Bu Blogda Ara

26 Aralık 2011 Pazartesi

esin abla dünyaya göçtü

veda etti yarın bu dünyadan dün gidecektik
kimsenin tutmadığı bir takım yıldızıydık birlikte
hiç bir zamanın yakışmadığı gülümsememizmi anlatacaktık
olsa da olur olmasa da olmaz bir hayatım kenarından
yarattğım yoldan dik dik kat be kat yaktın soğurken esin abla
bizi tanrım buz gibi sularda yakacak ve rahatlayacak nefsimiz
yediğimiz ve yemediğimiz tatlıları affedecek korkma sakın
belki yenen üç kaşık dondurma seni ve  gülmen yakacak
hareketsiz seviyor olabiliriz sade şekerli türk kahvesini şimdi
şimdi duruyor da olabilirim senin resminde kendime kıyam
donmuş ve ağlıyor taklitleri yapıyorum görürsün diye
bir kere ölsün uzulmeyi istedim senin için önemlisin
bir damacana yaş akmıyor ellerimden sen bu kadar kurudum ve
bu kadar haşroldum senin banal aleminde ve lacivertlerle
tanıdım ve tanımadım ve sevmediğim ve istediğim ve berberliğe
daldım daldım demek ben de sonunda ensana hayroldum gibi
tövbelerden nefreti sevdik ve her şey silindi esin abla günahsızız
şimdi  bir damla öpücük akıyor gözlerimden sana doğru
akamıyor mu yoksa ayrı yerlerde öldük daha göremeyeceğim
anlayan, seven, gülen ve din'liyor rolünde en iyi kadın oyuncuyduk
yaratıcı oyuncu ve de haksızsın haksızız kimseye bulaşmadık
ne mutlu sana hiç bir şeyim yok üzerimde esin abla
gözlerimden seslerin akmaya başladı kendime geldin mi
geçerken uğrayan komşuların hepsi yalan dedikodular
beni hiç anlamadın esin abla ve dediklerimin hepsi aslında yalan
bana üzülürken ve ağlarken ne kadar da kendime benziyordum
şimdi içerideyim ve haşrolanların hayatını dedikodu yapıyorum
sözleştiğimiz gibi elimde çekirdek ve soda da var hem
senin hayatına gelince bakmıyorum ayıp sahneler var
ve sen her şeyi mi gördün
yaşadığım her rezilliği ve rüsvalığı ve haksızlığı
üzülmedin esin abla biliyorum yaptığın sempatiydi
çünkü bana venezuellada yaşayan karıncalar ağlamadı
ne çok sevdik esin abla ne çok şekerlendik turşular gibi
rahatsızsın biliyorum çünkü bunun öznesi olduğundan
sana bir mevlid yazmak istedim abdestsiz okunmayan
el üstünde taşınan ve gözyaşlarıyla okunan bir şey istedim
her olanın ardından okunacak nicelikte ölelim beraber
sana bir kuran yazacaktım yüzlerce ayet taşıdık  dünyadan
bıraktığım bu piç yüzünden affet ve rüyanda beni gör
iyi geceler

Şeyma Aydın, Yeniyazı Dergisi, 11


17 Aralık 2011 Cumartesi

Hukuk Muhabirleri Paradigmasında Seks Hukuku ve Boşanma Haberleri

Weaving spiders come not here DEMO by DigitalNative614

Bu sabah gene komikcinsel bir hukuk olayı ile neşelendik sevgili dostlar. Gerdek sendromu denen şey yüzünden bir yuva daha yıkıldı. Çanakkale’de olan bu olay… Acı tabii. Ama benim dağıtan tarafı gazetelerin birbirinden farklı haber yapması. Biz hukukçuların bile içinden çıkamadığı olayları öyle güzel düzeltip anlatmışlar ki… Cehaletin, kurnazlığın bu kadarına da pes. Örneklerle açıklayayım. Önce Sabah Gazetesi’nin Ersan Atar’ın imla ve yazım yanlışlarıyla dolu haberine bakıyoruz.


Kadın evi terk etmiş. Adam da “TERK” sebebi ile dava açmış. Çanakkale Yerel mahkemesi davayı reddetmiş. Yargıtay hukuk dairesi ise hayır efendim bunları boşamalıydınız demiş. Mahkeme ise bu karara direnmiş. Direnince olay bu kez Yargıtay Hukuk Genel kuruluna gitmiş. Genel kurul da boşayın gitsinler demiş: Sevişmesiz evlilik mi olur?

Şimdi Hürriyet Gazetesi’ne bakıyoruz.

Kadın evi terk etmiş. Adam da “TERK” sebebi ile dava açmış. Mahkeme ise şunu demiş: Mahkeme kocayı kusurlu buldu ve dava bitene kadar eşine tedbir nafakası ödemesine karar verdi: “Evlenmenin sosyal amacı yanında daha önemli olarak nesli devam ettirme ve cinsel arzuları tatmin etme gayesi de vardır. Kocanın fiziksel sorunu olmadığı belgelenmiştir. Cinselliği beklemek için kadını zorlamak açık bir haksızlıktır. Bu koşullar altında evliliğini devam ettirmesi beklenemez.”

Yerel Mahkeme adam sağlam diyor. Adam sağlam olduğu halde kadınla yatamamış. Bu koşullar altında evlilik olmaz. Yani Yargıtay ile aynı şeyi söylüyor. Sevişmesiz evlilik olmaz diyor. E peki bunlar aynı şeyi söylüyorsa neden birbirlerine giriyorlar. Yerel mahkeme ile Yargıtay arasında da mı sancılı bir ilişki var yoksa. Yoksa bizim habercilerimiz mi cahil. Hukuk terimlerini çok mu basite alıyorlar. Neyse efendim devam edelim Hürriyet’ten Oya Armutçu’nun haberine: Yargıtay Dairesi ise mahkemenin bu görüşüne ters karşılık veriyor. Adamın malafat sağlam, dolayısı ile bunlar ilerde birleşebilir. Mahkeme ise direniyor. Bunun sonucunda Yargıtay Genel kurulu terk nedeniyle boşanma sebebinin oluşmadığını söyleyerek mahkeme kararını bozuyor. Yani sonuç: Sevişmesiz Evlilik olur.

