Bu Blogda Ara

2 Aralık 2012 Pazar

Şiir Meraklısı Bir Genel Ev Kadını


Not: Mikail Ş'den gelen elektronik postanın ekidir. 

3 AYLIK PERİYOTLA YAYIN HAYATINA BAŞLAYAN NATAMA’NIN İLK SAYISI ÇIKT


  
“Bir hayat memat dergisi” sloganıyla çıkan ve genel yayın yönetmeni Enis Akın olan Natama’nın yayın kurulunda Hayriye Ünal, Mehmet Öztek, Süreyyya Evren ve Cihat Duman bulunuyor.

“Bu ismi neden sevdiğimizi bilmeyen insanlar olarak bir araya geldik, belki bir sonraki sayının adı “m” olur eksikliğimizi bütünleriz kim bilir?” diyen Natama mensupları için edebiyat da dergi kadar bir hayat memat meselesi. Çıkış bildirisinde bu doğrultuda deniyor ki “Dünyaya inanan insanlar olarak yola çıkıyoruz. Dünya bu kadar boktan bir yer olmak zorunda değil, elbette dünyayı  değiştiremeyeceğiz. Ama deneyeceğiz, denemek engel olamadığımız bir duygu. Şen değiliz, fakat yasa mahkûm da değiliz. Henüz gerçekleşmemiş olan her ne varsa onun gerçekleşme ihtimalinden heyecan duyabildiğimiz için bir aradayız ve Natama’da yazıyoruz.”

Dergi; Bülent Usta’ya ait, muhalif edebiyatı savunan bir yazıyla açılıyor, kiçleşmeye karşı şiiri savunan Hayriye Ünal’ın yazısıyla devam ediyor.

Natama’nın ilk sayısına K-şiirler damgasını vuruyor. Enis Akın’ın gerekçe yazısında deniliyor ki: “Adına vatan dediği şey için ölmüş, öldürmüş, ölümle burun buruna gelmiş, getirilmiş ve işi bitince bütün travmalarıyla hiçbir destek olmadan kullanılmış bir kâğıt mendil gibi topluma, aramıza geri atılmış bir gençlikle, Türk veya Kürt, konuşmaya çalışmayan şiir budaladır.” Bu K-dürtüsüyle yazılmış şiirlerin şairleri; Özgür Göreçki, Kadir Yanaç, Davut Yücel, Nazmi Cihan Beken, Cihat Duman, Mehmet Öztek, Ali Aydemir, Melih Tuğtağ, Anita Sezgener, Mihrap Aydın, Fırat Demir, Süreyyya Evren, Mehmet Şah Erincik, Hayriye Ünal ve Enis Akın.
Süreyyya Evren’in “Türkiye Şiirinde Kürdistan Sorunsalının Yokluğu” yazısı ve Ercan Y. Yılmaz’ın Sivil Alfabe’sinden örnekler bu girişimi tamamlıyor.

Şairlerin yönettiği bir dergi olarak Natama öyküye de kapısını açık tutuyor. Çağnam Erkmen ve Ahmet Büke ilk sayının öykücüleri.

Burak Delier, Natama’ya kültür üreticisinin iktidarı tamamen karşısına almadan varlığını sürdürmek amacıyla başvurduğu otosansüre dair önemli bir yazıyla katılıyor. Delier, yazıda otosansürün bir direniş anlamına gelebilme olasılığını da tartışıyor.
Barış Acar’ın yazısı sanat tarihinin sanatı nasıl belirlediği ve dil ve gerçeklik aracılığıyla nasıl hegemonya altına aldığı üzerine. Yazı sanatın bağlamsal anlamını ve bağlamın önemini birçok örnekle ve kuramsal referansla ortaya koyuyor. Bu bağlama karşı avangardın aykırı rolü ve böylelikle o tarihin dışına çıkabilmesi de yazının öncelikli konuları arasında. Natama’da yer alan diğer yazılar Gül Abus Semerci, Ali Dündar, Davut Yücel ve Ali Kemal Yılmaz (Sevda Yılmaz)’a ait.

Ressam Zeliha Demirel’in kürtaj karşıtı sanatsal eylemini ve Natama için yaptığı açıklamalarını, Cihat Duman ve Gül Abus’un BaBa ZuLa’yla yaptığı kapsamlı söyleşi takip ediyor. Üçüncü Dünya’dan Aristo’ya, Hasan Sabbah’tan aşka, Mahzuni’ye, Neşet Ertaş’a hayatı boydan boya kat eden zengin bir söyleşi bu.

