Bu Blogda Ara

18 Aralık 2013 Çarşamba

Hükümet İstifa Etti

Nihayet hükümet de istifa etti. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen hükümet, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre , ‘ Yahu hükümet istifa eder mi?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde , ‘ hükümet istifa etti mi? ‘ ya da ‘hükümet istifa eder mi?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar telgraflar yağmıştır, herkes, hükümetin son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, hükümet artık aramızda yok. Hükümetten uzun süredir ümidini kesenler, ya da hayatlarında hükümetin hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat, insanlık âleminin bu büyük kaybı, bir çok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir; o kadar ki, bazıları artık hükümet olmadığına göre bir ülkeden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. Hükümet artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar hükümetin olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir.


Hükümetin güzel ve çekingen yüzünü bende görür gibi oluyorum. Zavallı hükümet kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve ülke için bir şeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için hükümet ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. Hükümetten paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun zaman yaşamasına şaşılıyordu. Yıllar önce küçük bir kasaba da dünyaya gelen hükümet, dünya savaşlarından birinde, çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra, hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan hükümet, önceki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, hükümetten ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren hükümet hiç evlenmemişti. Küçük yaşta öksüz kalan hükümete doğru dürüstte bir miras kalmamıştı; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca hükümet, başkalarının yardımıyla geçinmeye çalışmıştı. Hükümetin ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz, hükümetin yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not: merhumun cenazesi, önce, uzun yıllar yaşamış olduğu Hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı Ümit Apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir.

3 Aralık 2013 Salı

#gözüüzerimizde



Türkiye Şiir Piyasası’nda İsrail, Gazze’yi bombaladığında Gazze Şiir Antolojisi yapıp binlerce satarak (çoğunu devlete) cebini dolduran İslamcı Şair de bu yazıyı okusun. Biliyorsunuz, Türkiye’de 2013 yılının Haziran ayında iktisadi olarak neoliberal politikaları, özel yaşama müdahale anlamında ise kendi kurdukları Anadolu Şeriatı’nı uygulayan Adalet ve Kalkınma Terör Örgütü; militanlarını halkın üzerine salarak birçok kişiyi öldürdü, binlerce kişiyi sakat bıraktı ve on binlercesini kimyasal bombalarla zehirledi. Direnen insanları ise, darbeci, ulusalcı, mürted, alevi, kâfir, hain, çapulcu, fahişe, ibne diye etiketlemekle kalmadı, refleks direnişini ana muhalefet örgütüne yıkarak kendi kitlesini büyülemeyi başardı. Böylelikle bizim gibiler, piç edildi. Bizim gibiler tamlamasından ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsunuz.

Bu gece aldığım bir habere göre aralarında Ahmet Telli, Şükrü Erbaş, Ayten Mutlu, Mehmet Hameş, Sennur Sezer’in de bulunduğu şahıslar, Gezi Şiir Ödülü’nde jüri sıfatıyla bulunacaklarmış. Yarışmanın kimin düzenlendiği hiç umurumda değil. Bu şairler jüri olarak belirlenmişse, bütün bu rezaletin günahı bunların boynunadır. Siz kimsiniz ki şiire ödül veriyorsunuz? Şiiri ödüllendirmek nedir hiç düşündünüz mü? Siz değil misiniz yıllardır şiir ödülleri düzenleyerek, yayınevlerinin şiir editörü olarak genç şiiri kastrasyona uğratmaya çalışan, yazdığınız o iğrenç ikinci yeni taklidi bile olmayan, o slogancı toplumcu gerçekçi şiiri korumaya çalışan. Siz değil misiniz 80 kuşağı şiiri elinizde patladı diye günümüzde de şiiri öldürmeye kasteden. Siz değil misiniz Küçük İskender’lere, Cezmi Ersöz’lere kol kanat gererek gençlerimiz zehirleyen? Siz değil misiniz usta çırak ilişkisi palavrasıyla gençleri kandıran, kimi zaman da etinden sütünden faydalanan, arkada çırak bırakarak yerini muhafaza etmeye çalışan? Neyse bunları geçelim. Bunlar sizin kendi bataklığınızda olan ve bizi ilgilendirmeyen şeyler. Şey diyecektim ben. Gezi. Haa, evet, gezi. Gezi’ye Şiir Yazmak. Biz arkadaşlarımızla aylarca şiir yazmaya utandık biliyor musunuz? Onurumuz ayaklar altına alınıyordu, Gezi kütüphanesinde sabahlıyorduk, işimize, okulumuza gidemiyorduk. Şiir yazacak kalem, bilgisayar ve en önemlisi zamanımız yoktu. Hayatımız tehlikedeydi. Zamanımız olsa bile, olanlara şaşırmaktan aklımıza şiir gelmiyordu. Kitap okuyamıyorduk, sevişemiyorduk, yaşayamıyorduk. Olaylar hafifledikten sonra bile şiir yazmaya utandık. Çünkü orada şiiri aşan şeyler oldu. Şiir huruç eylemişti bir kere. Şairliğimizden, çıkardığımız dergilerden, kitaplardan, fanzinlerden utandık. Şiir sokağı ele geçirmişti. Şiir dili, bedenleri ele geçirmişti. Biz bundan mütemadiyen utandık. Şiirin tecavüzüne uğradık. Tanıdığım hiçbir şair arkadaş şiir yazamadı. Bu tecavüz hepimizde yıllar sonra çeşitli travmalara sebep olacak. Hakkı Zariç demişti: “Gezi’ye şiir yazamıyorsak, yazdığımız şiirlerin altına imzamızı değil, Ethem’in, Ali İsmail’in imzasını atalım.” “Bu da ambalaj olur abi, bu da paket, yapmayalım” demiştim. Ondan da utanmıştık. 