Bu olaydan bir şey anlayan var mı arkadaşlar. Benim anladığım kadarıyla şiddetli geçimsizlik (MK 166) sebebiyle açılması gereken bir dava Terk (MK 164) sebebiyle açılmış. Sonra yerel mahkeme tazminat için bi kusur karşılaştırmasına gitmiş. Kusuru belirleyip tazminata hükmedecek ya. Sonrasını ben bulamadım. Ne olmuş burada. Neden bu kadar karışmış ortalık. İki insan evlendikten sonra cinsel ilişkiye giremiyorlarsa bunları ayırırsın biter. Zaten bi boşanma sebebidir bu. MK 166/1 açık: Evlilik birliği, ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden beklenemeyecek derecede temelinden sarsılmış olursa, eşlerden her biri boşanma davası açabilir. Olayda temelinden sarsılmış bir evlilik var. O değil de bu olaydan ben bir şey anlamadım.

Sabah Gazetesi:

Yerel Mahkeme Kararı: Sevişmesiz evlilik olur. Boşanmasın.
Yargıtay Hukuk dairesi: Sevişmesiz evlilik olmaz. Boşansın.
Yargıtay Genel Kurulu: Sevişmesiz evlilik olmaz. Boşansın.

Hürriyet Gazetesi:

Yerel Mahkeme Kararı: Sevişmesiz evlilik olmaz. Boşansın.
Yargıtay Hukuk dairesi: Sevişmesiz evlilik olur. Boşanmasın.
Yargıtay Genel Kurulu: Sevişmesiz evlilik olmaz. Boşanmasın

Bizler olayın içinde seks olunca cumburlop atlarız. Memlekette evliliklerin hemen hemen %30’unda gözlemlenen bir şeydir bu performans anksiyetesi. Birçoğu tedavi ile çözülür. Birçoğunun başka başka yöntemleri vardır. Düşük kalitedeki sitelerde aranan bir tamlamadır mesela “ten uyuşmazlığı”. Neyse bunlar derin mevzular. Ne diycem. Bu muhabir arkadaşlar hukuk haberleri yaparken neden bu kadar cesurlar? Neye güveniyorlar? Muhabirci özgüveni diye bi şey mi var ki yukarda yazdığım rezillikler yapılıyor. Basit bir haberi aktaramadıkları gibi seks’i milletin gözüne sokayım diye asıl meseleyi de aktaramamışlar. Biz hayal kuvvetimizi kullanıp olayın aslına gitmeye çalışıyoruz. Ya da gidip Çanakkale’de bu fantastik olayın peşine düşeceğiz. Muhabirlerin yeni görevi mi bu? Vatandaşı haberin peşinden bi yerlere götürmek mi?



15 Aralık 2011 Perşembe

Sinirimden 3 Kilo Verdim


Çağlayan Adliyesi hakikaten çok büyük ve yorucu. Gereksiz bir yapı. Buradayım. Bugünüm. Elimde 40-50 sayfalık bir balya var fotokopi sırasında. Arkamdan nüfus cüzzamını uzatıyor. “İzin verir misiniz benim bir tane, sizin bin tane. Önce ben çeksem” diyor.

Senin gibi 40 kişi gelse ne yaparım peki ben. Neden bana sözcüklerinle saldırıyorsun dişi avukat. Bu baro odasını sana yamalarım bak. Neden benimle konuştun. Neden bana dışarıdan müdahale edildi. Neden acı çektiriyorsun. Senin gibi 40 kişi gelip izin isteyebilir. Senin gibi 40 kişi gelip beni cima edebilir. Bunu hak edecek ne yaptım. Namusumla sıramı bekliyorum, fotokopimi çekeceğim. İşimdeyim gücümdeyim. Neden bana sözcüklerinle saldırıyorsun?

“Ben sizi rahatsız etmeyeyim buradan çıkmak istiyorum dedim. Sizin gibi 3-4 kişi gelse her halde bana sıra gelmez” dedim. Ve sıra bana gelmişken adliyedeki başka bir fotokopi fabrikasına gitmek üzere yola çıktım. “E çıkın efendim” diyerek/ses çıkararak kendisini haklı çıkarmaya çalıştı. O an zayıfladım işte. 3 kilo verdiğimi düşünüyorum. O fotokopi sırasından sonra kadife pantolonum belimden düşmeye başladı. Sinirimden 3 kilo verdim.

Bi kereler de tuvalet sırasında acı çektirdiler bana. Arkamda bekleyen şahıs sıra bana gelmişken içerideki işini çabuk görsün diye kapıyı dövüyor. İçerideki ise işini bitirip çıktığında gözleri ile bana bakıyor. Ses çıkarmıyor. Genelde böyle oluyor. Gözleriyle bana bakıyor. Ben ise arkamdakine bakamıyorum. Olayı örtbas etmek için kendimi tuvalete atıyorum.

Gerizekalıhayvan, insan hiç tuvalette fuzuli durur mu? Neden kapıyı çalıyorsun. Acelen olabilir. Çalman neyi hızlandıracak. Adam ya işiyor ya da sıçıyor. Ya da ağlıyor. Ya da kusuyor. Başka ihtimal var mı? Yok. E bunları daha acil yapmak mümkün mü? Yok. Neden çıkan adama beni mahçup ediyorsun? Ben çalmışım gibi bana bakıyor? 

12 anthem by emancipator

6 Aralık 2011 Salı

Beni Kim Yarattı


Yancı Hakan Arslanbenzer yine “üretilmiş” bir tartışmaya yandan dâhil oldu. Böylelikle beni aylardır güldüren ulusal felaketle siz de müşerref oldunuz. Daha evvel yani geçen ay da dergisinin giriş yazısında saçma sapan tespitlerde bulunarak şahsıma saldırıda bulunmuş. Yazıyı ben okumadım. (Biriniz tarayıp gönderin de okuyyaım ne demiş hazret?) Ben Haydar Ergülen’e açık mektup yazıyorum. Taner Cindoruk kişisinin ergenlik bunalımlarını aktararak Haydar Ergülen’in de içinde bulunduğu jürinin ne yapmaya çalıştığını sorguluyorum. Hakan Arslanbenzer, blogunda bana gereksiz uyarılarda bulunuyor.

