Bu Blogda Ara

10 Kasım 2011 Perşembe

Bülent Keçeli İle Mavra

söyleşiyi yapan : Bülent Keçeli, yayım  yeri: ücra dergisi, ekim 2011, sayı 43

modern bireyin ya da bireye doğru yol alan insanoğlunun yolunda aşılması gereken çok yol olduğu aşikardır..bu anlamda iyi niyetli olduğu varsayılan bir üçüncü kişiye ulaşmaya çalışmak veya o iyi niyetli kişinin varlığına inanmak şiir yazma ve sonuçta okura ulaşma eyleminin neresine tekabül etmektedir…

İyi niyetli üçüncü kişi deyimini ilk duyduğumda hukuk birinci sınıf öğrencisiydim. Sınavda çıkma ihtimali olan, bana hiçbir şey göstermeyen, beni bir yere götürmeyen bir tamlama. Hukukça şu anlama geliyor: Asıl hukuki işlemdeki hastalığı bilmeden olaya dâhil olan ve hukuk tarafından iyi niyetli olduğu için korunan kişi: Çalıntı olduğunu bilmediği ve bilmesinin de mümkün olmadığı bir nesneyi satın alan insandır. O nesneyi ondan alamazsınız. Ne kamu, ne nesnenin sahibi mağdur ne de nesnenin taşıyıcısı hırsız yapamaz bunu. Önceleri benim için hukuk formasyonunun bir parçası olan bu tamlama sonra ilgimi çekti. İyi niyetli üçüncü kişi aslında okurdu. Mağdur-Hırsız-3. Kişi formülü, Gelenek-Şair-Okur şeklinde temsil ediliyordu. Kişisel hayatta da bu böyledir. Yeni tanıştığınız bir insan, geçmişinizden haberdar olmadığı iyi niyetli üçüncü kişi statüsündedir. Ona, onunla tanışmadan önceki birikiminizle müdahalede bulunursunuz. Söz söylersiniz. Benim iyi niyetli üçüncü kişim okurumdur. Kitabı o yüzden ona ithaf ettim. Şiir yazma eylemi bende iyi niyetli üçüncü kişiye ulaşma, onun tarafından affedilme amacı taşır. Okur yoksa yazmak da yoktur. Yazmak bu yüzden harekettir. İletişimin dairesel yörüngesine girer şair. Hareket varlığa götürür. Hareket halinde olmak istiyorum. Kendi kendime çürümek istemiyorum. Mezarım olsun istiyorum. Bir yandan da şu: Okura ulaşmak onun manipülasyonuna kapılmayı gerektirmez. Dikkatli olmak gerekir. Okurla olan ilişkim aşırı farkındalık halimden kaynaklanıyor olabilir. Kendimin ve bir başkasının gözlem nesnesi olarak kendimin farkındayım. Bu bakımdan üst kurmacaya yakınım. Tasavvufta böyle bir derece var mıdır bilmem? Şiire niyetlenir niyetlenmez kendimi bir okur olarak buluyorum. En baştan kaybediyorum da olabilir. “ben kimim/ bu şiirin ilk okuru olmaktan başka” derken de bunu demek istemiştim. Ya şair değilim ya da kendimi kaybedemiyorum. Bilemiyorum.

türkiye’nin eksik modernleşmesi çerçevesinde ‘aşırı türkiye’  şiirini okuduğumuzda senin tepkilerine hak vermemek elde değil.her şeyin bir şekilde aşırılaştığını kabul etsek de aslında bunun altında parlayan ( fakat patlaması beklenmeyen)  bir dinamik gençlik olduğu görülüyor.bu gençlik bir türlü aksiyonunun farkına varamıyor mu.eğer böyleyse bu gençlik yazdığı şiirle dahi bir dinamizmi yansıtmıyor mu.


Melezlik, yarımlık, acemilik, cahillik, kuvvet… Kaos için ne ararsan var gençlerde. Senin de dediğin gibi aşırılıkların altında patlaması beklenmeyen ama parlayan bir gençlik var. Aksiyonun farkına varıyorlar fakat bu garpzedelerin inancı yok. Çoktan bitmiş bir savaş var. Benlik savaşı bitti. Benlik kazandı. Bu saatten sonra Bosna’dan gelen görüntüler karşısında ancak TV’nin gözyaşlarını silebiliriz. (Kesin ağlar.) Katıldığımız eylemde çektiğimiz fotoğrafları Facebook profilimize koyarız. Olur da polis devlet akşam açıp bakar. Lafa gelince anarşistiz ama devletle de aramız çok iyi. Bir yandan da çocuk şairleri de içinde barındıran genç şairler var. Aynaları çok güzel. Hıncımızı onlar aracılığıyla çıkarabiliyoruz.