Şimdi siz ey utanmazlar, ne yüzle ne hakla, halkı sahtekârlığa ve riyakârlığa sevk ediyorsunuz, Gezi Şiir Ödülü düzenliyorsunuz, yanınıza bırakacağımızı mı sanıyorsunuz? Biz yazdıysak da çok sonra, utana sıkıla yazdık, sakladık. Ama sizin, pespaye şiir ve gezi anlayışınızla genç şiirimizi zehirlemenize izin vermeyeceğiz. Şiir yarışması başlı başına bir tartışma konusuyken, Gezi ile ilgili bir şiir yarışması yapmak kepazeliğin daniskasıdır. Şimdiye kadar yeterince kendinizi rezil ettiniz. Yaşınızı başınızı almış insanlarsınız, bize saygısızlık yaptırmayın. Gezi’ye etiketsiz, paketsiz, ambalajsız, reklamsız, jürisiz şiirler yazıldıysa yazıldı, yakıldıysa yakıldı. Unutmayın, gözüne isabet eden gaz fişeğiyle bir gözünü kaybeden Sepehr Vahabi’nin “Gözü Üzerimizde”. #gözüüzerimizde

14 Kasım 2013 Perşembe

Biricik ve Mülkiyeti - Max Stirner

Max Stirner hakikati arama yolunu hakikat olarak sunanlardan. Aklı kalbi geniş bir adam. 170 yıldan sonra çevrilen Biricik ve Mülkiyeti bundan örneklerle dolu. Sen bi orospuçocuğusun Şıteynı.



5 Ekim 2013 Cumartesi

05.10.2013 tarihli Genelev Ziyareti-1


Rüşdü ve Ozan’a abi kerhaneye gidelim mi, Karaköy’e? dedim, hemen kabul ettiler hızlı hızlı ilerledik. Ben Narmanlı Han’ın girişindeki iddia bayisinden kupon yaptım. Beşiktaş alacak, Konya-Erciyes berabere ve Dortmund-Münih üst. Yüksek kaldırımdan aşağı süzüldük. Kıyafetlerimiz kerhaneye gitmek için uygun değildi. Mesela Rüşdü renkli pantolon giymişti, kafasında fötr ve sırtında bez çanta. Kerhaneyi paralı aşk için değil, şekil olsun diye ziyaret ettiğimiz anlaşılabilirdi. Bu anlayış hem halkı hem aşk işçilerini hem de güvenliği rahatsız eder. Abi şu adamı durdurun giysilerini kiralayalım dedim, kumaş pantolon, kundura sivri burun ayakkabı, gömlek ve ceket. Şaka şaka. Eski adı Zürafa olan Alageyik sokağa girdik.  Kapıya yanaştık, kapıda bir adet vücut araması yapan güvenlik görevlisi ve öten alet var. Rüşdü öttü. Sonra ben öttüm. Güvenlik emir verir gibi bana elini cebinden çıkart dedi. Metal eşya var. Sen kime emir veriyosun ya dedim sen kimsin! Elinizi çıkartır mısınız diyceksin der demez Rüşdü atladı, sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun, çıkarim mi kimliği? dedi. Herifler zaten bizden kıllanmış, ya böyle intihar teşebbüsü olur mu ya? Katillerimiz pezevenk olacaktı. Yani bizi öldürdükleri için pezevenk unvanı almak değil, zaten pezevenkler bi de bizim katillerimiz olacaklardı. Korktum ama susmadım çünkü aramızda masum var: Ozan. Çantayla giremezsiniz diyince Rüşdü ben girmiyorum dedi. Ben de Ozan ile girdim. 

Sokak gibi. İki sokak var Y şeklinde. Sağ sokaktan ilerledik içerde 50 erkek var. Bi şeylere bakıyorlar. Aynı tip giyinmişler. Daha evvel kerhaneye gitmediyseniz bu giyiniş biçimini tahayyül edemezsiniz. Sokağın sağındaki 2-3 katlı apartman gibi şeyin kapısında duran iki kadından biri bıyıklı bakar mısın dedi. Baktım. Çıplaktı. Üzerinde bikini vardı. Allah Allah dedim burası plaj mı? Yanlış mı geldik Ozan ne oluyor. Efendim dedim. Dudaklarından öpebilir miyim dedi. O an mühimullah bir hakikatin çarptırıldığını anladım. Hani aşk işçileri dudaktan öptürmezlerdi. Böyle anlatılırdı. Bunu haykırmak istedim ama korkmuştum. İlerleyelim bebeğim, dönüşte öpüşürüz dedim. Bekliyorum dedi. İlerledik bu kez sokağın sol tarafında bir kadın hey sakallı dedi Ozan’a. Yaklaşsana. Ozan yaklaşmadı. Zaten korkuyoruz. Buraya neden geldiğimiz anlaşılacak diye. İlerledik. Ve sol tarafta kediler için dökülmüş kedi mamasına 20-25 tane kumrunun konduğunu, otladığını gördük. Kerhane kumruları, kerhane kedileri. O an İstanbul’da olduğumu, şiir diye bir şeyin olduğunu anladım. Devamı yarın. 

24 Temmuz 2013 Çarşamba

#atillaçapraznerde



Sokakta yaşayan ve duvarlara birkaç kelimelik şiirler yazmasıyla tanınan Atilla Çapraz, önceki gün (23 Temmuz, Salı günü) Yapı Kredi Bankası’nın Kadıköy şubesinin duvarına yazı yazdığı sırada polisler tarafından zor kullanarak götürüldü. Götürülme ânı video kaydına alınan Çapraz’dan o andan bu yana haber alınamıyor.

1961 Kastamonu doğumlu olup 1985’ten beri İstanbul’da yaşayan Atilla Çapraz, duvarlara yazdığı ilgi çekici yazılarıyla tanınıyordu. Önceki gün Yapı Kredi Bankası’nın Kadıköy İskele şubesinin duvarına yazılama yapmak isterken polislerin sert müdahalesiyle zorla götürüldü. Götürülme ânına ait bir de video kaydı bulunan Atilla Çapraz hakkında, avukatların ve gazetecilerin sorularına polisler ‘bilgimiz yok’ cevabı veriyorlar. Yasalara göre polisin gözaltına aldığı kişi hakkında tutanak tutması gerekirken, Atilla Çapraz hakkında bir kayıt bulunmaması, yasa dışı bir işlem yapıldığı yönündeki şüpheleri arttırıyor. Öte yandan, Çapraz’ı götüren 92156 nolu polis otosunun o saatlerde Levent’te olduğunu söyleyen polislerin yanlış bilgi verdiği de olay ânına ait videoyla ortaya çıkıyor:

Atilla Çapraz’ın sıkça uğradığı semtlerin esnafı da olayın yaşandığı saatten bu yana kendisini görmediklerini söylüyorlar. Polis tarafından götürülmesinden beri haber alınamayan Atilla Çapraz hakkında polisten şu sorulara cevap vermesini istiyoruz?