Hakan Arslanbenzer beni neden adam yerine koyuyor?
Hakan Arslanbenzer beni tenbelheyven filan sandığı için adam yerine koymuyor. Bu benle iletişime geçmesi için kendisinin uydurduğu kendisinin inandığı ve insanları da yanılttığı bir bahaneydi tenbelheyven. Hakan Arslanbenzer beni Hece Dergisi’nden yazmaya başladıktan sonra adam yerine koymaya başladı. Tenbelheyven’i de tam o sıra üzerime atarak gerçek niyetini gizledi. Bu olaylar 2010’un Ağustos ayında oluyor. Hece Dergisi’nin yeni çıkan kitabıma sahip çıkması benim de orada 6 ayda bir de olsa yazmaya başlamam çok rahatsızlık verdi bu arkadaşlara. Aynı anda Kitap-lık Dergisi’nde de yazıyordum mesela. Ama dikkat ederseniz Kitap-lık demiyorum. Hece Dergisi diyorum. Neden Hece? Çünkü Hece, eski düşmanların (daha doğrusu dost iken düşman olunmuşların) yuvasıdır Arslanbenzer’e göre. Ve buranın ürettiği yeni insanlar da düşmandır. Ben bu teoriye göre Hece  Dergisi’nin ürettiği bir tip oluyorum, potansiyel hedef yani?

Peki, beni Hece Dergisi mi yarattı?
Mustafa Kutlu’nun yarattığı Hakan Arslanbenzer (Kutlu’nun yarattığı tipler-daha doğrusu Kutlu’nun kurmacaları- Enis Batur’un kurduklarına oranla daha yeteneksizdir) haklı olarak ötekilerin de yaratılmış insanlar olduğunu tasarlıyor. Çok korkutucu bir şey söyleyeyim. Ben yaratılmadım gardaş. Ben oluş halindeydim zaten. 2005’ten beri şiir yazıyorum. Ürünlerimi dergilere gönderiyorum. Kimseyle şahsi bir ilişkim olmadı. Kimseye yalvarmadım, projeye girmedim. Bana denk arkadaşlarla kendi dergimi kurdum. Bana denk arkadaşlarla yayınevimi kurdum. Kitabımı kendim bastım. Bu kitaba katkı sağlayan, hakkında yazan, söyleşi yapan bi sürü insan oldu. Destek verdiler sağ olsunlar. Kitap-lık, Hece, Ğ, Yeniyazı, Ücra, Karagöz gibi dergiler şiirlerimi yayımlayarak beni ayakta tuttular. İnkâr edemem. Ama maalesef tek bi kişi ya da kurum tarafından yaratılmadım. Ha, daha evvel Yediiklim’den Zafer Acar arayıp beni yarattığını iddia etmişti. Ben de hayır mösyö beni Allah yarattı demiştim. Mösyö benim Yediiklim’de yayımlanan şiirlerimi kendisi seçmişmiş. Bu yüzden minnettar olmalıymışım ve kitabımdaki özgeçmişe Yediiklim’i neden yazmamışmışım. Çok gülmüştüm. Çünkü Ali Haydar Haksal’dan başka birinin adını duymamıştım ben Yediiklim Dergisi’nde.
Hakan Arslanbenzer’in beni adam yerine koymasının bi sebebi de bu işte. Yaratılmamış olmam. Cihat da şunun şeyinden çıktı diyemiyor. Çünkü yıllarca birilerini birilerinden çıkmış diye eleştirdiler. Hatta bu eleştiri metoduna bi isim de takalım. Sebzesel Eleştiri olsun.  Bitkisel sanata bol bol hıyar verdiler. 

Benim de Hakan Arslanbenzer’e tavisyelerim var.
Kaba kuvvetten hoşlanmadığını ben de biliyorum. Tarık Zafer Tunaya Kültür merkezinde o gece neden ortalığı birbirine katmadığımı efendi gibi çekip gittiğimi çok yakının olana soruver. Anlatacaktır. Bu saatten sonra da bir daha böyle bir şeye girişmem. Dava meselesine gelice… Dava da açmadım zaten. O dilekçe örnekti.
Hakan Arslanbenzer, sen neden kendi kuşağınla kaybettiğin savaşın gözyaşlarını bize sıçratıyorsun koçum. Bizim kuşağa ulaşmak için beni mi kullanıyorsun yoksa? Sıkı bir numaradır bu? Bi alt kuşağa ulaşmak için iyi bi hortum bulunur. O hortumdan reklam pompalanır. Kum saatinin en ince yerinde durduğumu mu sanıyorsun? Benden mi geçiliyor yeni kuşağa? Bana eyvallah çekmeden gidemiyor musun? Derginle ilgilen diyorum. Oradan da ulaşırsın tazelere. Beni gözünde bu kadar büyütme. Ben de nihayetinde sırf arkadaşları için yazan yaşayan biriyim. Kitlende gözüm yok. Yuvan var çocukların var. Bizim gibilerle uğraşma. Görmezden gel. Sağlı gel. Gel gel gel hoop.


3 Aralık 2011 Cumartesi

Gülmeden önce Gülünüz

kaddish for chesnutt by Constellation Records




BÜYÜYÜNCE YAKIŞIKLI OLACAK ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ VE SİYASALDA OKUYAN TÜM GENÇ ERKEK ŞAİRLERE GELSİN. 


Nihayet insanlık öldü.
Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, ’yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde,’insanlık öldü mü?’ ya da ‘insanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakta yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes, insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir.

Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat, insanlık aleminin bu büyük kaybı, birçok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir; o kadar ki, bazıları artık insanlık olmadığına göre bir alemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır.

Bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden,bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıztırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü ben de görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmaya çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamaya devam edecektir.

İnsanlıktan paylarını alamayanlar için zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Yıllarca önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde, çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra, hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önce ki gece sabah karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır.
Doğru dürüst bir tahsil göremeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük yaşta öksüz kalan insanlığa,doğru dürüst bir mirasta kalmamıştı; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımıyla geçinmeğe çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz, insanlığın yakınlarına baş sağlığı ve sonsuz sabırlar diler.
Not: merhumun cenazesi, önce uzun yıllar yaşamış olduğu hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade törenden sonra toprağa verilecektir…

[Nihayet insanlık da öldü...]

