolsuzluk şimdilerde yerini yağmaya talana gaspa terk etmiş. Utanıyorum. Avukatlık yapmaya utanıyorum. Hani suçlar şahsiydi, suçlunun yakınları da cezalandırılamazdı, hani herkes suçluluğu ispat edilene kadar masum sayılırdı. Gidip kaçak bi gazetecinin karısını rehin almışlar ya. Böyle bir şey olabilir mi? Bankalardaki üç kuruşlarına el konulmuş memurların. İşkence edip bi de görüntüleri medyaya veriyor embesiller. Sonra da utanmadan suçlu iadesi istiyorlar. Hangi ülkenin kanununda işkenceyi açık açık yapan devlete suçlu iade edilmesini olumlu bulan bir yasa var? Terör örgütü ile ortaklık yaptığını itiraf eden Cumhurbaşkanı kendini masum sayarken, örgüte inanan halkına akla gelen tüm hukuksuzlukları yapıyor. Bunların hepsini üst üste düşünüp kafayı yiyorum şu an. Kamera beni izlerken yaptığım müvekkil görüşünü ise hiçbir zaman unutmam. Kastre edildim çünkü, hukuk onurum incindi. Şimdi hepinizi uyarıyorum.

1-Topladığınız delilleri bir an önce, her ne kadar adam eksikliği var ise de, hızlıca, uyumadan, uyarıcı alarak inceleyip şu birinci dereceden masumları bir an önce salın, işlerinin başlarına geçsinler.

2-Başka geçim kaynağı olmayan ailelerin el koyduğunuz paralarının geçinebilecekleri kadarını iade edin, aç kalmasınlar.

3- Darbe gecesi cürmü meşhutların dosyalarını tefrik edip bir an önce cezalandırın, toplumun vicdanı rahatlasın, geç gelen adalet, adalet değildir. Yani en azından teşebbüs ile örgüt üyeliğini ayrı davalar yapın.

4- Hukukun temel ilkelerini çiğnemeyi bırakın en azından tazminatlarını bizim vergilerle ödüyorsunuz çünkü bize giriyor.

Av. Cihat Duman

1 Ağustos 2016 Pazartesi

FETÖ Paranoyası ve Eşekler



Türkiye yetişkin nüfusunun 1/10’u (300.000 insan) 15 Temmuz 2016 tarihinde yapılacak bir darbe organizasyonuna katılmış ve ne hikmetse bundan kimsenin haberi olmamış. Sadece eniştelerin bildiği ama sakladığı bir darbe girişimi de diyebiliriz. Ne kadar komik. 300.000 kişi yargılanmak üzere bekliyor. Fakat bu talihsiz olayı yapan asker ve sivil sayısı öyle tahmin ediyorum 500-2000 kişi arasında bir sayıdır. MİT’in bile haberar olmadığı bir girişimden benim ekmek derdi için bir cemaate yamanan gerizekalı anadolu halkım yargılanıyor, failmiş gibi. Bana gelen haberlere göre (avukat olduğum için insanlar danışıyor, arıyor, bilgileri bu yöntemle öğreniyorum) sivil toplum örgütlerine üye olan insanlar hem tutuklanmış hem de kredi çekip ödedikleri evlerine el konulmuş. AKP adamları almakla bırakmıyor, eşleri çocukları açlıktan ölsün diye çaba harcıyor zannediyorum. Avukatlar ise onurlu bir hukukçu gibi hakkaniyetin yanında duracaklarına gelen davaları korktukları gerekçesiyle reddediyormuş. Kimisi de yapılan işkencelere seviniyor. Sanık savunmaktan korkmak, önce ekmek davasına ihanettir benim için sonra hukuka ihanettir. Nihayetinde elimizde darbeye bulaşmadığı halde hapse tıkılan masum insanlar, bunları savunmak istemeyen avukatlar, aç biilaç kalan çocuklar, ne zaman götürüleceği korkusu taşıyan ve hayatı zehir olan insanlar kalıyor. Tıpkı Ermeni ise alayı kötüdür, Alevi ise yakın, Sarık cübbe takıyorsa mürtecidir adam yerine koymayın söylemleri gibi elimizde Fetullah Gülen Cemaati’ndense (FETÖ) darbeci katildir, karılarına el koyun, çocuklarını işçi olarak çalıştırın, mallarını yağmalayın söylemi çıkıyor. Bunları ise kendilerine müslüman diyen insanlar yapıyor. Açıkça ayetler varken. O ayetler sizi bir gün çarpar umarım, yazıklar olsun hepinize. Gözünüz kör olmuş. Bu körlük hepimize karanlık olacak. Sizden merhamet ummuyorum. Diğerlerinin enayilikleri somutlaşsın diye yazıyorum. Siz tankların önüne yatıp ölen insanlardan sonra çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnameler’de “bu kanunları hızlı hızlı yapıp uyguluyoruz ama cezai hukuki idari sorumluluğumuz yok” diyecek kadar korkak insanlarsınız. Sizden beklenecek bir şey yok. Niye yok? Gayr-i mümeyyiz misiniz? Manyak mısınız? Atlar tepişir arada eşekler ezilir diye bir atasözünüz var. Tepişin bakalım. Demedi de demeyin. Atların kavgası sadece eşekleri değil, atları da bitirir.  