1) Atilla Çapraz olay yerinden alındıktan sonra nereye götürülmüştür?
2) Götürüldüğü yerde hangi işlemler yapılmıştır?
3) Bir gözaltı işlemi olduğu halde yasal kaydı neden yoktur?
4) Yanlış bilgi verilerek hangi bilgi gizlenmeye çalışılmaktadır?


26 Haziran 2013 Çarşamba

#kitaplarnerede

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANLIĞINA
                                                                              27.06.2013

15.06.2013 tarihinde saat 19.45 civarında Taksim Gezi Parkı’nda arkadaşlarla oturmuş sohbet ediyorken, kimliği belirsiz kişiler tarafından gaz bombalı ve plastik mermili saldırıya maruz kaldım. Nefes almakta güçlük çekince canımı kurtarmak için parkın dışına kaçtım. Gezi Parkı’nda bulunmamın nedeni Gezi Parkı’nda kurulan kütüphanede kitap değiş tokuşu yapmam idi. İş bu halde 4982 Sayılı Bilgi Edinme Kanunu gereğince aşağıdaki sorulara cevap verilmesini saygılarımla arz ederim.

1- Kimliği belirsiz kişilerce yapılan saldırının ardından Büyükşehir Belediyenize ait kepçe ve kamyonların parka giriş yaptığı ve park içinde özel mülkiyete tabi eşyaları yağmaladığı gözlemlenmiştir. Bu doğru mudur? Doğru ise parkta şahsıma ait 1 adet Oğuz Atay’ın Eylembilim adlı romanına ne olmuştur?

2- Bana ait bir adet kitabın yanı sıra, parktaki kütüphanede bulunan yaklaşık 2.000 kitap ve derginin akıbeti ne olmuştur. Özel mülke ait bu kitaplar hakkında bir kamulaştırma kararı var mıdır? Cumhuriyet Savcılığı tarafından tarafınıza ulaştırılan bir arama ve el koyma kararı var mıdır. Yine Hakim tarafından hükmedilen ve Cumhuriyet Savcısı tarafından tarafınıza bildirilen bir müsadere kararı var mıdır?

Bilgi isteyen: Cihat Duman
Adres:
Telefon:
TC Kimlik No:


Arkadaşlar, gezi kütüphanesinde kurulan kütüphanede çöpe atıldığı iddia edilen kitapların akıbetini öğrenmek isteyenler, dilekçeyi kendilerine uyarlasın ve İBB'ye yazılı başvursun. Başvuru yaparken evrak kayıt numarasını bi yere kayıt etsin. Sonra hesap sorsun. Sevgiler. Şu adresten e-başvuru da var: http://application2.ibb.gov.tr/forms/bilgiedinme/

20 Haziran 2013 Perşembe

Yürüyen Çıplak Adam


Bu günlüğü neden tuttuğumu bilmiyorum. Başına gelen hadiseleri unutmaya çalışan bir insan olarak bu iş çok yorucu. Ama gelecekte bunu okuyanlar için eğer bir ibret olacaksa… Aslında buna günlük denemez. Bu metni 13 Haziran 2013 günü 00.08’de yazmaya başladım. Çünkü geçmiş günlerde yazacak zamanım ve motivasyonum yoktu. Olaylar evimin çok yanında cereyan ediyordu ve buna elbette diğer insanlardan daha fazla tepki veriyordum. Vicdanım beni evde tutamıyordu. %50’imi bile evde tutsam belki daha az acı çekecektim. Fakat beraber çay içtiğim, her zaman caddede gördüğüm geleceksiz, plansız, partisiz insanların iktidar tarafından telef edilmeye çalışılmasını sindiremedim. Umumiyetle meydanda olmaya çalıştım. Bir nefes de ben gaz solursam, diğer insanların daha az boğulacağını düşündüm. Twitter’dan anlık düşüncelerimi sürekli belirttim. Olayın sosyolojik boyutundan çok psikolojik boyutu beni ilgilendiriyordu. Olay bir karı koca ilişkisi ya da Freudcu komplekslerle anlatılabilirdi. Roboski’yi kürtaj ile, Reyhanlı’yı alkol ile kapamak bu ikisi arasında da sürekli insan bedenine ait dokunulmaz şeylere dokunmaya çalışmak, halkta bir enerji birikmesine yol açmıştı. Eve neden geç geldin, o kadın kim, o adam sana niye SMS attı, çocuğu okuldan kim alacak, babama neden saygısızlık ettin, annem hasta ve bizde kalması gerekiyor türünden bir savaşın bir karı koca muharebesinin temsiliydi. Biriken eş diğer eşi ya öldürür ya da boşar. Başka açıdan bakacak olursak özgürlüğü ana, Tayyip’i baba yerine koyup hadım edilmekten korkan neslin babayı öldürmeye çalışmasıydı. Benlik işgal altındaydı ve polisin maksadı aşan müdahalelerine gençler mizahla ve pasif direnişle mukabele ediyordu. Kimse silah çekmedi. Fakat refleksler görevdeydi. Gazı soluyan ve solunum sitemi çöken genç küfrediyordu. O yetmezse dükkânların kepenklerine vuruyordu. O da yetmezse taş atıyordu. Fakat taşlar yetişmiyor ve hiçbir polis bu taşlardan yaralanmıyordu. Belki yararlanıyordu diyebiliriz. (Devamı Natama'da)