/Oğuz Atay – Tehlikeli Oyunlar/

25 Kasım 2011 Cuma

Celal Tan Ve Ailesinin Vasat Acıklı Hikayesi


onur ünlü sineması artık ilgimizi çekmiyor. bunu celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hikayesinde bir kez daha müşahede ettik. peki bu güzel insanın bu hale gelmesinin sebepleri ne? evvela şu para meselesini bi es geçelim derim. yok onur ünlü ve trt, yok onur ünlü ve akp, yok anasının amı. gerek yok bunlara. kimse trt’ye boktan dizi yapıyor diye çirkin filmci olmaz. kimse bilmem nerde para aldı diye bişey olmaz. sosyalistlerin boktan eleştirilerine götümle gülüyorum. reha erdem niye çirkin film çekemiyo o zaman. neden çirkin film çekme özürlüsü bu adam. çünkü işi biliyor. neyse…  


onur ünlü’nün çirkin film çekmesinin ilk sebebi bence mutsuz olması. ben onun mutsuz olduğunu düşünüyorum. çünkü çektiği filmden bana aktarılan tek duygu bu. bunu aktardığı oranda başarılı olmuştur. mutsuzluk derken sağlık sorunlarından bahsetmiyorum elbette. genel itibariyle mutsuzluktan bahsediyorum. enis akın’ın bahsettiği türden bir mutsuzluk. özel bir mutsuzluk. aşksızlık.

filmin çirkin olmasının 2. sebebi onur ünlü’nün kendi kitchini yaratıp onun içinde boğulmasıdır. trafik lambasıyla konuşan adam -hiç kurusa bakılmasın- bi önceki filmde kediyle konuşan adamdan sonra hiç hoş durmuyor. çekilmez oluyor.

onur ünlü sinemasında bizi usandıran, her filmin, bir dizinin başka bölümleri olduğunu hissettiren şey aynı oyuncularla karşımıza çıkması. aynı oyuncuların kullanılması bile onur ünlü’nün kendini yeniden inşa edemediğini kanıtlıyor. daha metne girmiyorum bile dikkat edersen. metinler zaten aynı. fantastik kara mizah diyebileceğimiz bir tarzın peşinde.

sanat türleri arasında sınırlar vardır. bir sanat türünde en iyisini yapacağınız şeyi başka bir sanat türünde vasat yapabilirsiniz. ne mi diyorum: sinemanın romanı öldürdüğünü düşünmüyorum. roman ölmez. şiir de öyle. neden ölmez: çünkü sinema şu ifadeyi aktaramaz: “berliskoni bir yandan zemzem içerken diğer yandan nerden geldiği belli olmayan ve iç dünyasını bütünüyle değiştiren bir duygunun sarmallarıyla pençeleşiyordu. kalktı ve monika’ya doğru ilerledi. kalp atışları hızlanmış ve bedenini ateş basmıştı.” burada kalp çırpıntısını beyni filan nasıl çekecen kameraya? olmaz. aynı şekilde the angelopoulos’un the weeping meadow’daki kazak sökülme sahnesini de romanla şiirle anlatamazsın. anlatırsın ama kameranın makineye haz gözü kadar etkili veremezsin. celal tan ve ailesi’nde bir çok yerde şiir, roman ve anlatıya kurban verilmiş kısımlar var. kamerayı gereksizleştirici israf sahneleri…

en kötü ihtimali diyeyim bir de: biz büyüdük herhalde. yükseldik. ünlü’nün denizi artık boyumuzu geçmiyor. güneşin oğlu filminde (yıllardır izlemedeğim halde aklımda kalmış, sinema salonunda 3-5 kişiydik) karakterin kameraya bakarak “filmin saçmalığı ile seyirci orantısı ters orantılıdır” demesi beni benden almıştı. celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hikayesi’nde de muhtemelen kendinden geçen ciyatdumanlar vardır. onlara buradan mahsus selam ediyorum. 

19 Kasım 2011 Cumartesi

İki Erkeği Öldürmeden Kadın Olamazsın



Dumanın akciğerden kan vasıtasıyla beyne sincice yayılması. Bu kez kulak ve gözden alınıyor. Gecenin tüm üzgünlüğü tüm nedensizliği sabahı uyuşturdu işe. Kulaktan alınan Zola Jesus kilise yapımı bir karıncaydı. İki erkeği öldürüp kadın oldu. Gözden alınan neydi? Bundan böyle izlenimleri bildirmek yok. Duyulanlardan başka yok. İki erkeği öldürmeden kadın olamazsın. Kadın olmadan kadın olamazsın. Mübarek bir yalnızlığı elinin tersiyle itme hakkın elinden alınmadı.

Duruma uygun şiir bulamıyorum. 


Borges Ne diyordu Alef'te: Orada bir kadın gördüm. Uzun saçlarını, endamını gördüm. Baştan başa parlayan gözlerini. Göğsündeki kanseri gördüm. İşte buna yakın bir şey. 



10 Kasım 2011 Perşembe

Bülent Keçeli İle Mavra

söyleşiyi yapan : Bülent Keçeli, yayım  yeri: ücra dergisi, ekim 2011, sayı 43

modern bireyin ya da bireye doğru yol alan insanoğlunun yolunda aşılması gereken çok yol olduğu aşikardır..bu anlamda iyi niyetli olduğu varsayılan bir üçüncü kişiye ulaşmaya çalışmak veya o iyi niyetli kişinin varlığına inanmak şiir yazma ve sonuçta okura ulaşma eyleminin neresine tekabül etmektedir…