Bir ilke olarak savuşturma kitap tanıtımlarına yer vermeyen Natama’da alternatif işler olarak Özgür Göreçki’nin özgün tarzıyla ortaya çıkardığı “Mutlu At Yoktur” adlı at albümü ve Hasan Rua Demiroğlu’nun Hızlı Felsefesi yer alıyor.
Arjantinli sanat kollektifi Etcétera...'nın Şili, Dün Bugün kitabından parçaları Natama için Burak Delier seçti.

natamadergi@gmail.com                    
0 212 513 03 43

29 Kasım 2012 Perşembe

Godot'nun Düğünü


Oynanabilir. Fakat ortasında buluyorum kendimi. Acının tam ortasında. Düğün otobüsünün heterojen yapısı ve bozuk klima. Klimanın bozuk kısmı ile ikinci köprünün arızası kuzen çıkıyor. Baya bi dertleşiyorlar. Atlı bi film kadar, o kadar kısa ki tam 8,5 saat düşündürüyor. Topuklu ayakkabı ile çekilen halayın aslında Niçeci olduğu ortaya çıktı. Güngören’in karanlık sokaklarında seri katil peşinde koşan 7 arkadaş. Yakalasalar çocuğunun çok hasta olduğunu tebliğ edeceklerdi. Otobüs bitmez, sonsuza kadar azalır. Özellikle bedeninin değişik aksamları muazzam bir uyumla hareket etmeyen kişiler için bu azalma yavaş ve ağrılı bir yaşama sebep olur. İçimi bi tiyatroya kiralamıştım. Böyle gecelerde işe yarıyor. Gelin ve damat ve misafirler. Konuşmalar, müzikler, kostümler, koşan çocuklar, ayrılık parçaları eşliğinde dans eden evliler, Edip Cansever, disk jokey (özellikle disk jokeylerin part time olması) ve Çin Halk Cumhuriyeti. İçim kiralık diye en rahat benim. Fazla acısı olan da bana atıyor.

Marş dinamosunun motoru harekete geçirmesiyle benzin yanmaya başlar. Pistonlar karşılıklı gidip gelirler. Bu arada şarz dinamosu motor sayesinde aldığı elektrik enerjisini aküye pompalar. Akü daha sonra yanacak olan farların enerji kaynağıdır. Motor hareketi şaft yardımıyla dingile, oradan iki arka tekerleğe birden aktarılır. Şanzımanda hareketi çeşitli döngülere bölen vites, motordan gelen hareketi tekerleklere çeşitli hızlarda paylaştırır. Bunların hiçbiri eşit değildir. Hareketten ortaya çıkan yer değiştirme pastası otobüsteki tüm kişilere eşit dağıtılır ama. Dünya yüzeyinde, aynı otobüs içinde bulunanlar eşit şekilde yer değiştirirler. Muazzam bir yönetimin tüm özelliklerini taşır otobüs. Şoför, kendisi bir Ece Ayhan deliliği olarak yaşamıştı. Şu an sadece ölü. Ve şoför. Beyninin emir verme merkezi ile el ve ayakları arasında var olan binlerce sinir sürekli çalışıyor. Bu kablolar canlı kalabilsin diye dakikada 100 kez kıpırdayan kalp ve ciğeri var. Bu hareketin ortaya çıkardığı bir ısı var. Biyolojiyi zorluyoruz. Allah’ı zorluyoruz. Fakat bu sigara kokusu?

Ey ortamın buğulu sesine sahip kaslı. Emrediyor: Dans edin! Yoksa sizi müzikle gebertirim. Annenizi ağlatırım. İnceltilmiş şanzıman gürültüsüne benzeyen bir ritim çalıyor. Herkes dans ediyor. Bunun en çok bi teyzeyi yeşilletmesi ilgi çekiyor. Teyze etrafında toplanan kalabalık onun fotoğraflarını çekiyor. Çeşitli açıklamalar yapılıyor. Yerel gazete muhabiri oracıkta intihar ediyor. Midesinde ölü pasta parçaları buluyorlar. Pasta maketmiş. Her düğün aynı pasta kesiliyormuş. “Fakat bunun gerçek bi evliliğe ne gibi bi tesiri olabilir ki” dedi Filiz. Gözler Filiz’e çevrildi. Bi bardak su içmesine müsaade edildi. Çetin boşalan bardağın bisürü fotoğrafını çekti. Delillerin kararmasına izin verilmiyordu. Şuh bi kahkaha attı Zeynep. Hah ha ha. Şekerim dedi. Elbette pasta sahte olacak. Metin bu lafı idealar dünyasına bir gönderme olarak algıladığı için çok rahattı. Aristo ve Büyük İskender’in büyük aşklarını düşünüyordu. Bu düşünceye, dönüş yolunu en çok dert edinen Elif’in tek koltukta en uygun vaziyette yatma teknikleri eşlik etti. Vücudun kıvrılabilen yerlerinin ne kadar kıvrılabileceği, yatarken ağız suyu akıtmama teknikleri, kendi horlamanızı nasıl dinlersiniz kursları… Osman tüm bunlara utandı. Mütemadiyen utanıyordu. Utanma üzerine yaşıyordu. Beyninin diğer kısımları çalışmıyordu. Utanmakla ilgili bi sürü cinsel fıkra anlatabiliyordu. Çetin’in bu utancın fotoğrafını da çektiğini söyleyenler vardı. Ben görmemiştim.