17 Mayıs 2013 Cuma

Münacat


yaz getirildiğinde
vantilatörler çalıştırıldığında
elektrik faturaları sol tarafımızdan verildiğinde
senin şeytanı yaratma gereği duyman
şeytanı bir gül pıhtısından yaratman
şeytanı diri tutarak onu şımartman aklıma takıldığında
hiç doğmamış olsam da
bu mektubu sana yazardım

sevgili hiç doğmamış olmak
açan çiçekler
cam fabrikası
müstehcen maneviyat
kan testim pozitif geldiğinde
onun gözlerine baktığımda
kasaplar et kestiğinde
işsiz bir astronot
alış veriş merkezinde palyaçoluğa başladığında
şeytana verdiğin kredi aklıma gelir

sevgili işsiz astronot
mikroplar kalpte çoğaltıldığında
bazı insanlar azar azar can verdiğinde
bazı insanlar azar azar delirdiğinde
kanamak bu yaz erkeklere bırakıldığında
kadınlar izinlidir

yalnız kalmamak zorunda olmak
devlet eli ile işlendiğinde
o bana çok sevdirildiğinde
onu kendi leşime uyarladığımda
kafa kemiği parçalanıp beyinlerimizden
biberona kan dolana kadar
kafaları birbirine çarptığımız
ötenazi şeklidir

sevgili allah
onu affedeceksen
beni affetme


Cihat Duman

14 Mayıs 2013 Salı

Karaköy Geçilmez


Karaköy sahil. Kendisinde durduğumuzda, Topkapı Sarayı’nı, Sultanahmet’i, Ayasofya’yı, Eminönü’nü, Haydarpaşa’yı, Kız Kulesi’ni, suyu ütüleyen vapurları, tekneleri kısaca bütün İstanbul’u bize gösteren/öğreten bir mekân. Kendisi çok güzel ve kalabalık olmayabilir ama gösterdiği yerler enfes/kusursuz. Balık tut’kunlarının güzide mekânı. Hırsız kedilerin günah evi. Kadıköy iskelesinin komşusu. Ben çok severim Karaköy sahili. Manzaraya bakarım, balıkçıların konuşmalarını dinlerin, kışın ısınır, yazın serinlerim Karaköy’de. Zaten hepi topu 5-6 tane bank var sahilde. Boş bulduğuma oturur ve görüntü emerim. Ki oraya gelen tipler de hep kafa dengi tiplerdir. Birbirimizle hiç konuşmayız. Orada dışarıya ses verilmez. Dışarıdan ses alınır. Hemen arkada yeşil bir alan vardır. Park gibi. Aileler gelir. Çocukları olur. Çocuk da görebiliriz.

OTOPARK YAPTILAR

Birkaç zamandır Karaköy sahilde bir araç bolluğu var. Oturacak, denize bakacak yer bulamıyoruz. Önceleri orada yapılan bir inşaata verdim durumu. İnşaat malzemeleri getiriliyor olabilir dedik. Fakat bugün her şey açığa çıktı. Karaköy sahilde yapılan inşaat otopark inşaatıymış. İSPARK, insanların dinlenme yeri olarak ayrılan parkın devamı niteliğindeki Karaköy sahili şeridini boydan boya işgal etmiş. 

Buradan iktidara sesleniyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş’a ve Türkiye A.Ş. Genel Müdürü Recep Tayyip Erdoğan’a… Sizde hiç vicdan, merhamet yok. Siz bülbülü eti için öldürürsünüz. Siz İstanbul’un gözde turistik beldesi olan Karaköy sahilden de 3-5 kuruş rant kazanmak için halkın şerefini satarsınız. Değer miydi? Bu görüntü kirliliğine değer miydi? 




5 Mayıs 2013 Pazar

Murat Üstübal


Murat ÜSTÜBAL
İSTİKLAL CADDESİ GAZİSİ CİHAT DUMAN’DAN ‘KIZKARDEŞLEŞMEK’

 Cihat Duman ilk kitabı “Ya da Pişman Değilim”i yayınladığında herkes kitaptaki ironinin ölçüsü konusunda tedirgin olduğu kadar şüpheciydi. Acaba Duman bunu hangi ölçülerde devam ettirebilirdi endişesi yaygın kanılardan biriydi. İlk kitabın sergilediği performans elbette sadece ironik değildi, genel dil normlarından hafif kaçışlarla ama elbette kendisine bir mesele edinişiyle birlikte kitap geniş kesimlerle kabul gördü. Kitabı daha yakından inceleyenlerin temkinliliği bitmediği gibi kalıcılığı konusundaki tartışmalar gizliden gizliye, içten içe devam etti. Tüm bunlar bir kitabın kalıcılığı için yeterli miydi? Oğuzhan Akay’ın “Ürk Şiirleri” deneyi de benzer bir yoldan geçip ironinin ve dil oyunlarının elinde parodileşmemiş miydi? “Ürk Şiirleri” deneyimini bilenler “Ya da Pişman Değilim” e de temkinli yaklaşmakta haklıydılar elbette. Sanırım gözden kaçırılan noktalardan biri, Cihat Duman’ın meselesini dramın somutluğunda kurmasının getirdiği çıplak gerçeklik olmuştur. Her ne kadar bu ilk kitapta bariz bir şekilde görülemese de elimizdeki bu ikinci kitap “kızkardeşleşmek”, öteki’nin deneyimlerine gösterdiği hassasiyetle, ironik sicilli yapıtlar arasında kendine sahici bir yer edinmesini bildi. Dahası, “Ürk Şiirleri” dahil Ah Muhsin Ünlü’nün “Gidiyorum Bu” ve Murat Menteş’in “Garanti Karantina” gibi kitapları arasında itiş kakışı sert geçmeyen bir yer oldu bu. Çünkü Duman’ın baştan beri sokaktakinin ve ötekileşenin şairi olduğunu hatırlatan dizeleriyle ‘travmatik gerçekçilik’e kapı araladığını söylemek güç olmayacaktır. İşin en ilginç yanı, şairin ötekini dillendirdiği noktada saf tutarak sathı kuvvetlendirmeyi tercih etmeyip, açık alanda hareketli satıhlarda diğer ‘başkalık’ların izini sürerek onların açmazlarıyla ilgileniyor olması, şairin ideolojik taraf olmasını da engelledi şimdiye dek. Bu meseleyi biraz açmamızda fayda var; şairlerin hem ideolojik taraf olmamakla hem de görececi kalmakla suçlandıkları günümüz şiirinde bunun anlamı nedir?