İyi niyetli üçüncü kişi deyimini ilk duyduğumda hukuk birinci sınıf öğrencisiydim. Sınavda çıkma ihtimali olan, bana hiçbir şey göstermeyen, beni bir yere götürmeyen bir tamlama. Hukukça şu anlama geliyor: Asıl hukuki işlemdeki hastalığı bilmeden olaya dâhil olan ve hukuk tarafından iyi niyetli olduğu için korunan kişi: Çalıntı olduğunu bilmediği ve bilmesinin de mümkün olmadığı bir nesneyi satın alan insandır. O nesneyi ondan alamazsınız. Ne kamu, ne nesnenin sahibi mağdur ne de nesnenin taşıyıcısı hırsız yapamaz bunu. Önceleri benim için hukuk formasyonunun bir parçası olan bu tamlama sonra ilgimi çekti. İyi niyetli üçüncü kişi aslında okurdu. Mağdur-Hırsız-3. Kişi formülü, Gelenek-Şair-Okur şeklinde temsil ediliyordu. Kişisel hayatta da bu böyledir. Yeni tanıştığınız bir insan, geçmişinizden haberdar olmadığı iyi niyetli üçüncü kişi statüsündedir. Ona, onunla tanışmadan önceki birikiminizle müdahalede bulunursunuz. Söz söylersiniz. Benim iyi niyetli üçüncü kişim okurumdur. Kitabı o yüzden ona ithaf ettim. Şiir yazma eylemi bende iyi niyetli üçüncü kişiye ulaşma, onun tarafından affedilme amacı taşır. Okur yoksa yazmak da yoktur. Yazmak bu yüzden harekettir. İletişimin dairesel yörüngesine girer şair. Hareket varlığa götürür. Hareket halinde olmak istiyorum. Kendi kendime çürümek istemiyorum. Mezarım olsun istiyorum. Bir yandan da şu: Okura ulaşmak onun manipülasyonuna kapılmayı gerektirmez. Dikkatli olmak gerekir. Okurla olan ilişkim aşırı farkındalık halimden kaynaklanıyor olabilir. Kendimin ve bir başkasının gözlem nesnesi olarak kendimin farkındayım. Bu bakımdan üst kurmacaya yakınım. Tasavvufta böyle bir derece var mıdır bilmem? Şiire niyetlenir niyetlenmez kendimi bir okur olarak buluyorum. En baştan kaybediyorum da olabilir. “ben kimim/ bu şiirin ilk okuru olmaktan başka” derken de bunu demek istemiştim. Ya şair değilim ya da kendimi kaybedemiyorum. Bilemiyorum.

türkiye’nin eksik modernleşmesi çerçevesinde ‘aşırı türkiye’  şiirini okuduğumuzda senin tepkilerine hak vermemek elde değil.her şeyin bir şekilde aşırılaştığını kabul etsek de aslında bunun altında parlayan ( fakat patlaması beklenmeyen)  bir dinamik gençlik olduğu görülüyor.bu gençlik bir türlü aksiyonunun farkına varamıyor mu.eğer böyleyse bu gençlik yazdığı şiirle dahi bir dinamizmi yansıtmıyor mu.


Melezlik, yarımlık, acemilik, cahillik, kuvvet… Kaos için ne ararsan var gençlerde. Senin de dediğin gibi aşırılıkların altında patlaması beklenmeyen ama parlayan bir gençlik var. Aksiyonun farkına varıyorlar fakat bu garpzedelerin inancı yok. Çoktan bitmiş bir savaş var. Benlik savaşı bitti. Benlik kazandı. Bu saatten sonra Bosna’dan gelen görüntüler karşısında ancak TV’nin gözyaşlarını silebiliriz. (Kesin ağlar.) Katıldığımız eylemde çektiğimiz fotoğrafları Facebook profilimize koyarız. Olur da polis devlet akşam açıp bakar. Lafa gelince anarşistiz ama devletle de aramız çok iyi. Bir yandan da çocuk şairleri de içinde barındıran genç şairler var. Aynaları çok güzel. Hıncımızı onlar aracılığıyla çıkarabiliyoruz.

üretimden tüketime şey’  şiirinde ‘şiir bazen gecikir ama gelir’  derken yine okura bir yükleme var.senin şiirinde okuru bu derece mühim kılan nedir…

O şiir şiiri konu edinen bir şiir. Şiirin, yani alıcı tarafından alınan “şey”in geçirdiği 5 merhaleyi anlatıyor. Zihnin kalbinde ortaya çıkan şeylerin oluş hali.  Bir alt kademede yarı somutlaşması. Söz, yazı, hareket ya da başka iletim aygıtlarıyla iletilebilecek durumda olması. Okur tarafından yarı somut olarak burun göz kulak vesilesi ile öğütülmesi. Ve nihayetinde okurun imgeleminde/zihninin kalbinde kendine yer bulması. Şairden çıkıyor, Okurun hoşuna doğru gidiyor. Ben ve okurun hoş’u. Bu okur şiir yazan bir okur. Okurlarımız şair. Hoşumuz uyuyor. Türkiye’de birbirini okuyan 100-300 kişiyiz. Bu insanlarla o kadar çok ortak yönümüz var ki… Önemliler. Sen benim şiirimi okuyorsun. Ben senin şiirini okuyorum. Okur dediğiniz şey roman okurundan çok farklı. Hatta mezkur şiirde yazdım: romancılar hayran diyor okura ve okur/ hadi ordan okur senin babandır demiyor keşke. Diyemez. Çünkü o okuyor. Bizim tarafta öyle değil. Şair Bülent Keçeli benim şiirimi okuyor. Bana sorular yöneltiyor. Aslında okumuyor. Belki yeniden yazıyor. Narkotikten bilirim, satıcıların hepsi içicilikle başlar. Biz de Bülent Keçeli’yi okuyoruz. İçiyoruz. Çok uzatmadan: Okur aslında şairdir. Bu yüzden önemlidir. Az önce bahsettiğim ilk iki aşamada kürtajla aldıran varsa eğer şey’ini. Öyle bir delikanlı varsa o şiir yayımlamayan delikanlı “okur beni ilgilendirmez, manipüle edemez” diyebilir. Ben şiir yayımlıyorum. Kitap basıyorum. Yazdıklarımın en az iki kişi tarafından (biri benim) okunacağından eminim. Onun varlığını, o tür bir farkındalığı şiire dâhil etmekten kendimi alamıyorum. Aksi halde hayatta ve sanatta en iğrenç durumla karşı karşıya kalırım: Riyakârlık.

dilin parodisini yakalamış fakat dili bu noktada daha dinamik bir yere çekmeye çalışan bir şiirin var, tabir yerindeyse bıçak sırtı yakalanan bir yerde şiirin var oluyor yine de dile inancın bir şair derecesinde değil, etrafındaki örnekleri doğru algıladığın açık, dili kırıp dökmüyorsun fakat biçimsel tavırları da şiirinde kullanıyorsun. İmgenin klasik halinin yoğun tartışıldığı iki binlerde söylemin, ifadenin, anlamın dille ilişkisi deyince metafizik yönelimlere de kaymıyorsun.direkt bir algıya hitap ediyorsun, şiirin gelişmesinin dinamikleri sence nedir ya da şiir gelişmesi beklenen bir şey midir.