Konuşma, asıl konuya girmemek için icat edilmiştir. Fakat bu asıl konu dediğiz şey de çok kaypaktır. Tam asıl konuyu buldum deyip içimizde tutarken, asıl konuya gelmemek için başka konuları konuşurken, asıl konu kaybolur. Asıl konuyu kaybettiğimizi anladığımız anda susma başlar. Çünkü başka bir düğüne doğru yola çıkan otobüsün ışıkları kapatılmıştır. 

*Başlık ve el yazması F.K.'ye aittir. 
**Zemin, Alenka Zupancic'in Komedi:Sonsuzun Fiziği adlı kitabının arka kapağı.


Cihat Duman

28 Kasım 2012 Çarşamba

Gökhan Yılmaz Pısalcılığı


Memlekette tedaviyi reddeden bir yazarçizer güruhu var. Acınası haldeler. Meseleleri birbirine karıştırıp kendilerini kepaze ediyorlar. Belli bir yaşın üstünde olan bu güruhun yazdıklarına itibar etmemeliyiz. Şimdi bu yığından bir örnek sergileyelim. İnternette dolaşırken rast geldiğim birkaç eleştiri artığını buraya alıyorum:


Metnin yazarı isim vermeden Gökhan Yılmaz’ı eleştirmiş. Onun karşısına da Birgül Oğuz, İlhan Durusel, Ahmet Büke, Bora Abdo, Şule Gürbüz’ü koymuş. Gökhan Yılmaz’ı yalnızlaştırmış. Üstelik Gökhan Yılmaz’ın ismini bile vermemiş. Ürkekçe ona söz cambazı demiş ve konuyu kapatmış. Ben Fişekçi’nin yazısında Gökhan Yılmaz’ı kastettiğini nerden anladım peki? Pek de zor olmadı. İyi kötü öykü okuyoruz. Bu sene çıkan öykü kitapları arasında “laf kalabalığı”, “söz cambazlığı” yapılan tek kitap vardı: Biraz Kuşlar Azıcık Allah. YKY’den çıkan bu Gökhan Yılmaz kitabı bükük neşe içeriyordu. Gerçekten de Fişekçi’nin tabiriyle içi laf cambazlıklarıyla doluydu.

Laf Cambazlığı Kötü müdür?

Laf cambazlığını kötülemeye başlayacaksak Beckett’tan yiyeceğimiz tekme/tokata hazır olalım derim. Laf cambazlığını evrene öğreten odur çünkü. Okuru bıktıracak derecede laf kalabalığı ve söz cambazlığı içerir kitapları. Bilen bilir, örnek vermeye gerek duymuyorum. Laf cambazlığının kötülüğü meselesinde sonuca ulaşmak için metin-yazar-okur ekseninde biraz düşünmek gerekiyor. Metin, bizlere bir şey taşıyabilir mi? Bir yazardan, okura sadece metin mi ulaşır. Örneğin Tehlikeli Oyunlar’ı okurken ağladığı yerleri işaretleyen ve orayı her okuduğunda ağlayan insanın gözyaşları Oğuz Atay’ın o kısmı yazarken ağladığı yaşlardan mı gelmektedir. Gözyaşı aktarılabilir mi? Gülüş aktarılabilir mi? Anlam akar mı? Bunların kesin bir cevabı yok. Bunların kesin bir cevabının olmaması bizi postyapısalcı bir merhamete sürüklüyor. Yapısalcılar doğruluğu metnin içinde ya da arkasında görürken postyapısalcılar okuyucu ile metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik olarak görmektedir. Okurun performansı tabi ki önemlidir. Çünkü günümüzde, okur, artık yazarokur ya da okuryazar olarak ikiye böldüğümüz özel kitlenin bir parçasıdır. Gökhan Yılmaz’ın öykülerini bu açıdan okuyorum. “İşte babam böyle kendi kendine konuşurken birden girdim içeri. At dölüsü gibi yatıyordu yatağında.” At ölüsü ve at dölü. Geliş ve gidiş. Bu gereksiz ve ebebiyata dahil söz oyunu bizi felsefi bir gerçeğe kaçırmaktadır. Atlar kirli bir sıvıdan gelir ve ölür. DÖL, içinde ÖL’üm barındıran bir kelime. Bu tipografi çok önemli işte. Okuru salt semantikle baş başa bırakırsan okur onu becerir. Okuru aynı zamanda sentaks, tipografi, biçimle de boğuşturmak gerekiyor.Ya daha yazıcaktım da Bilal geldi. Bilgisayarımı tamir edecek.  