    Duman şiiri gerçekliğin temsil krizi yaşadığı noktada kuruluyor. Temsil krizinin ortaya çıkışı nasıl diyalektik gereğiyse Duman da kent hayatının akışkanlığı içinde yakalıyor kavramsal donmayı. Şair tıpkı Baudelaire’in pasajları mesken tutması gibi metropolün en yoğun, hareketli ve çeşitlilik arz eden mekânı olan İstiklal Caddesi’ni mesken bellemiş. Bu da çelişkinin ve katılaşmanın çabuk fark edilip tepki koyulmasını hızlandırıyor. Duman şiirini bu ‘hız’ durumu içinde değerlendirmek gerekir.  Bu hız karşılığını kitabın başlığından içeriğine kadar eylemsellik ve yoğun fiil kurgusuyla buluyor. Öyle ki kitabın başlığı bile sonradan oluşturulmuş bir fiilimsi: ‘kızkardeşleşmek’. Hatta kitabın ilk şiiri başlı başına eylemlerden kurulu: ‘Adamın Biri Sanki Roman Karakteri Değilmiş Gibi Çay Ocağına Oturdu’. Ve bu ilk şiirle birlikte kendi ötekilik politikasını ortaya koyuyor ilk dizesiyle: ‘konumuz başkasızlık’ diye başlayarak. İkinci dizedeki Duman şiirlerinde etkin bir şekilde görülen cinsel vurgu eylem haline dönüşerek: ‘gel oturalım kucağıma bişeyler ayıplayalım’ der demez kurulan tuzağı da anıştırır. Öteki üzerindeki emelleri hareketli bir zeminde karşılar. Zaten üçüncü dizedeki: ‘yürümesi rica olunan düşünür kimdi söyle bakayım’ deyişi hareket olgusunu teorik ve pratik algıladığını, daha doğrusu yaşamın akışkanlığında değer kazanan bir praxisin dinamiğinde algıladığını düşündürüyor.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Dün Gece Attığın Tüm Tivitleyi Okudum



kedileyin ciğeyi vay miyav
kasaplay gözaçık uyuyo diye
kedileyin gözleyi aç
ben munday olduysam bu şiiye ulaşabildiğim halde
kediley ne giysin en çok biy kadın olamadıklayı için
alıp onlayı öpüyoyum kalp nakli yapay gibi
binleyce kişi üzülüyoyuz
allah da bizle biylikte üzülüyo
belgeselley, kuyban bayyamlayı, izlenmemiş filmley
bi tane daha içsek kepaze oluyuzlay
açılın ben doktoyum ve filistin halkı yalnız değildiy
yaşasın 1 mayıs kahyolsun 2 mayıs ve diğey mayıs günleyi
biz ol deyiz ve seveyiz olmayanlayı

bu neyin yalnızlığı
bıçağın devlete dayanmasının mı
bıçak dayanaklıdıy çün aykasında halk vay
fakat beybeyde kesim sıyası bekleyken posta okuyan
ağzımdan diş kusuyoydum
yani yüksekten atlayan biy insan yeyle daha seyt öpüşsün diye
bulduğu tüm taşlayı yiyoy 
canım yaa, yeyim seni

sonya mutlulukla ilgili biy akyep aktı
seyt, yapışkan, kokulu, inlemeye ayaylı, tıynak, et, kan, değişik, nefes
ünlüleyin gittiği tayikatlayda ünlü başına 100 süz düşeyken
gel hele gel, bıyakın gelsin
yazık lan
çok yazık
canlılay geliyoy ve kaçmak yoksuz
duyup 1 kilo ağlayacağım
öpüleyek yontulmuş biy heykelin iç dişleyinden
iç dişleyinden biy heykelin geliyo kaçmak yoksuz
bıyakın gelsin
onda
benim etimden yayatılmış biy mutsuzluk vay


Cihat Duman, Ücra Dergisi, Aralık 2012

14 Nisan 2013 Pazar

Tavuk Döner, Bilinçte Yarım Ekmeklere yol açar mı?




Adamın biri bir darı tanesi olduğuna inanıyormuş. 
Akıl hastanesine götürmüşler. 
Doktorlar da ellerinden geleni yapıp en nihayet onun darı değil de insan olduğuna ikna etmişler. Ama adam hastaneden adımını dışarı atar atmaz, 
çok tedirgin bir vaziyette geri dönmüş, dışarıda bir tavuk olduğunu ve kendisini yiyeceğinden korktuğunu söylemiş.
“İyi de güzel kardeşim” demiş doktoru, “sen darı tanesi değilsin ki insansın, sen de gayet iyi biliyorsun.”
“Ben biliyorum bilmesine de,” diye cevap vermiş hasta, 
“tavuk biliyor mu bakalım?”

1 Nisan 2013 Pazartesi

Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur


32. İstanbul Film Festivali başladı. İlk etkilendiğim film Jeon Kyo-hwan'ın Yük (Weight) adlı filmi oldu. Jung, terzilikle geçimini sağlayan bir ailede yetişen ve hayatını morg görevlisi olarak kazanan kambur bir vatandaş. Çirkin. Yalnız. Ölü yıkıyor. Mariyuana içiyor. Aseksüel. Resim yapıyor. Ölüleri yıkıyor. Ölülerden para kazanıyor. Rüşvet alıyor. Ölülerden akmaya devam etmekte olan kanı beze topluyor. Bezi sıkıyor. Bezi sıkınca bezden kan akıyor. Kova kan doluyor. Tekrar ölüye sürüyor bezi. Ölü tertemizleniyor. Tabuta çivi çakıyor. Bükük neşe taşıyor. Çaydanlıktan su içiyor. Çaydanlıktan su içiyor. Çaydanlıktan ağzına su boşaltıyor çünkü kambur ve suyu bizim gibi içemiyor. Gassalın kardeşi ise dişi bir hermafrodit. Mutsuz, organını kestirip tam bir kadın olmak istiyor. Anne var. Buna izin vermiyor. Anne terzi, anne baskın, anne faşist. Anne sevilmiyor. Kardeşler ise zaten çoktan kızkardeşleşmişler. Yardımlaşıyorlar, dertleşiyorlar. Benimle intihar eder misin Jung, bedenlerimize baksana, belki daha iyi bedenlerde dünyaya geliriz. Diyor kardeş, morgda, Jung'a. Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur. Ece Ayhan'ın iyi şiiri.