Dilin parodisini yakalamak. Yaprağın bize ‘yeşil’le anlatmaya/anlatmamaya çalıştığı şey. Parodi ironiktir. Derrida’dan bir ironi tanımı alıp izleyelim: “Birbirine karşıt olası en çok sayıda yorumu sağlamak- okurun metinde anlam oluşması sürecini kuşatan radikal belirsizliğin farkına varmasını sağlamak. Bir şairokur olarak sen benim metnimde bu radikal belirsizliğin farkına varmışsın. Bunun için teşekkür ederim. Şiirin gelişen bir şey olduğunu benim kitabın üçüncü bölümü ile diğer kısımları karşılaştırdığımızda anlarız. Üçüncü kısımda ilk yazdığım şiirler var. Ritme tapan, minimal, kısmen lirik ve korkak şiirler. Onları kitaba almayabilirdim. Almamın sebebi biraz da şiirimin nereden nereye geldiğini insanlara göstermekti. Kusurlarımdan gocunmam. Ders alırım. Aldığım dersi de insanlara izletirim. Bölümde Turgut Uyar’dan alıntı var. "bilir misiniz aşk şiiri yazmaktan utanır olduk artık/ ne kadar ayıp değil mi”.Ne zamandır aşk şiiri yazmıyoruz diyor. Bir erkeğe aşk şiirler yazmak değil âşık olmak yakışır. Kadınlara ne yakışır bilmiyorum. Bu bölüm birinci tekil şahsın ikinci tekil şahsa hitabı var. Piyasadaki dergilerden, piyasa şairlerinden etkilenmiş ve yapabileceğinin de en iyisini yapmış bir insanın şiirleri. Dikkat ederseniz ironik ikinci bölümde ve satirik birinci bölümde hitap ve ikinci tekil şahıs yok denecek kadar azdır. Sadece öznelerle ilgili bir değişim değil, dili kullanma biçimi ve becerisi de zaman ilerledikçe gelişmiş gözüküyor. Peki bu nasıl oldu? Şiir ve şiir üzerine yazılan yazıları okumakla oldu diyebilirim. Özellikle şiir ile ilgili yazmaya başladıktan sonra yazmaya sürecinin bana bilgi ve ilham verdiğini gördüm. Yazarak öğrenmiş oldum. İkincisi de hayatın verdiği açıkları yakalamak. Hayatın yarıklarından şiire malzeme çıkarmayı bilmek gerekir. Dikkatli olmak gerekir.

direkt bir algıya hitap etmene rağmen şiir bir iletişim biçimi midir…( hala)………..

Şiir sadece bir iletişim biçimi midir? Hayır. Bir iletişim biçimidir de. Şiirin bir iletişim biçimi de olması içinde iletişim biçimi olamamasını barındırıyor bence. Örnek vereyim. “Bana Müslüman Bi Kız Bulsana Baba” adlı şiirde “tüm bekar evlerini derridA’lar yapmıştır/ madde 104, TCK” diyorum. İlk bakışta akla yapıbozucu Derrida’ya bir müteahhitlik atfederek okuru yabancılaştırdığım, yapılan şeyin de bekar olması hasebiyle bozuk olduğu ve bunu vurguladığım/geri döndüğüm için ironik olduğum anlaşılır. Problem yok. Fakat bir sonraki rakamlı dizeye geldiğimizde ve ikisini birlikte okuduğumuzda ortaya absürd bir yapı çıkıyor. İletilen hiçbir şey yok. Ceza Kanununun 104. Maddesini dipnot olarak yazsaydım da sonuç değişmezdi. Reşit olmayanla cinsel ilişkiye girmek adlı maddede 15 yaşını doldurmuş fakat 18 yaşından küçük biriyle cinsel ilişkiye girenlerin şikayet üzerine cezalandırılacağı öngörülüyor. Acaba mevzu cinsel ilişki olunca 40 yaşındaki insanları reşit sayabilecek miyiz? Değiller bence. Cinsel ilişkiye rıza ile girebilen herkes reşittir. Bu kadar açıklamaya rağmen yazdığım iki dizenin neyi ilettiğini anlayamadık. Fakat Derrida’nın ev arkadaşı Lyotard’a kulak verdiğimizde işler değişecektir. Lyotard çoğulcu adalet kavramını ortaya atar ve dildeki farklı yapıların ve kuralların anlamlandırmayı değiştirdiğini söyler. Aynı zamanda iletiyi alacak olanın önemseme süreci kişiden kişiye, onun geçmiş deneyimlerine bağlı olarak değişecektir. Lyotard dilin bu özelliklerinden dolayı evrensel norm ya da anlam olamayacağı sonucuna varır. Bu çözümlemen doğal sonucu, postmodern durumda adaletin de çoğulculuğudur; bir başka deyişle zaman ve uzay boyutlarına bağlı olarak çok sayıda adalet ya da “adil olan” kavramı formüle edilecektir. TCK 104.  Arzu ile Yasa’nın iğrenç işbirliği. İletebildim mi acaba? Bilemiyorum. Maksat bir şeyler yaratmak sanırım. Yansıtmak değil. Dilin gücünü kullanıp var olmak. Dil sayesinde iktidar olmak. [Böylece bir muhabbeti daha Baudrillard’ı anmadan bitirmiş olduk.] 

8 Kasım 2011 Salı

Şair Şizofrenler Sayko mu?