Ece Ayhan Ölmedi, Kadıköy'de Yaşıyor


Fotoğraf: Murat, Gönderen: Çetin, 28.11.2012

27 Kasım 2012 Salı

kalkıp tavuklu bi patates yemeği yapayım


iyiyim iyi. öleceğimden korktuğum için yataktan kalkamıyorum. uyku iyi. günlük tutuyorum. 
ha bi de sadece pink floyd'un atom heart mother albümünü dinliyorum. gereksiz aramalarda bulunmayın. 

26 Kasım 2012 Pazartesi

Ciddi Bazlı Maskeler Tarihi


Ey ciddiyet senin için gülmekle dolu
Senin için kolu kesik çocuk gözleri
Bir şiire başlamanın en komik yolu
Benim için üzülme üzülürsen kısa kes
Bundan sonra ben sana Hamlet derim
                         Ahmed de diyebilirdim
                
kin tutar mıyım hiç annemle babamın
beni çalışırken ki çocukluğuna
müsvedde kalmanın tıbbi faydaları olmalı
birileri ortaksa bu suç içindir
gel de beni tanımla çizdiğim şiirlerden
suç olmasam devrik kalırdım elbet
ne olur bana ağlamak yapma ne olur
seni kıracağıma mısra
                                   kırarım hamlet

önce sana bir manita bulmak lazımdır
mümkünse intihardan hayayla dönmüş
kesin tereddüt kesileriyle hamlet
bakire, kumral, dövmesiz
bu ağlayış üçümüze yetmezken
evet---------evet tam o anda ben
üsküdar belde itinin havladığı yetkiyle
sizi düşman ilan ediyorumdur

fakülteden atıldın mı gerisi kolay
yeterli acıları yeter ki gülümse
karnın acıkırsa ben veririm karnımdan
alt dizleler ve üst dizeler
mm harfini aralıksız söylerken
sana ben bakarım ben bakarım ben

o atların ne kokar külotlu çorapları
hele biraz pembeyse ve değilse ayak
kokusu soyulurken bir portakal
çırılçıplak ölüyor çocuklar hamlet
onlar gebersin biz gülelim hamlet
onlar gebersin biz akım çalışalım

neyse bunlar ikimizi riyakâr yapar

üzgünüz
karizmatik bir günümüz olmadı
annelerimiz çirkin ve çok ciddi
erkeksiz kalmış kadınlar gibi
ağlayarak boşalırız birbirimize
tanrı kabul ederse güzeldir gözlerimiz

oysa ben o maymunla bakışmasaydım
onun şair olduğunu bakışmasaydım
nazariye bir kez daha yalan çıkmayacaktı
suç olduğum saatleri onunla değiştirdim
bir hayatı bir şiirle anlatmanın
bir hayatı bir şiirden kusmanın
gelişine vurmuş da hakem saymamış

Yorgunum Ahmed, Allah’a söyle
                                          böyle devam edemem

                        -perde-



Cihat Duman, Avantgardé, 2 

22 Kasım 2012 Perşembe

Asmalımescit Çırpınışları



Çello çalan o kızı
Gözlerinden unut
Seninle hiç konuşmadan
Kısa bi müddet yürüyelim
Nasıl olsa bunu kürtçe’ye çevirecek biri bulunur

Bunları
Hiç ödenmeyecek bi su faturasına yazıyorum
Kalkıp gidecek, ortadan kaybolacak bir gök gibiyim
Cihat… merhaba…
Senin çaresizliğinle
Bir fil müddeti yaşanır
Gözlerinden

Senin kalbin. Sesten ibaret değildi
Bilek damarlarının hiç tecrübe edilmemiş
Kopma acısını hayal ettiğim an kustum
Birisi güneşlenmeye mi çıktı
O sesi bulmak için mi

Göz kusmuğu
Hayır, ağlıyor
Tuzsuz kalmış
Ömrün yılla hesaplanmasına
Maruz kalmış
Bin yaşında ve
Hâlâ ilkokul beşte
Baypas geçirmiş her kalbin sesi
Uzaktan ne hoş gelir

A silver mt. zion
NASA kayıtlarını şarkı ederken
Hiç ödenmeyecek su faturasına
Bunları yazdım

Geri zekalı Fransızlar

15 Kasım 2012 Perşembe

Çok Korkuyorum


Bunun gibi olmalıydı. Backspace tuşuna basılı tutunca az önce yazdığım paragraf silinip gitti. Sağdan sola. Hiç yazılmamış gibi. İçinde bulunduğum durum eskisi gibi olmamı merhametsizce engelliyor. Eskiden çok iyi yazardım. Silip silip başa dönmezdim. Şimdi, bu başlangıcı da 20 dakika sonra sileceğimi düşünüyorum. Olmayacak. İnsan, sanırım daha çok bir suçun delili. Hangi suçtur, deliller nasıl yok edilmelidir inan bilmiyorum.  Bana haddimden fazla önem verenler, ecdadımı siktiler. Olan bu. Teşekkürler. Çok sonra görüşürüz. 