Sırtını bacaya dayamış gece görevlisi bir ölü
yıkayıcısının yorgunluğu artıyor

Bilir misiniz kendisi yeryüzünden yanadır hayatta


Jeon Kyo-hwan çok zeki, çok kurnaz, çok piç bir adam. İşi biliyor. Ece Ayhan okuyup film çekiyor. Bedenindne dolayı bükük neşe ile yaşayan bu insanları kadraja aldığı neslerle anlatmaya çalışıyor. Nesne fetişliği yapıyor. Maddenin görünüşüyle manayı bükmeye hevesleniyor. Kırmızı televizyon, çaydanlık, bisiklet, dikiş makinesi, kirli lavabo... Nesneyi özenle çekiyor. Bedenin hıncını almaya çalışıyor, zorla alıyor. Ölüye mermi sıkmak, ölüye tecavüz, tabancadan çıkan kelebeklerle karşılanıyor. Festivalde iki kez daha gösterilecek film.  

21 Mart 2013 Perşembe

21 Mart 2013 Dünya Şiir Günü Bildirisi




Eşeğe binmediği halde eşeğe binmeyi hayal etmemişlerin şiiri şirktir.
Şiir kelimelerle yazılmaz. Kelime tesadüftür. Sıkça uğranılan bir tesadüf.
Şair tuvalete gitmez. Tuvaletinin gelmesini bekler. Gelince gider.
Şair twitterda kendini övenleri RT etmekle mükelleftir. Bu bir vergi biçimidir.
Şair, dergi okuyucusundan küçüktür. Dergi okuyucusu adamdır. Adam.
Şair şu an saçlarıyla oynamaktadır. Başka yerleriyle de oynayabilir.
Şiir andır. Anda haklı olanı savunana şair denir. Geçmiş ve gelecek haramdır.
Şair, okuyucusuyla karşılaşınca annesine yakalanmış gibi kızarır.

Seninle bir çay içip dertleşelim midir?  

11 Mart 2013 Pazartesi

Jîn, insan özgürlüğü ile ilgili bir film.


Bi dava dilekçesi yazacaktım. Günümü dava dilekçesine bağışlamıştım. Ama içimde bir kaç kelime var. Onları paylaşmadan edemeyeceğim. Bugün bir grup arkadaş Reha Erdem'in Jin Filmi'nin basın gösterimine gittik. 5-10 dakka bu yazı ile uğraşıp işime döneceğim. Jin'in meselesi Kürdistan meselesi değil bir kere. Bunu götümüzden uydurmayalım. Olaya Kürdistan paradigmasından bakacak olursak film zaten çok kötü. Ha, bu filmin kötü olması diğer Kürdistan konulu filmlerin iyi olduğu anlamına gelmez. İzleyebildiğim kadarıyla bütün Kürdistan filmleri maddiyat ya da estetik yetersizlikler yüzünden başarısız. Kürdistan filmi çeken Kürt kendini acındırmadan derdini anlatamıyor, neyse! Reha Erdem'in Jin'inde asıl mesele kadın meselesi de değil. Olaya bakalım. Dağdan sıkılan 17 yaşındaki çocuk bir gerilla şehre inmek istiyor. Şehirde anne var. Anne özlenmiş. Fakat şehre inemiyor. İnme çabaları boşa çıkıyor. Kadınçocuk'un, dağda kolonyalist T.C. ile yaptığı savaş, ovada devam ediyor. Etine göz dikiliyor, emeği sömürülüyor, kimliksiz olduğu için aşağılanıyor. Nihayetinde dağdan inmek, imkansızlaştırılıyor. Bu filmde asıl mesele özgürlük meselesidir. Gerillanın özgürlüğü, askerin özgürlüğüne eşittir. Dikkat ederseniz filmde çobanın sürüsündeki hayvanlara dikkat etmiyoruz. İlgimizi çeken hayvanlar, sahibinden kaçmış yük eşeği, geyik, ayı, vs. Özgür hayvanlar. Ortada bir gerçek var: gerçek, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Rejimi'nin, sınırları içindeki diğer halkları aşağıladığı, asimile ettiği ve sömürdüğü gerçeğidir. Bu mahvetme politikasından en çok etkilenen, kendilerini güvenlerini kaybeden çoğunluk Kürtlerdir. Kürtler, son kalkışmayla Kürdistan üzerindeki haklarını savunmuş, bir çok hakkını kazanmıştır. Dikkat edilirse bu savaş bizi bir özgürlük problemine götürmektedir. 2013 yılında gençler, ellerinde silah, soğuk havada, dağ başında birbirine girmektedirler. Vazgeçen, ihanet etmiş sayılır, ihanet eden ölür. Her iki taraf için de konuşuyorum. Ben şu an bilgisayarımın başında oturup bir yandan Twitter'a bakarak bu yazıyı yazma özgürlüğüne sahibim. Birazdan çıkıp tur atacağım. Sahte de olsa bir özgürlüğüm var. Ama ezilenin, askere alınanın, gerillaya kaçanın, 8-5 mesai yapanın, evli olanın özgürlüğü yok. Hele ateş bölgesinde hiç yok. Anladığım kadarıyla Reha Erdem bunu anlatmaya çalışmış. Tabii kendi diskoğrafisine ihanet etmeden. Az önce söylediğim gerçekler ise filmle filan aktarılamaz. Ezilen eyleme gider, dağa çıkar, isyan eder, örgüt kurar. Ezilenin kurmaca ile işi olmaz. Yani PKK'nin vizyon ve misyonu, kampa gidilip birebir çekilecek görüntülerle aktarılır insana. Kurmaca ile değil. 