şizofrenler iyidir, şairler iyidir, severim bu grupları. bir de şizofren şairler var. bir de şair şizofrenler var. şairler, şizofrenler ve şizofren şairler iyidir. ama şair şizofrenler sanki biraz göt gibi. işte cinozkızı bunlardan biri. adını soyadını hiç korkmadan anarım, hata gidip dayak da atarım. gel gör ki eşit değiliz. ben onu dövdüğümde yargılanırım. araya devlet girer. ama o beni dövdüğünde dava düşer. raporu var kapı gibi. Cinozkızı, taşrada boktan bir dergi çıkarıyor. deleuzecü anlamda dergi çıkarmanın hatta şiir yazmanın iktidar sağlamakla bir ilgisi olduğu, güç için bu işlerin yapıldığı somut bilgisinden habersiz, saf bir iç güdüyle, bu bilgiyi ilhamla download ederek yapıyor bu pespaye işleri. ne kadar güç sağlıyor, ne kadar başarılı orasını bilmem. cinozkızı'nın yaptığı bir iş de yazdığı boktan metinleri oluşturduğu mail listesine göndermek. sonra da bu boktan yazıları bir ay sonra dergisinde yayımlamak. derginde yayım edeceksen neden evvela kamuya açıyorsun yavşak? cinozkızı geçen günlerde biz van için çadır parası dilenirken van'a yazdığı şiiri bu toplu mail listesine gönderdi. şiir değil, bi manzume döşenmiş. ben aynen şöyle bir cevabı ona ve tüm listeye gönderdim: 

bize ürün dayatma
şair adam artist olur
şair yazar çekilir
aleni olur çekilir
şair dayatmaz
faşistlik etme artık
seni mailde engellememe rağmen halen geliyor bu iğrenç şiirler
sabrımı taşırma
milletin götü çıkıyor kutu taşımaktan yardım kolisi yapmaktan
ordan karnını kaşıya kaşıya manzume düzüyorsun

25 Ekim 2011 22:24 tarihinde....

O da şöyle bir cevap yazdı:

Bundan sonra gelmeyecek. Cihat adlı Van da bir öğrenci arkadaşım var.
Ama o siz değilsiniz.Tamam artık göndermeyeceğim.

25 10 2011 tarihinde

aradan iki hafta geçiyor ve benim bu dedem yaşındaki adam bana, Gökhan Arslan'a, Yavuz Türk'e laf çakarak yeni bir toplu mail döşeniyor. üstelik aramızı bozmak içinde hangimizin hangimizden üstün olduğunu daha iyi şair olduğunu yazmış. ve benim kendisine hakaret ettiğimi söylemiş bu mailde. beni rezil etmeye çalışmış. 

"Gökhan Arslan, açıkça küfretmeyecek kadar kibar, centilmen ve feraset
sahibi. Cihat Duman ve Yavuz Türk adlı zatlardan Gökhan Arslan'ın
iletisinden sonra iki ileti aldım. Bu arkadaşlar hakkında zerre kadar
bir sataşmam ya da ithamım yokken birden Gökhan Arslan' ın iletisinden
hemen sonra bu iki zatın küfür ve hakaret iletilerini aldım. Cihat
Duman Ve Yavuz Türk meselesini takip edeceğim. Zira bir Müslüman
olarak bu hakaretlere asla tahammül edemem,  gerektiği zeminlerde ve
gerektiği sertlikte zaten cevapsız kalmayacak. İbreti âlem içün bu
hakaret ve küfür ehliyle nasıl bir mücadele sergileyeceğim, bizzat bu
küfür ehli adamlar tarafından, şaşkınlığa uğrayarak müşahede
olunacaktır."

sevgili Cinozkızı, şiir yazamadığım şu günlerde, yazı yazamadığım şu günlerde bu sanal polemiği yaptırtıp bloguma bir yazı daha eklettirdiğin için, sanattan değil sanatın kanından bir kez daha beslettirdiğin için teşekkür ederim. günlerdir ser sert konuşup ilgi çekecek bir mecra bulamadığım için üzülüyordum. hem fikret de çok genişlemişti, tatmin etmiyordu. bir iki ay küfürleşelim böyle, çok iyi olur. sen olmasan başkasına çatardım. mesele sen değilsin, mesele bu işleri de kurmacaya yedirmek. seni ve sülaleni kurmacama yamalayacağım.