ridvancihat@gmail.com   

1 Nisan 2016 Cuma

Birhan Keskin Foucaultcu anlamda bir Parrhesiastes mi?

Dün Birhan Keskin ile ilgili bir yazı yazdım. Bugün de bakalım başka kimler yazmış derken bir yazı gördüm. Mişel Fuko’nun Parrhesia sözcüğünü ele aldığı metinde bizi ilgilendiren bölümler şöyle: Parrhesia, özgürce konuşma, açık sözlülük, her şeyi söylemek, kalbini ve zihnini konuşma yoluyla başkalarına açmak demektir. Bunu yapan kişiye de parrhesiastes deniyor. Ben siz anlayasınız diye Seda Sayandiyeyim. Erol Köse iktidarına saldırışı (Az önceki cümleye basınca video açılıyor). Yıldız Tilbe’nin Tatlıtes iktidarına vurması. Daha iyi anlamanız için bir de siyasetten örnek vereyim: Veremiyorum. Yok öyle biri. Fakat Antik Yunan’da deli gibi elemanlara deniyor. Açıyor ağzını yumuyor gözünü. Filmlerimize bakıyorum, Sarmaşık Filmi’ndeki Nadir Sarıbacak mesela, bir Parrhesiastes.

Fuko, bazı özellikler saymış: Açıksözlülük, Hakikat, Tehlike, Ödev. Açıksözlülük kısmını yukarıda açıkladık. Hakikat ise boşboğazlık etmeden kalbini ve zihnini boşaltmaktır. Tehlike: Söylenen şeyin söylendiği anda bir riski üstlenmesi olarak tanımlanmış. Fuko burada der: Bir insan (bakın şair demiyor Fuko) ancak hakikati söylemenin risk ya da tehlike arz ettiği durumlarda parrhesia kullanıyor sayılır der. Örnek olarak filozof ve tiran örneğini verir. Filozof tirana atar yaparsa ve ağzına geleni söylerse burada parrhesia’dan bahsederiz. Ama öğretmen doğru bildiğini öğrencilerine anlatırsa buna parrhesia denemez diyor. Ödev başlığı altında Fuko, Sözünü Sakınmadanlık’ın (artık parrhesia kelimesini kullanmayacağım n’aber) bir ödev olması gerektiğini söyler. İşkence altında zorla ettirilmiş bir itiraf Sözünü Sakınmadanlık olamaz. (Sözünü Sakınmadanlık’a bundan böyle parhesya diyeceğim.) Parhesya nihayetinde konuşmacının dürüstlük yoluyla hakikatle belli bir ilişki kurduğu, tehlike yoluyla kendi hayatıyla belli bir ilişki kurduğu, eleştiri yoluyla kendisi ya da öteki insanlarla belli bir ilişki kurduğu, özgürlük ve ödev yoluyla da ahlaki kuralla özgül bir bir ilişki kurduğu bir sözel etkinlik türüdür. Bakın Fuko ne diyor: SÖZEL ETKİNLİK TÜRÜ. (Fuko'nun ses kaydı olduğu için bi de çeviri kötü olduğu için yukarıdaki tanım biçimsiz olmuş) Şiir, edebiyat, kurmaca kelimesi geçiyor mu bu metinde. Fuko Ecevit’e yazar kasa atan adamdan bile bahsetmiyor (o adamın böyle bir ödevi yok) Fuko direkt olarak içeri alınan akademisyenlerden bahsediyor. Fuko müvekkillerini savunurken terörden yargılanan Avukat Ramazan Demir’den bahsediyor: Savunmasında “tutuklayın beni siz kimsiniz lan” demişti hâkime. Veysi Erdoğan ise Birhan Keskin’in yazdığı son kitabı överken Birhan Keskin’in bir Parrhestias olduğunu çünkü içinden ne geçiyorsa söylediğini yazmış. Birincisi yukarıda belirttiğimiz gibi bu Parhesya yazılı yoklama yapılan bir şey değil. İkincisi yazılı olsa bile boşboğazlık şeklinde ortaya çıkan sözler Fuko’nun tanımlanmasındaki hakikat şartına aykırı: Kalbin ve zihnin her hareketini yansıtan bir sözel etkinlik olarak parrhesia, bu olumsuz anlamıyla, açıkça Tanrı’nın tefekkürüne engel teşkil eder. Görüldüğü üzere her içinden geçeni her mecrada söylemek, yani her doğruyu her yerde söylemek tıpkı bizde olduğu gibi orda da boşboğazlıkla itham ediliyor. Diğer koşulları hiç tartışmayacağım, risk unsuru falan. Kimse kusura bakmasın ama Birhan Keskin şiir yazarak herhangi bir risk almadı. Öyle bir dizesi yok. Devrim mi demiş, Kürdistan mı demiş, katil hırsız mı demiş, ne demiş? Bunlar bile risk değil şiirde. Kurmaca der geçersin. Haa şöyle olur bak: Bir kesim artık seni satın almaz, Allah koruya! Peki Veysi Erdoğan ne demiş: 