Gelelim film ile ilgili düşüncelerime. Bu film Reha Erdem'in Kozmos'tan sonra bir duraklama devrine girdiğini gösteriyor. Yani Reha Erdem, sinemasına yeni bir şey eklememiş. PKK örgütü üyesi bir kadın üzerinden özgürlükle ilgili film çekmesi takdire şayan. Cesaret isteyen bir iş. geri kalan bütün ayrıntılar bizi, Reha Erdem ile ilgili daha evvel yazılmış yazılara, varılmış yargılara götürüyor. Ama kızın mavi yeleği çok güzel.  

1 Mart 2013 Cuma

Ben Şair Değil miyim?

Ben İnsan Değil miyim by Ibrahim Tatlises on Grooveshark
ben şair değil miyim
ben reyiz değil miyim
egom
aleme beni sen attın
şiir yazdırdın, hayran arattın
madem unutacaktın
beni neden yarattın

ben de meşhur olmak istemez miydim
şu yalancı dünyada
yüce adalet böyle olur mu
ego, piçini hiç unutur mu

ben de gülmek isterim
ben de sevmek isterim

önce ne verdin sonra ne aldın
okur peşinden neden ağlattın
beni sen okurlara
oyuncak mı yarattın



25 Şubat 2013 Pazartesi

Kelebeğin Rüyası


Şiirim ilk kez Varlık Dergisi'nde yayımlandığında, gençken, Mephisto'da görmüştüm. İlk kez şiir yayımlıyordum. 2006 olması gerekiyor. O şiiri sonra kitaplarıma almadım. Cadde boyu sevinçle koşmuştum. Tasdik edilmiştim. Param olmadığı için dergiyi satın alamamıştım. Ev arkadaşım sonra dergiyi alıp hediye etmişti. Platonik aşkına para karşılığı şiir yazdığım ev arkadaşım. Şimdi savcı. Ara sıra telefon açıp beni aşağılıyor. Yılmaz Erdoğan'ın filmi Kelebeğin Rüyası'nda böyle bir sahne var. Sene 1941. Rüşdü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun şiirleri yayımlanmıyor. Parasızlar. Veremler. Aynı kıza aaşıklar. Sonra bir gün ikisinin de şiirleri çıkıyor Varlık'ta. Seviniyorlar. Veremi bile unutuyorlar. Aşkı unutuyorlar. O sırada, arka koltukta oturan çiftin kadın olanından ses geliyor: Nooluyo yani, şiiri çıkınca para mı veriyorlar? Ben ağladım sinemada. Film çok güzel diye değil. Aynı sahne Semih Kaplanoğlu'nun Süt filminde vardı. Yusuf, şiiri çıktığı için sevinçten koşuyordu. Sevinçten koşmak. Şiir böyle bir şey: Sevinçten Koşmak.  

12 Şubat 2013 Salı

20 Kuruşluk Gözler


Markete girdim. Aynen böyle, bir durum öyküsüne girer gibi. Kasiyer var. kasiyere 3 gün öncesinden 20 kuruş borcum var. kasiyer bana bakmıyor. Patates. Kasiyer benim orda olduğumu biliyor. Gofret. Salatalık turşusu. Kasiyere baktım. Kasiyerin 20 kuruşluk gözleri var. baksa her şey ortaya çıkacak. Market zinciri o 20 kuruşu ondan kesmiştir. Yumurta. Meyve suyu. Kasiyer bana hiç bakmadı. 20 kuruşluk gözlerini saklayacaktı ve sakladı. Bip. Bip. 17 lira. Benim size 20 kuruş borcum vardı. Önemli değil kalsın. Kasiyer benim eski sevgilime benziyor. Daha doğrusu 1598 tane eski sevgilim olduğu için bütün kadınlar mutlaka eski bi sevgilime benziyor. Önemli değil kalsın. Yok ben rahat etmem buyrun. Hatırlamıyor numarası bile yapmadı. Beni tanıdı. 20 kuruş aklına geldi. Bana bakmadı. Şimdi de unutmuş numarası yapmadı. Hayır kalsın dedi. Hediye etti. Safa yatmadı. Ödedim. Ben olsam unutmuş numarası yapardım. Keşke herkes ben olsaydı da rahat etseydim. 

16 Ocak 2013 Çarşamba

Bir Yeteneğin Yokoluşu Ya da Mehmet Müfit



Mehmet Müfit’in özgeçmişi, şiirini çözümleyebilmemiz adına bize bazı ipuçları sunuyor. İki kitap çıkardıktan sonra 1988’de “Para kazanmak için şiiri bırakmam gerekir, ikisi bir arada yürümüyor çünkü” deyip şiir âlemiyle ilişkisini kesiyor. Evlilik, çocuklar, Nişantaşı’nda antikacı dükkânı… Daha sonra bazı şair arkadaşlarının “yoğun çaba ve baskıları” sonucu yayımlanmamış üç kitabını da ekleyerek toplu şiirlerini basıyor. Müfit’in YKY’den çıkan Toplu Şiirleri’ni[i] bu arka plan üzerinden okuyabiliriz. Buradan, yani şiir ortamından çeyrek asırlar ayrı kalma rejiminden, içine düştüğü durumla acı acı dalga geçen bir Osman Konuk ile şiiri parçalı bir yapıya taşıyan Ahmet Güntan çıkar en fazla. Mehmet Müfit ya çok saf ya da gerçekten yıllardır kopuk olduğu güncel şiirden bu şekilde intikam almaya çalışıyor. Mehmet Müfit, hayat-şiir çatışmasında hayatı tercih etmiş ve kaybetmiştir. Çünkü 1986’da yayımlanan ikinci kitabı Tekkede Bahar ile ortalamanın üstünde, umut vadeden bir şiir yazmıştır. Bu kitaptan iki yıl sonra para kazanmaya karar verip şiirden ve şiir ortamından kopmuş. Fakat toplu şiirlerdeki son 3 kitaba baktığımızda Müfit’in sadece şiir ortamından değil, şiirden de ayrıldığını ve çok kötü metinler kaleme aldığını görüyoruz. Peki, nedir okuru Tekkede Bahar’ı sevmeye iten ve Tekkeden Bahar sonrası kitapları kötü yapan?
Müfit’in ilk kitabı İstanbul’un Ağır Sultanları 34 yaşında (1984) çıkıyor. Günahı olmayan, bir ilk kitap için iyi diyebileceğimiz bir kitap. “Bu kış sobayı kırmızıya boyadık” (s.32), “Doğduğum günün kokusunu merak ediyorum” (s.20) gibi kesin ve sert dizeler kurabileceğini anladıktan sonra kitabı güvenle okuyabiliyoruz:
annem  annem
o aptal arabesk var ya o
aptal olduğu kadar egzoz
egzoz olduğu kadar klaksın
kulaklarıma pamuk
pamuk dayanmıyor (s.41)

Müfit’in ikinci kitabı Tekkede Bahar, 36 yaşındayken çıkıyor. Çıktığı dönem itibariyle çağdaşlarının düzeyinde hatta kimi söyleyişleriyle onları aşan bir niteliğe sahip bu kitap. Şair bu kitabında bireysi şiirin olanaklarını sonuna kadar kullanmış.