22 Ekim 2012 Pazartesi

Sabitfikir 30.000 Adet Satıyor Zuh Zuh Zuh



Sabitfikir Dergisi’nin Ekim Sayısını okudunuz mu? Güncel Edebiyat etiketiyle çıkan dergi mizahi yönleriyle bizi bizden almaya devam ediyor. Gerçi bu konu hakkında daha evvel hayvan arkadaşlarımız yazmıştı ama olsun. Bi kere daha belirtmekte fayda var. Sabitfikir barındırdığı biçok çelişki ile muzır neşriyatın başta gelen ürünlerinden. Elif Tanrıyar’ın bir cümlesi ile başlayalım isterseniz: “Geçtiğimiz günlerde hatırlarsanız Orhan Pamuk’un Die Zeit gazetesine verdiği röportajda burjuvazi üzerine söylediği sözler…” Geçtiğimiz günlerde hatırlarsanız diye yazılmaz. Hatırlarsanız geçtiğimiz günlerde diye yazılır. Bir yazının ilk cümlesindeki bu hata bizi Sabitfikir’in gelen yazıları direkt wordden aktardığı bilgisine götürüyor. Gelişine vuruyor. Çünkü okur mal. Ne versen yer. İnek gibi bişey okur. Türkçe’yi bilmeden Türkçe Edebiyat yapıyorlar kurnazlar. Hasan Cömert, Şebnem İşigüzel ile röportaj yapmış. Anlaşmalı boşanma protokolü tadında bir iş çıkmış. Biri hadi siyasi röportaj yapalım hadi acı çekelim hadi tarafgir olalım diyo, diğeri de zıplayıp evet tatlım çok haklısın çok haksızlık var ülkede diyo. Sert bişey yok. Sabitfikir’in mizah anlayışı benim gibi ulvi anlayışlılar için tatmin edici. Mesela çeviri bi metin var. Çevirmenin adı yok. Çevirmen ya adı bu büyük (!) dergide geçmeyecek kadar küçük (mesela 3 kuruş verip bi üniversite öğrencisine çevirtmiş olabilirler) ya da gerçekten çevirmen yok.

Melisa Kesmez ve Aysu Önen’in kaleminden bir cümle: Edebiyatın 70’lerin sonlarında ve 80’lerde televizyonla yaşadığı yakın temas, görünen o ki son dönem dizi üretkenliğinin de en birinci hayat damarlarından biri. (açb) Bizim şaka olsun diye yaptığımız dil oyunlarını, dil eksiklerini arkadaşlar ciddi yapıyor. En birinci hayat damarı ne ya? Hayat damarlı mıdır? Sorarlar! (Gülücük) Arkadaşlar niteleme sıfatını da niteleme sıfatıyla pekiştirmişler. En birinci hayat damarının tam orta kalbi.

Mert Tanaydın. Sizce mert şu cümleleri hangi kelimeyi kullanmamak için sarfetti: Yapıtların sinema filmi haline getirilmesi, televizyona aktarma süreçleri, hiç de filme alınacak gibi gelmeyen yapıtlar, dizi haline getirme, filme aktarma, filme aktarılmaya pek de elverişli olmayan.
a)travesty
b)uyarlama
c)döllenme

Doğru cevap tabii ki uyarlama. FSEK’te geçen kavram da bu. İşi bilenler tarafından kullanılan kavram da budur. Uyarlama. Her ne hikmetse dosya kapsamında biçok yerde UYARLAMA kelimesi geçtiği halde sevgili editör Mert Kardeş’i UYARamamış. Çünkü okumamış metni. Kardeşin uyarlama kelimesindenden bihaber olduğundan bihaber. Daha daha ne haber?

Aslı Çavdar’ın adını ilk kez duydum. Yetenekli bir kadın. Kitap tanıştırma sanatından haberli.