Ya hu çüş! 

31 Mart 2016 Perşembe

Etkisiz Şiir’e bir örnek olarak Birhan Keskin Şiiri

Birhan Keskin şiiri ile tanışmam 2007 yılına denk düşüyor. Y’ol adlı kitabının ilk sayfasına on.dört.2007 yazmışım. Sonrasında çıkardığı Ba adlı kitap ile Altın Portakal Şiir ödülü alıp çeşitli kitap ekleri ve dergilerde söyleşilerini görünce koşup o kitabı da almışım. Sonra Soğuk Kazı adlı kitabı edinmişim. En son çıkardığı kitabı Fakir Kene’yi ise almaya değer görmemişim. Kitapların hiçbir yerinde altını çizdiğim dizesi olmamış. Yani olur da sevgilime okurum, şiir yazarken çalarım ya da sosyal medyada paylaşırım saiki ile altını çizmeye değer gördüğüm dize yok. Fakat buna rağmen yaratılan algı Birhan Keskin’in özel bir şair olduğu, hatta sıkı bir şair olduğu yönünde. Bana göre ise olmasa daha iyi olurduk kıvamında bir şair. Bu durum, benim bu fikrim Birhan Keskin’i bir vaka haline getiriyor. Türkçe şiirde boktan şiirler yazıp (Küçük İskender) buna rağmen ünlü olan, çok satan şairler görmüştük. Fakat boktan olmayan şiirler yazıp (çok da anonim değil yazdıkları, gideri var) buna rağmen ilgi gören, konuşulan şair sayısı çok az. Bejan Matur mesela bu gruptan. Boktan olmayan şiirler yazıyor ve satıyor. Fakat biz Bejan Matur’u Türk Yetiştirme Yurdu Şairi olarak kodladığımız için buna bir mana üfleyebiliyoruz. Türk’ün “devşirme Kürt sevdası”nın bir tezahürü. Bir projenin ürünü. Proje günümüzde başka sponsorluklar mihmandarlığında devam ediyor. Matur’un anonimliği için sağlam bir gerekçemiz var: Yatılı Okul Şairi değil o, Yetiştirme Yurdu Şairi. Peki Birhan Keskin ne? Ne olabilir? Buna biraz kafa yormak gerek. Humoru, alegoriyi, deneyseli, postmoderni, lirizmi, pastorali vesaire şeyleri aynı anda bu kadar eline yüzüne bulaştıran başka bir şair yoktur herhalde. Şairler belli başlı şeyleri ellerine yüzlerine bulaştırırlar umumiyetle. Mesela Edip Cansever kendi imgelerini çok tekrar ederek soyutlaştırmış, inandırıcılığını kaybetmiştir birçok şiirinde. Metin Eloğlu iyi ironi yapar fakat konu sözdizimi olunca çok yerde patlak verir. Ya da uğraşamaz o kadar. Birhan Keskin’in iyi yaptığı hiçbir şey yok. Mesela Kur’an pastişi (hadi ona miti diyelim) yapmaya çalıştığı şiirde (Soğuk Kazı kitabı, Sulukule 2008 adlı şiir) pastiş yapamamış, pastiş yapamadığı için elimize çıplak bir metin bırakıp kaçmıştır. Aynı beceriksizlik Bağdat adlı şiirde de var. Bu kez şiire bir ikinci tekil şahıs sokup onunla konuşmaya çalışıyor. Bütün bir Birhan Keskin poetikası evrakta sahtecilik gibi bir şey. Metin bir şey söyleyecek, bir şey yapacak gibi oluyor ama hiçbir şey olmuyor. Ortaya Etkisiz Şiir diyebileceğimiz bir şiir çıkıyor. Sanatın en önemli özelliklerinden birinin de muhatabı şaşırtmak, etkilemek, değiştirmek, düşündürmek olduğu düşünülünce insan “ya bi dakka” demeden edemiyor. Fakat buna rağmen salondan bir alkış, feryat figan kopuyor. Sanki Mehmet Baransu zindandan kurtulmuş. Yav ne oluyor kardeşim izdiham yaratmayın? Birhan Keskin bizim kuşaktan kimseyi etkilemiyor. Birhan Keskin, ünlü akademisyenler, ünlü gazeteciler ve ünlü müzisyenlerden başka kimseyi etkilemiyor. Adeta suç işlemek maksatlı bir yardım derneği kurulmuş. Benim uzaktan gördüğüm bu. Yakından gördüğüm hiçbir şey yok. Küçük İskender ile ilgili yazdığım şeylerin aynısını buraya almak isterim. Neden kimse Birhan Keskin’e haddini bildirmiyor sorusnun cevabı olacaktır:  Yeni okur, küçük İskender’i, hakkındayazılan övücü yazılar ile kitap eklerinden ve eşcinselliği malzeme edilerekkonuk edildiği gazete sayfalarından tanımaktadır. Yeni eleştirmenler dâhilolmak üzere İskender’in kuşağına mensup eleştirmenlerin bu pespayeliklerleilgili sustuğunu biliyoruz. Kendi kuşağı, İskender’e arkadaşlık yapmış, suçortaklığı yapmış insanlar. Belki de acıyorlar. Atsan atılmaz, satsan satılmazbi gözle bakıyorlar. Genç eleştirmenler zaten kafayı takacak bu kadar kalitelişairler varken İskender’in durumlarını yazmaya gerek görmüyor, üşeniyorlar. Birhan Keskin ile Küçük İskender aynı kuşaktan, 80 Kuşağı Şairleri değimiz kuşak. Küçük İskender ile ilgili yazdığımız şeylerin bütünü şamil olmasa da Birhan Keskin hakkında, kurulan ilişkilerin, metnin tedavülü bağlamında çok önemli olduğunu tahmin ediyoruz.