28 Ekim 2011 Cuma

İnternet Geldi Genç Şaire Dayandı



Anlamın reddedilmesi, enformasyon fazlasına maruz kalan bizim gibi toplumlarda olanaklı tek direniş biçimidir.  Yaşamlarımızı ele geçiren söz konusu enformasyon iktidarına karşı direnebilmek adına yapabileceğimiz tek şey imgeleri yalnızca gösterenler, yalnızca yüzeysel görünüşler olarak kabul etmek bunların anlamları ile gösterdiklerini reddetmektir.[1]
O halde, ekranların yüzeysel sanallığında, temsilin sonuna, bizatihi imgenin sonuna vardık.[2]
Eski çağlarda bir Anadolu uygarlığı olan İskitler, komşuları Persler’e bir kuş, bir fare, bir kurbağa ve beş tane de ok göndererek şu mesajı iletmek isterlermiş: Eğer bir kuş gibi uçmayı, bir fare gibi toprağın altında gizlenmeyi ya da bir kurbağa gibi bataklıklarda sıçramayı bilmiyorsanız bizimle savaşmayı denemeyin. Aksi halde oklarımızın altında can verirsiniz.[3] İleten ile iletilen arasındaki mesafe, küresel iletişim imkânları kullanılanı beri ortadan kalkmış durumda. Sadece mesafe değil, o aralıkta bulunması gereken zaman da artık yok. İleten ve iletilen arasında hiçbir şey olmadığı için bu ikisini aynı enformasyon ağına bağlı aynı kişiler/nesneler olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda iki gerçekle karşı karşıya kalacağız: İletişimin artık imkânsız olduğu ya da iletişimi yeniden tanımlamanın gerekliliği. Bu kadar ciddi bir yere girmeden bir başka iletişim biçimi olan şiir ile internet arasındaki vaziyeti yorumlamak gerekir.
Baudrillard’dan sıkça okuduğumuz ‘simülasyon’ fizik bilimine ait bir kavramdır. Simülasyon, sayı hesap boncuğunun hesap makinesine uyarlanmasını anlatan bir kelime.[4]  Hesap makinesi bu durumda bir simülakr oluyor. Aynı şekilde bir insanın internet aracılığıyla bir profil oluşturması (örneğin Facebook profili), varlık göstermesi iletişimden ziyade simülasyonu ilgilendirmektedir. Daha da açacak olursak bir şairin Facebook gibi kapalı ya da Twitter/Blog benzeri açık ortamlarda var olması hem şiiri, hem iletişimi hem de simülasyon bilimini ilgilendirir. Şairin, bir birey olarak internette var olması, kendini taklidin ötesinde bir simulakr olarak yeniden var etmesinde yazmaya değer bir yan yok. Elbette akrabalarıyla Facebook’ta iletişime geçebilir. Bir Twitter hesabı açıp başta cumhurbaşkanımız olmak üzere bazı bakanları, köşe yazarlarını ve ünlü olarak saygı/sevgi duyduğu insanları takip ederek onlardan haberdar olur. Kültürlenir, bilgilenir. Bunun konumuzla bir ilgisi yok. Hakeza bir birey olarak şairin internette zaman öldürmesi, ihmal edilme tehlikesiyle karşı karşıya olabilecekleri ihmal etmesi, uyku/yemek/kemik düzenini bozması kendi özel hayatıyla ilgilidir. Gelgelelim bir birey olarak şair hem şiire başladıktan sonra internetle tanışan (internetin yoğun olarak kullanılmaya başlanması 1990’ın ikinci yarısından sonradır) hem de gözünü internete açan (‘90 doğumlu çocuklar) birisi olarak bu teknolojik durumdan etkilenecektir. Üretim biçimi, amacı da ona göre değişecektir. Bu bakımdan daha evvel Deleuze’ün sinema ve üretim için söylediklerini biz internet ve üretim konusuna uyarlayabiliriz.[5] İkinci olarak şairin internette yukarıda saydığımız hususi ya da umumi mecralarda “şair” olarak bulunması ihtimalidir.

26 Ekim 2011 Çarşamba

insan mezarsız yaşayamaz ki...


arkadaşlarım var. onların çocukları var. onların çocukları ve tüm çocuklar korkunç. fazıl hüsnü dağlarca haklıymış. 8 yaşındaki Asyak; Kaddafi, PKK, savaş gibi şeylerin konuşulduğu masada bu lafla anneyi, babayı ve beni susturdu. masayı dağıttı. hayatın verdiği açıklardan yararlanalım. hayat açık veriyor. çocuklar buluyor. 

insan mezarsız yaşayamaz


Desen: Asyak.

9 Ekim 2011 Pazar

Manzara Sığınmacı Egemen Dil

Downfall by depth.charge


bu yazıyı okuyacak okur. önce yukarıdaki müziği aç. tamam. şimdi bak bu sefer word'den yazmıyorum. direkt blogspot şablonundan... gör ne hataları imlalarımben. kablo ile kablonun son harfi ile duvar arasındaki bağı keşfetmiş durumdayı. bireysel aydınlama sürecim böylelikle tamamlanmış oldu. kuş vurduğum bir bina sarı. yazmıyorum ya. yazmak zoruda mıyım? ne manzarı anlatırım sarı. ne de içsel acılarımı. ........................................................... fukaralık değil bu. muhtemelen mülkiyeti onlara ait ve bebekleri var. bebeği olan aile fakir olur mu: özne: karşı gecekondu. fukara işi değil. çatı yerine naylon branda, yer uer asfalt artığı, asfalt yırtığı, sadece bir camı ...............yazmıyorum. anlatmıyrum. ceb telefonumdan fotosunuçekip koyacağım. renkler iletilsin. sarı



26 Eylül 2011 Pazartesi

İdeal Kadın Yapım Çalışması

bozuk gözlüm’e bir törpü

burnu bur’dan sökelim bu burun tam Fatmalık
profiline koyar ve baktırıcıdır ve
Yasemin’den aldığın boyu Gül’e uyarla
ah Nergis’in su içerken akan gülüşü yok mu ona karışma
Sümbül’ün mesenesi çok kalabalık ondan biraz saç kopar
ürkek ürkek bakış dene Ceylan’a
                                                  Ahu’yu daralt
kızı olunca adı Üzüm olacak
ruhsal bir şey ekleme! [ruhsal bir şey ekleme]
Gonca’nın dudakları tam Defnelik ama Nergis’in memişleri
Yaprak’tan serçe parmak kopar Sümbül’e düzelt
                                Fatma oluşuyor
kaburga kemiğinden fırça yaptık nerde o
Menekşe’den bir kalça çiz Zambak Hanım’a
eti dişle çiçek koksun bu kusmanı engeller
bu burun delikleri çok feci intihal kokuyor Lâle kazı biraz da
onun omzu daha dik Ahu’ya ekle
diz kapakları eşit işte bur’da botanik sessiz sessiz ağlıyor
ruhsal bir şey ekleme!
yüzü beceremiyorsan aşağ’lara özen göster
kollar sarılınca birleşir sosyalizmden getir
topuk gözükecektir patik giymemişse Gonca
Kumru şişman oldu Menekşe’den de boy ekle
biraz bacak lazım Gül’den alabilirsin
Fatma’nın kalp nakli parasını unut
böyle bir dize yazılmış olsa da unut
farkına varsan gidip öpebilirsin unut
ipi, Japon yapıştırıcısını, terlikleri unut
sarkan yerleri kalplerine bağışla unut
sarkan yerleri beyin bilir kalbinle unut
sarkan yerleri tamir ederken çok acıktım unut
sarkan yerleri bitkisel hayat hakim olacak yaşantınıza
bitkisel ölüm sarkan yerleri unutturacaktır
bitkisel ölüm Ukrayna unut onları unut birlikte yaşlanacak
birlikte yaşlanacak herkes unut bunları
kimse kendisinden daha güzel değildir

kalpsiz bir Fatma şiirden bağımsız yapılamıyor
o halde parçalaparamparçaparçalaparça


Cihat Duman, Ücra Dergisi 42
Temmuz - Ağustos 2011

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...