Gelgelelim Ömer Türkeş’in yazısına. Bütün kitap tanıtım yazılarında yazının yanına kitap görseli konmuşken Ömer’in yazısı görselsiz bırakılmış. Soyut bi çalışma var o kadar. Türkeş önemli bir yazardan bahsediyor. Geçen sene Metis Yayınları’ndan çıkan Tırnak İçinde Ölüm’ün yazarı Svetlana Boym’un yeni kitabı Ninoçka’dan. Tırnak İçinde Ölüm, şiire ilişkin güzel bir eleştiriydi. Sevmiştim. Fakat aylardır Sel Yayınları’na sansür uygulayan iktidarla cebelleşen Sabitfikir, konu kapital olunca kendisine reklam vermekten imtina eden Metis’e sansür uygulayabiliyor. Metis cimri bi yayınevi. Bunu Yeniyazı Dergisi’ni çıkardığım günlerden biliyorum. Reklam vermez, verse iki kuruş verir filan. Zaten bütün yayınevleri biraz cimridir ya, neyse. Sabitfikir de -eğer şu an çok büyük bir hataya düşmüyorsam- Metis’i cezalandırmış. Sibel Oral ise meselesizliğinin çaresini din düşmanlığı yapmakta bulmuş. Onu akit Gazetesi’ne havale ediyoruz. O işlerle onlar ilgileniyor. 

14 Ekim 2012 Pazar

Bir Osman Sınav Komedisi: Uzun Hikaye


Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikâye adlı kitabını yanlış hatırlamıyorsam 2005 yılında arkadaşım Aydın’ın tavsiyesi üzerine okumuştum. Kitabı çok sevmiştim. Hatta kitabın ilk bölümünde belediye otobüsünde hüngür hüngür ağladığımı, bu densizliğimden dolayı utandığımı şimdi bile utanarak hatırlıyorum. Sonraki yıllarda zaman zaman o bölümü açıp ağlardım. O Aydın, geçen beni aradı ve Uzun Hikaye’nin gösterişe girdiğini söyledi. Hatta bana bilet bile ısmarlayacaktı. Nitekim sözünü tuttu ve biz bugün Atlas Sineması’nın büyük salonunda filmi izleme talihsizliğine uğradık. Evet, üzülerek belirtmeliyim ki bu büyük bir talihsizlik. Mustafa Kutlu’nun küpe çiçeği gibi güzel eseri resmen sinemaya uyarlanırken rezil rüsva edilmişti. Sanatta kitsch dediğimiz şey resmen vücut bulup perdeye yansımıştı. Bu suça başta senarist Yiğit Güralp, yönetmen Osman Sınav, kelle oyuncular Kenan İmirzalıoğlu ve Tuğçe Kazaz olmak üzere diğer yeteneksiz oyuncular ve ekip ortaktır. Filmin ilk yarısında çıkacaktık lakin belki devamında ele avuca gelir bir şeyler bulmak ümidiyle izledik.

Sanat disiplinleri arası geçişler çok mühim. Hele de bir novellayı perdeye aktarıyorsanız bayaa bi taşaklı olmalısınız. Uyarlama dediğimiz şey çoğu uyarlayıcının kepaze olduğu bir yöntemdir. Uzun Hikâye, dili ve anlatımıyla güzel bir öykü. Öykünün kendine has bir bütünlüğü, tekniği, akışı var. Fakat öykü senaryo haline getirilirken bunun izleyici tarafından (sinema izleri) alımlanacağı hiç hesaba katılmamış. Senarist hazıra konmuş. Hiç acı çekmemiş. Zaten öykü formatında okura verilen şeyi bu kez ham senaryo şeklinde izlere vermeye çalışmış. Yani izler, filmden çıktıktan sonra, sıkıcı bir çekim senaryosu okumuş hissine kapılıyor.

Oyuncular ise tamamen kendi oyunlarını oynuyorlar. Sen, Deli Yürek’ten sıyrılamayan bir İmirzalıoğlu’nu alıp buraya koyarsan, Kutlu’nun güzelim Alisi’ni aynı mimik ve tavırlarla oynar. Mide bulandırır. İmirzalıoğlu gerçekten yakışıklı bir beyefendi. Tuğçe Kazaz’da aynı şekilde güzel bir kadın. Fakat Uzun Hikâye’de anlatılan kahramanları canlandıracak tipten yoksunlar. Ez azından mızıkayı arkadaki fon sesiyle birlikte emen bir kahraman istemiyoruz. Ya hiç çalmasın. Ya da gidip mızıka çalışsın. Hikayede mızıka çalınıyor diye İmirzalıoğlu’nun ağzına mızıka vermek zorunda değiliz. Yakışmıyor da zaten. Gelelim Tuğçe Kazaz’a. Dizi film oyuncusu sanırım. Çünkü sermayeye köle olan dizi oyuncularının sahip olduğu tüm sahteliklere sahip. Sahte mimikler, sahte jestler, oturmamışlık, hamlık… Sayarım daha. Neyse Allah’tan filmin başında öldü de kurtulduk. (Az önce internetten araştırdım oyuncu değilmiş. Güzelmiş. Güzellikten asgari ücret alarak geçiniyormuş, yani ettiğimiz lafların hepsi boşa gitti.) Filmin diğer oyuncularına gelince. Ben en çok sakat çocuğu oynayan Taner Ölmez’i beğendim.