çünkü ipeğin son durağında, açık kalmış
penceresi genelevin; bir kamyon
kadın üzerimize,
üzerimize bir
kamyon.
                    ta
                    ta
                    ta (s.53)

Tekkede Bahar kitabından yapmış olduğum bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere Müfit, Metin Eloğlu temalarıyla Orhan Veli söyleyişini güzel bir biçimde şiirine oturtmuştur. Bu anlamda tipik bir 80 kuşağı şairi gibi duruyor. Ve elbette 80 dönemi kaçış edebiyatının da bir temsilcisi. İşi serseriliğe, alkole, orospulara, çifte sarılmış kâğıtlara vuran ama arada da üstü kapalı biçimde işkencelerden, ölümlerden bahseden bir şiir. Tekkede Bahar’ın en ilginç kısmı ise kitabın ikinci bölümü olan Şairler Panayırı. Müfit bir öz farkındalık tekniği olarak şairleri sınıflandırıyor. Kafa Şairler, Uygunadım Şairler, Cici Şairler ve Amigo Şairler olarak 4 tür şair sınıfı belirliyor. Kafa Şairler, Müfit’e göre devrin en iyi şairlerini temsil ediyor. “Suyun başında oturan ve suyu çeviren” şairler olarak niteliyor kafa şairleri. “kuyumcudurlar/ yaratıcıdırlar/ ünlem işaretlerini, yaşadıklarınca alınlarına/ öldükten sonra mezar taşlarına/ kazımamız gerekir”. Uygunadım Şairler ise kafa şairlere yancılık yapan şairler olarak konumlandırılmış. Devrin kafa şairlerine yaranmak için onların masasına oturan tipler. “Yıkayıcıdırlar/ yağlayıcıdırlar” diyor Müfit, “gün gelir/ ki yıldızların titrediği gün/ uygunadım şairler/ edebiyat müzelerine defnedilir/ ama törensiz”. Günümüzde de en tehlikeli insan türü Uygunadım Şairler’dir. Baba’larına karşı zerre miktar Oidipus hıncı beslemezler. Çünkü bu hınç için azıcık da olsa bir şahsiyet taşımak gerekiyor. Özne, kendi bilincinde olmadan Baba’yı alt edemez. Hilmi Yavuz etrafında konumlanan bazı günümüz şairlerini bu kategoriye rahatça sokabiliriz. Müfit sadece Uygunadım Şairleri aşağılamıyor, aynı zamanda lirik ve slogancı şairleri de hafife alıyor. Lirik şairlere Cici Şairler, slogancı şairlere ise Amigo Şairler diyor. Cici Şairler şiirinden: “imge ise hiç. şunu iyi bilin ki kentin sürüngen sınıfı/ mahmurlukla yorgunluk arası, saatçiler yani/ şiir adına kızılcık sopalarıyla sizi bekliyor.” İkinci Yeni’nin Attila İlhan gibilere açtığı bir savaşın benzerini Müfit 80’lerde yapmış. Mesele, şiir ortamımızın ebedi ve ezeli meselesidir.
Müfit, Tekkede Bahar’da güncel olanı, sokak jargonunu kullanarak şiir okuruna sunmayı başarmış bir şair. Ayarında kullandığı satirle hem ortalama insanın acizliklerini, hem de ortalama şairin pespayeliklerini eleştirmiş. Okunabilir, okutulabilir bir şiir yazmış. Fakat toplu şiirlerinde karşımıza çıkan son 3 kitabı maalesef di’li geçmiş zaman kipiyle yazılmış birer günlük yazılarından ibaret. Evvela bu metinler birer hatıra metni. İkinci olarak bu metinler öykü bile değil. Kurmacadan çok uzak. Üçüncü olarak metinler çok hafif dereceli felsefi özellikler taşıyor. Orta yaşı geçmiş bir amcanın nostaljik sayıklamaları. Günümüzde bu biçimde yazan birçok emekli öğretmen var. Özellikle Müfit’in Kemalist yanını ortaya koyan bölümler ibret verici:

işte, bir Osmanlı paşası varmış, kahraman mı kahraman
mayıstan bir gün çıkınca Samsun’a
iki üç toplantı, üç beş yandaş ve
boğulurcasına Angora… (s.149)

Müfit, Toplu Şiirleri’nin son üç kitabında günümüz şiir okurunu, hatta günümüz okurunu ilgilendirmeyen manzumeler karalamış. Meselesiz, burjuva bir şiirin peşine düşmüş. Ya da peşine düşmek de demeyelim, yanlışlıkla bu tür bir anlatıma kaymış. Tekkede Bahar’dan böyle bir dereceye inme ancak kariyer planlarını tamamlamış bir özneden çıkabilirdi: Tıpkı Müfit’in özgeçmişine yazdığı gibi. Para mı Şiir mi?  İkisi de tedavül imkânı olan şeylerden. Müfit, şiir için bedel ödemeyenlerin, bedel ödeme riskini göze alamayanların düşeceği durumlar için çok iyi bir örnek. Genç şair tercihini yapmalı; şiiri bir metres gibi değil, bir kanser gibi de değil, basit bir cilt hastalığı gibi taşımasını bilmelidir.




[i] Mehmet Müfit, Herşey Dün Gibiydi, YKY, 2012, İstanbul



Cihat Duman, Hece Dergisi, Aralık 2012

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...