Nesne benim için uzun zamandır ölmüş edebiyatçılar. Onlara ulaşmaya çalışıyorum genelde. Rüyamda onlarla takılıyorum. Kitapçılarda, deneme ve anı raflarında geziniyorum. Siz komutanlardan mesela Napolyon’dan hoşlanırsınız. Belgesellerini izlersiniz bu komutanların. Mankenlerin resimlerine bakar yüzünüzü onlara benzetmeye çalışırsınız. Bilgisayar oyunları oynar, oyunlardaki karakterleri düşünürsünüz. Dizilerdeki karakterlerle özdeşleşirsiniz. Bir iyi bir kötü sunarlar size kötüyü kötüler, iyiyi iyilersiniz. Sosyal medya fenomenlerine özendiğiniz olur. Onların takipçi sayılarını arttırırsınız. İlk yüz zengini bilenleriniz, bütün holdingleri ve ortaklarını ezbere sayanlarınız vardır. Şehirdeki tüm mafya gruplarından haberdar olanlarınız var.
Bana göre bir edebiyatçının ölümü bir hissin ölümüdür.
Sadece tek kişinin tattığı ve kimsenin tadamayacağı o hissi ararım evrakı
metrukelerde. Etrafında tam bir tur atarım ve atmosfere salarım geri. Bu yüzden
odamın duvarlarını şarkıcı resimleri süslemez. Siyasetçilerden, liderlerden,
bürokratlardan ölü yazarları çok sevdiğim için tiksinirim. Benim de bir hisse
sahip olduğumu, öldüğümde bu hissin serbest kalıp başkalarınca aranacağına
inanırım. Ben bir ati namlısıyım. Şanlısıyım, şöhretlisiyim. Ben bir mazi
amelesiyim. Lütfen bana geçmişin eşeği deyin. Ai, ai.
Yoga hocalarından, evliyalardan, psikologlardan,
üfürükçülerden, aile büyüklerinden, berberlerden, taksi şoförlerinden
hoşlanmam. Bunlar eksik söyler. Fakat ölmüş yazarların kitapları böyle midir?
Hep doyurucudur. Benim biberonumdur. Yolumu kaybettiğimde onlardan beslenirim.
Bu mevtalardan biri de Sait Faik Abasıyanık.
Sait, asla kustuğunu ikram etmez. Artıkları bağışlamayı
da sevmez. Ekmeğinden bir parça alır, onu harikulade yer. Tat aldığı bellidir.
Geri kalanını size verir. Siz ister onun yediği gibi yersiniz ister kendi
adabınıza göre tüketirsiniz. Muhakkak bir lezzet bulaşmıştır ekmeğinize onun
yiyişinden. Bundan faydalanmamak mümkün değildir. Sait fırın değildir. Bakkal
değildir. Sofradadır. Görünür, kaybolur. Büyük parçayı ona kaptırmamak gerekir.
Yazmasam delirecektim ya da yazmasam çıldıracaktım veya
yazmasaydım delirirdim diye hatırladığımız cümlenin geçtiği öykü bize Sait’le
ilgili çok mühim bir ipucu verir. Öykü bir metafictiondur.
Hiç bakmadan hatırladığım kadarıyla aktarayım: 3-5 tecrübeli balıkçı denize
açılır geri dönerler. Yanlarına aldıkları ve ilk kez denize açılan genç adama
hasılattan hisse vermeyince kahvedeki bir adam karşı çıkar. Genç sanırım bir
yerde kahrolur, kahrolmuş gibi davranışlar sergiler. Kalkar, yavaş yavaş yürür
ve gözden kaybolur. Anlatıcı (bu Sait’tir) yazmaya küsmüş biridir. Oturur olayı
yazar ve finalde yazamasam deli olacaktım der.
Sait bu öyküde yazmanın hırsla bağlantısından söz eder. Bu
hırstan arınıp insanlar arasında bir insan olarak yaşamağın övgüsünü yapar.
Otobiyografik bir sürü öğeyi metne katar. Sonra şöyle bitirir: “Söz vermiştim
kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne
idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet
neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın
tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde
taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm.
Yazmasam deli olacaktım.”[1]
Hep bir röportajda yazar tafrası olarak algıladığımız bu
cümle çok acı bir olaya yaslanmaktadır. Aslında şahit olunan birinin payını
alamadığı için kahrolduğu bu vakada en doğru davranış bir değnek alıp altı yedi
kişiye girişmek ve oradan hastanelik olarak çıkmak, sakat kalmaktır. Gelin
görün ki yazarlar şiddet yanlısı insanlar değillerdir. Belki de korkaktırlar.
Sanatçı ve yazar psikolojisini inceleme alanı yapan
psikanalistlerden Otto Rank[2]
yazarları bir tür başarılı deli olarak tanımlamaya heveslidir. Düz deli,
sinir hastası asla ve asla yazarak rahatlayamaz. Fakat dahi, gerçek sanatçı
genel bastırmadan kaynaklanan enerji birikimini sanat yoluyla vücuttan atar.
Konumuza gelirsek sopa kullanmayı göze alamayanlar ahşap kalem yontup yazmak zorundadırlar.
Yazmasam deli olacaktım, deli olmadığım için yazıyorum
anlamına gelir mi peki? Başarılı bir deli olduğum için yazabiliyorum. İnsan
dövemediğim için yazıyorum. Dayak yemekten korktuğum için yazıyorum. Hislerimi
bastırdığım için yazıyorum. Bütün kötülüklerin müsebbibi olduğumu düşündüğüm
için yazarak meşru hale getiriyorum bedenimi. Kendime bir mezar açıyorum. Ancak
kendime açtığım bir mezarın boşluğu tutar bu hayatta beni. Aksi halde
başkalarının kazdığı mezarlardan birine gömülürüm. Unutulurum.
Sait sizi kendinizle tanıştırır. Söyleyemediklerinde gizler
şahsiyetini. Sait, bir şeyi örtmek için o şey dışındaki tüm örtüleri uçuşturur.
İmgeleri bu yüzden çok tesirlidir. Sait Faik okuyorum bir aydır. Son 14 yılda
sadece 3-4 kitabını okumamın sebebi hemen tüketmeme isteğimdi. Şimdi görüyorum
ki yıllardır yanlış kaygılanmışım. Okundukça tüketilecek bir yazar değilmiş.
Kendini doğuran, beni değiştiren bir özelliği var öykülerinin. En acayibi,
hatalarını affettiren bir üsluba sahip yazarların başında geliyor. Bu sebeple
kanalıma beğeni atmanızı, takipte kalmanızı ve Sait Faik’in Abasıyanık kitabını muhakkak okumanızı
dilerim. Ve şunu sormak isterim: Bir marketin eşiğinde yaralı bir köpek
görseniz cebinizdeki bütün parayı riske atıp onu veterinere mi götürürsünüz,
görmezden mi gelirsiniz yoksa öyküsünü mü yazarsınız? Sait’in çoğu eserinde
köpek vardır ama tamamı sağlıklıdır. Ona göre düşünelim. Sene 2023, aylardan
şubat.
Cihat Duman
[1]
Abasıyanık, Bütün Eserleri 6, Bilgi
Yayınları, Temmuz 2001
[2]
Otto Rank, Sanat ve Sanatçı,
Çev:Orhan Düz, Albaraka Yayınları, 2022