üretimden tüketime şey’  şiirinde ‘şiir bazen gecikir ama gelir’  derken yine okura bir yükleme var.senin şiirinde okuru bu derece mühim kılan nedir…

O şiir şiiri konu edinen bir şiir. Şiirin, yani alıcı tarafından alınan “şey”in geçirdiği 5 merhaleyi anlatıyor. Zihnin kalbinde ortaya çıkan şeylerin oluş hali.  Bir alt kademede yarı somutlaşması. Söz, yazı, hareket ya da başka iletim aygıtlarıyla iletilebilecek durumda olması. Okur tarafından yarı somut olarak burun göz kulak vesilesi ile öğütülmesi. Ve nihayetinde okurun imgeleminde/zihninin kalbinde kendine yer bulması. Şairden çıkıyor, Okurun hoşuna doğru gidiyor. Ben ve okurun hoş’u. Bu okur şiir yazan bir okur. Okurlarımız şair. Hoşumuz uyuyor. Türkiye’de birbirini okuyan 100-300 kişiyiz. Bu insanlarla o kadar çok ortak yönümüz var ki… Önemliler. Sen benim şiirimi okuyorsun. Ben senin şiirini okuyorum. Okur dediğiniz şey roman okurundan çok farklı. Hatta mezkur şiirde yazdım: romancılar hayran diyor okura ve okur/ hadi ordan okur senin babandır demiyor keşke. Diyemez. Çünkü o okuyor. Bizim tarafta öyle değil. Şair Bülent Keçeli benim şiirimi okuyor. Bana sorular yöneltiyor. Aslında okumuyor. Belki yeniden yazıyor. Narkotikten bilirim, satıcıların hepsi içicilikle başlar. Biz de Bülent Keçeli’yi okuyoruz. İçiyoruz. Çok uzatmadan: Okur aslında şairdir. Bu yüzden önemlidir. Az önce bahsettiğim ilk iki aşamada kürtajla aldıran varsa eğer şey’ini. Öyle bir delikanlı varsa o şiir yayımlamayan delikanlı “okur beni ilgilendirmez, manipüle edemez” diyebilir. Ben şiir yayımlıyorum. Kitap basıyorum. Yazdıklarımın en az iki kişi tarafından (biri benim) okunacağından eminim. Onun varlığını, o tür bir farkındalığı şiire dâhil etmekten kendimi alamıyorum. Aksi halde hayatta ve sanatta en iğrenç durumla karşı karşıya kalırım: Riyakârlık.

dilin parodisini yakalamış fakat dili bu noktada daha dinamik bir yere çekmeye çalışan bir şiirin var, tabir yerindeyse bıçak sırtı yakalanan bir yerde şiirin var oluyor yine de dile inancın bir şair derecesinde değil, etrafındaki örnekleri doğru algıladığın açık, dili kırıp dökmüyorsun fakat biçimsel tavırları da şiirinde kullanıyorsun. İmgenin klasik halinin yoğun tartışıldığı iki binlerde söylemin, ifadenin, anlamın dille ilişkisi deyince metafizik yönelimlere de kaymıyorsun.direkt bir algıya hitap ediyorsun, şiirin gelişmesinin dinamikleri sence nedir ya da şiir gelişmesi beklenen bir şey midir.