Dekora değinelim biraz da. Film 1950’lerde geçiyor. Eski daktilo, eski rakı şişesi, eski şimendifer, vs. Ne güzel. Ne güzel de o hapishane sahnesi neydi öyle. Girişi okul girişi gibi. Elini kolunu sallayarak girip çıkabiliyorsun. Hatta Ali, hapishanede bile kravatla yaşıyor. O da yetmiyor bir oda tahsis edilmiş içinde daktilo (ne ilginç değil mi solculuktan içeriye atılmış bi köşe yazarının hapishanede bile daktiloya sahip olması J), sehpa, işlemeli örtüler, karısının vesikalık fotosu… Yok yok hapishanede. İnsanın içine girip tefekkür edesi geliyor. Baba ve oğul rahatça, babanın yattığı hücrede oturup konuşuyorlar. Çocuk utanmasa o gece yatıya kalacak babasında. Böyle değil. Şimdi değil. Eskiden de değildi. Hapishaneye elini kolunu sallaya sallaya giremezsin. Hadi girdin. Görüşme salonu vardır. Ancak orada görüşebilirsin. Açık görüş vardır. Kapalı görüş vardır. Bunları bilmek için benim gibi avukat olmak gerekmiyor. Çağa çoluğun bildiği numaralar bunlar. Ayrıca savcının gidip polise yalvarmasını gördük. Tek partili dönemde, savcı, en büyük adli amir olduğu halde altındaki polise yalvarıyor. Yeğenimi hoş görün, bi daha olay çıkarmayacak diyor. Polis de savcıya fırça çekiyor. REZİLLİK. Savcı kendisine gelen evrakı geri gönderir, ya da iddianame hazırlamaz olur biter. Hiçbir savcı gidip altındaki polise yalvarmaz. Böyle bir vesayet ilişkisi yok Türkiye’de. 1950’de olmadı! Mantığa aykırı.

Sonuç: Filme gitmeyin. Ben gittiğim için pişmanım. Tekrar Uzun Hikaye’yi okuyacağım. Bir de temizlenmek için birkaç tane Reha Erdem ve Lars Trier filmi izleyeceğim. 

13 Ekim 2012 Cumartesi

İlk Kısa Öyküm

Bay N. bir öykü düşünür. Bana anlatır. Atatürk’e ve Tarih’e saldırmaktadır. Yazınca neşredebilir miyiz diye sorar. Ben de ona gtalkta cevap veririm: Adamın götünden kan örneği alırlar. Biraz bekler ve cevaplar: Keşke deli raporumuz olsaydı. Sonra deforme ettiğim sözü google’dan araştırırım. “Adamın Götünden Kan Örneği Alırlar”. Bu sözü ilk defa kullanmış olmanın gurur değeriyle kendime bi paket sigara alamam. Bitti.

4 Ekim 2012 Perşembe

Keşke Cihat Duman, Artunç Tunçboyacıgil Olsaydı



Cihat Duman’ın şiir kitabı Kızkardeşleşmek Pan Yayıncılık’tan çıktı. Gerçi önceden çıktı ama ben yeni duyduğuma göre kitap yeni çıkmış demektir. Hazreti İsa’nın çarmıha gerildiğini o günden beri kim öğrense üzülmüyor mu? Üzülüyor. O halde Kızkardeşleşmek Pan Yayıncılık’tan çıkmış demektir.

Cihat Duman ile tanışıklığım çok uzun olmasa bile memleketlerimizin ayrı olmaması ve benim ona bir keresinde yemek ısmarlamam… İlk kitabı Ya da Pişman Değilimden sonra daha derlenmiş, toparlanmış şiirler yer alıyor. Aşırı Türkiye vardı birinci kitapta mesela, şimdi ise Tehlikeli Oyunlar var. Cihat Duman şiiri konuşamadığı için yazdığını söylüyor. Trabzon burmasının bir zengin takısı olduğunu sanırım bilmiyor. [Çünkü Cihat, bizler çeyrek altın çocuklarıyız.] Ve kendi kendine evlenmeyi beceremeyenler diyor bir başlıkta, evlilik programlarında hamile kalıyor. Keşke herkes hamile kalsa.