Birhan Keskin şiirinde Freud’un oceanic duygu dediği şey (kişinin kendisi ile dışı arasındaki sınırların kalktığını hissettiği transandantal an) yoğun olarak gözlenir. Bu anlamda Keskin’e uyduruyor diyemeyiz. Fakat his tarafında başarılı olan şey, üretim aşamasında, yani şey insandan insana aktarılmaya hazır hale geldiğinde bozuluyor, insandan insana aktarılmaya hazır hale getirilen şey, üretenden bağımsız olarak tüketene ulaşamıyor. Her ne kadar ayakta seyahat etmek zorunda da kalsa Keskin bir şekilde o şeyin içinde bulunuyor. Kendine musallat olmak, bir şair için işte böyle kötü neticeler doğurur. 30 yıl boyunca birinci tekil şahıstan ikinci tekil şahsa doğru hitap eder durursun. Postmodern olmayı dener, birilerine yutturur, beceremeyip cayarsın. Mesela! Atıyorum, teknolojik kelimeler geçmez şiirinde. Oysa teknoloji sektörüne girmemiş şair bulmak çok zor günümüzde. Fakat Birhan Keskin gibi mistik görünerek var olma derdinde iseniz, yani bir çeşit mutaassıp iseniz, nefesiniz tutar ve teknoloji ile yüzgöz olmazsınız. Evet, mutaassıp fakat kesinlikle karikatür değil, mistik gözükme uğruna kendini rezil eden nice yiğitler gördük. [Gece oldu sıkıldım. Bitireyim.] Ya ben gerizekalıyım, algılarım kapalı ya da siz hepiniz çok büyük bir saadet zincirinin bir halkasısınız. Sözlerimi, hiçbir manaya gelmeyen, duygu ve düşünce barındırmayan bir Birhan Keskin şiiri ile bitirmek isterim.

(Biz seninle yoldayken
yanımızdan ovalar, ağaçlar; titreşen
rüzgârlar akmıştı. Bir yolumuz olduğunu,
yol kazalarını, yol yorgunluğunu
o zamanlar biliyor muyduk?)