Dilin parodisini yakalamak. Yaprağın bize ‘yeşil’le anlatmaya/anlatmamaya çalıştığı şey. Parodi ironiktir. Derrida’dan bir ironi tanımı alıp izleyelim: “Birbirine karşıt olası en çok sayıda yorumu sağlamak- okurun metinde anlam oluşması sürecini kuşatan radikal belirsizliğin farkına varmasını sağlamak. Bir şairokur olarak sen benim metnimde bu radikal belirsizliğin farkına varmışsın. Bunun için teşekkür ederim. Şiirin gelişen bir şey olduğunu benim kitabın üçüncü bölümü ile diğer kısımları karşılaştırdığımızda anlarız. Üçüncü kısımda ilk yazdığım şiirler var. Ritme tapan, minimal, kısmen lirik ve korkak şiirler. Onları kitaba almayabilirdim. Almamın sebebi biraz da şiirimin nereden nereye geldiğini insanlara göstermekti. Kusurlarımdan gocunmam. Ders alırım. Aldığım dersi de insanlara izletirim. Bölümde Turgut Uyar’dan alıntı var. "bilir misiniz aşk şiiri yazmaktan utanır olduk artık/ ne kadar ayıp değil mi”.Ne zamandır aşk şiiri yazmıyoruz diyor. Bir erkeğe aşk şiirler yazmak değil âşık olmak yakışır. Kadınlara ne yakışır bilmiyorum. Bu bölüm birinci tekil şahsın ikinci tekil şahsa hitabı var. Piyasadaki dergilerden, piyasa şairlerinden etkilenmiş ve yapabileceğinin de en iyisini yapmış bir insanın şiirleri. Dikkat ederseniz ironik ikinci bölümde ve satirik birinci bölümde hitap ve ikinci tekil şahıs yok denecek kadar azdır. Sadece öznelerle ilgili bir değişim değil, dili kullanma biçimi ve becerisi de zaman ilerledikçe gelişmiş gözüküyor. Peki bu nasıl oldu? Şiir ve şiir üzerine yazılan yazıları okumakla oldu diyebilirim. Özellikle şiir ile ilgili yazmaya başladıktan sonra yazmaya sürecinin bana bilgi ve ilham verdiğini gördüm. Yazarak öğrenmiş oldum. İkincisi de hayatın verdiği açıkları yakalamak. Hayatın yarıklarından şiire malzeme çıkarmayı bilmek gerekir. Dikkatli olmak gerekir.

direkt bir algıya hitap etmene rağmen şiir bir iletişim biçimi midir…( hala)………..

Şiir sadece bir iletişim biçimi midir? Hayır. Bir iletişim biçimidir de. Şiirin bir iletişim biçimi de olması içinde iletişim biçimi olamamasını barındırıyor bence. Örnek vereyim. “Bana Müslüman Bi Kız Bulsana Baba” adlı şiirde “tüm bekar evlerini derridA’lar yapmıştır/ madde 104, TCK” diyorum. İlk bakışta akla yapıbozucu Derrida’ya bir müteahhitlik atfederek okuru yabancılaştırdığım, yapılan şeyin de bekar olması hasebiyle bozuk olduğu ve bunu vurguladığım/geri döndüğüm için ironik olduğum anlaşılır. Problem yok. Fakat bir sonraki rakamlı dizeye geldiğimizde ve ikisini birlikte okuduğumuzda ortaya absürd bir yapı çıkıyor. İletilen hiçbir şey yok. Ceza Kanununun 104. Maddesini dipnot olarak yazsaydım da sonuç değişmezdi. Reşit olmayanla cinsel ilişkiye girmek adlı maddede 15 yaşını doldurmuş fakat 18 yaşından küçük biriyle cinsel ilişkiye girenlerin şikayet üzerine cezalandırılacağı öngörülüyor. Acaba mevzu cinsel ilişki olunca 40 yaşındaki insanları reşit sayabilecek miyiz? Değiller bence. Cinsel ilişkiye rıza ile girebilen herkes reşittir. Bu kadar açıklamaya rağmen yazdığım iki dizenin neyi ilettiğini anlayamadık. Fakat Derrida’nın ev arkadaşı Lyotard’a kulak verdiğimizde işler değişecektir. Lyotard çoğulcu adalet kavramını ortaya atar ve dildeki farklı yapıların ve kuralların anlamlandırmayı değiştirdiğini söyler. Aynı zamanda iletiyi alacak olanın önemseme süreci kişiden kişiye, onun geçmiş deneyimlerine bağlı olarak değişecektir. Lyotard dilin bu özelliklerinden dolayı evrensel norm ya da anlam olamayacağı sonucuna varır. Bu çözümlemen doğal sonucu, postmodern durumda adaletin de çoğulculuğudur; bir başka deyişle zaman ve uzay boyutlarına bağlı olarak çok sayıda adalet ya da “adil olan” kavramı formüle edilecektir. TCK 104.  Arzu ile Yasa’nın iğrenç işbirliği. İletebildim mi acaba? Bilemiyorum. Maksat bir şeyler yaratmak sanırım. Yansıtmak değil. Dilin gücünü kullanıp var olmak. Dil sayesinde iktidar olmak. [Böylece bir muhabbeti daha Baudrillard’ı anmadan bitirmiş olduk.] 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim ku...