Not: Yazdıktan sonra bir daha okudum. Yok, bir şey yok. Mecaz, tevriye, imge, mimge, zeka gösterisi, dram, melodram, ironi… Yeni ve kimseye söylemeğe kıyamacağı edebi sanatlar uydurup bunu metne uyguluyor olabilir mi?) J

13 Mart 2016 Pazar

İthaki Yayınları, Virginia Woolf ve Fikri Mülkiyet Üzerine


İthaki Yayınları’nın Virginia Woolf’un koruma süresi biten bir kitabını çevirip basarken özgeçmiş kısmında kimi komiklikler yaptığı geçen hafta ortaya çıktı. Bunun üzerine özgeçmişteki ifadelerin eril bir dil muhteva ettiği gerekçesiyle kimi kadınlar örgütlenip yayınevinin bürosunun bulunduğu apartmana girip yayınevinin kapısına mor boya ile çarpı işareti attılar, kapıya afiş asıp eylem yaptılar. Olay bu şekilde basına yansıdı. Fikrimce İthaki Yayınları Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenen “Kişinin Hatırasına Hakaret” suçunu işlemiş ve Fikir Ve Sanat Eserleri Kanunu’nda düzenlenen, Uluslararası Bern Sözleşmesi’nde korunan yazarın manevi haklarını ihlal etmiştir. Yayınevini basan kadınlar ise Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenen Mala Zarar Verme Suçunu ve Konut Dokunulmazlığının İhlali suçlarını işlemiştir. Hukukun resmi yöneticiler tarafından kısa da olsa bir süreliğine askıya alındığı ülkelerde, terörün yukarıdan aşağıya sirayeti her daim mümkün olmaktadır. Halk, hukuk yolları ile çözemeyeceğine inandığı vakalarda kendi hakkını kendisi almaya çalışır. Eğer Türkiye Cumhuriyet, anayasasında belirtildiği gibi bir hukuk devleti olsaydı, bu vakada yapılması gerekenleri şöyle açıklayabiliriz:


Fikri Mülkiyet bahsinde yazarın sadece mali değil, manevi hakları da bulunmaktadır. Üstelik manevi haklar, mali haklar gibi devredilemez de. Yazara sıkı sıkıya bağlı haklardandır. Öldükten sonra da devam ederler. Mirasçıları 70 yıllık koruma süresinden sonra da manevi hakları zedelenen yazarın haklarını dava yoluyla arayabilirler. Hatta ve hatta yazarın mirasçısı yoksa Kültür Bakanlığı da manevi hakları ihlal edilen ölü yazar için ihlal edene dava açabilir. Her ne kadar FSEK’te açık açık ifade edilmemiş olmasa da Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerden olan Edebi ve Sanatsal Eserlerin Korunması için Bern Konvansiyonu’nda yazarın manevi hakları “eserin yazarı olarak tanınma hakkı, eserin değiştirilmesi ve bozulmasına, yazarlık onuru ve ününe zarar verebilecek aşağılayıcı eylemlere engel olma hakkı” şeklinde sıralanmıştır. Yayınevleri çevirdikleri kitaplarda özgeçmişe yer vermeyebilirler. Yazarın adının belirtilmesi yeterlidir. Hatta bazı Türk yazarlar kendi özgeçmişlerini parodik hale getirmekte sakınca görmemektedirler. Yazarın yaşarken müstear isimle kitap basma hakkı, kendi özgeçmişini komikleştirme hakkı elbette vardır. Fakat yazar Türk vatandaşı olmayan bir yazarsa ve üstelik ölüyse, çevrilen kitapta, yayınlanan özgeçmişin niteliği tartışma konusu olabilir. Eğer komik olacağım diyerek gülünç olunuyorsa, ironi yapacağım diye istihza ediliyorsa ve bunlar arasındaki fark, tıpkı her Kadıköylü genç entel gibi birbirine karıştırılıyorsa, mevcut durum içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. Kadıköy suyu içmiş her anarşistin aslında liberal olması, her underground edebiyatçının lağımcı olması gibi, her ironik eylem de kendini fars halinde bize gösteriyor. Dolayısı ile acil bir şekilde yazarın eğer mirasçısı var ise, yayınevine derhal üç dava açması gerekiyor. Birincisi Türk Ceza Kanunu madde 130/1: “Bir kimsenin öldükten sonra hatırasına en az üç kişiyle ihtilat ederek hakaret eden kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Ceza, hakaretin alenen işlenmesi halinde, altıda biri oranında artırılır.” İkincisi ise Fikri ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi’nde Müdahalenin Meni Davası. Üçüncüsü de tazminat davası. Böylelikle yayıncılar, yazarlarla çalışırken, koruma süresini bir gasp aracı olarak kullanmamayı öğrenirler kanaatindeyim. 

Av. Cihat Duman

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...