[Hatırlıyor musun Cihat Dumançığım? Sen Kızkardeşleşmek şiirini Taksim’deki büronda bana okurken ikimiz de çok aşırı biçimde duygulanmıştık. Özellikle bize çay getiren stajer avukat çocuğun sana yalakalık yaptığını fark etmiştim. O çocuğu kov lütfen Cihat. Avukatlar şiirden anlamaz. Stajerler ise mısradan anlamaz. Bak Cihat, burada büyük-küçük işareti yapmak zorundayım. Ben gördüm, iki kitabında da word ile hemhal olmuşsun.]

Avukat > Stajer Avukat > Han Görevlisi > Gece Bekçisi > Taşeron Firmada Çalışan Temizlik İşçisi > Çekirdek Kabukları > İzmarit> Arthur Miller

Kızkardeşleşmek 84 sayfadan oluşuyor. Kitap İstiklal Caddesi’ne, havralara, abdest alanlara, çocuklara ve spikerlere hitap ediyor. Bir kitabın güzelliği sanırım hitap ettiği kesimlerin fazlalığı. Mesela Cihat Duman insanlıktan kurtulup müzik olamayan yerine lir-mir yazsaydı sonu intiharla bitmesi muhtemeldi. Mesela şöyle olurdu: Ağzımdan lir ağlıyorum, gözümden mir geliyor.

Cihat Duman soldan atak geliştirip ceza sahasının içine girmeyi ayıp sayıyor. O yüzden sövecekse 18 yayının solunda sövüyor. Sevecekse maçı durduruyor. Hakemlere itiraz bile etmiyor. Ben diyor şiirde kafama göre hareket ederim. Ediyor ama “kahreden Rabbi’nin adıyla okuyor.”

Altını çizdiğimiz kitaplar sahaflara verilmez, ödünç de verilmez. Onun kitabının satırlarını bir kedi usulca tırmalıyor. Çün bitmiştir, sodyum sülfat, sodyum karbonat.
Kitabı güzel yapan şeylerden biri bize olan yakınlığı. Bizimle hala, teyze, enişte olan her kitap iyi kitaptır. Kızkardeşleşmek bizimle kardeş oluyor, yatağımızı serip yastığımızın altına koyuyoruz. Şeyh Edibali öğüt verirken artık Cihat’ın kitabından istiyor olabilir. Sonrası hayır olsun.          Cinnet iyi değil cennet iyidir.

Not: Başlıktaki Cihat Duman ismini googleda aratırsanız bulabilirsiniz ama Artunç Tunçboyacıgil’i bulamazsınız. Yoktu, uydurdum. Bazı kelimeleri Kızkardeşleşmek’te Cihat Duman uydurmuş. Yakışınca uydurmuş olmazsınız, icat etmiş olursunuz. İcat çok kitapta.

Lirik bir cümle ile poetik yazıma son veriyorum: [Bana 20 TL olan borcunu umarım tez zamanda ödersin. Gözlerinden öperim kardeşim. Erkek kardeşim.]

Bülent Parlak








2 Ekim 2012 Salı

Duran Topların Ustası


aleks topa daha iyi vurabilmek için topun önünü ayağıyla eşeledi. aleks topu korner noktasına ekti. önceden atılmış pet şişeler vasıtasıyla suvardı. cezasahasına şöyle bir bakış attı. orta açılsa ve insanlar bağırsa ingilizce bir şeyler olacaktı. gol. olmadı. top yeşerdi. top ağacından onlarca top yetişti. herkesin bir topu olmalıydı. herkes bir topun peşinden koşarsa topun götü kalkar. herkesin bir topu oldu aleks sayesinde. futbol, topun en az sayıya indirilmiş hali olduğu için bu durumu yadırgadı. futbol dile geldi. herkes fazla topunu bankaya yatırsın dedi. kimse yatırmadı, herkes oynadı. kapitalizm bunun neresinde.

aleks korner kullandı. cezasahası sakinleri gelecek olan topa vurmak itişti. top paylaşılmazdı. tek kişi topa vuruldu. aman tanrım ingilizce bağırıldı. gol. bu, birilerinin sevinci, ötekilerinin üzüncü demekti. bi taraf sevindi, diğer taraf üzündü. keşke balkona kaçıp kesilen bir top olsaydım dedi top. yavaş çekim diye bir şey olamazdı. az önceki olayı yavaş izlenimde tekrar görüyorum. diğerleri farklı açılarda görüyor. göz sayısının yarısı kadar farklı bakış açısı var. kamera sayısı kadar varmış gibi duruyor ama. yuvarlak, aşkın klozetidir.

aleks korner kullandı. cezasahasında topu uzaklaştıran adam topu uzaklaştırdı. adamlar ters yöne yöneldiler. yumuşak çimenlerin sütünde yuvarlanıyor böyle top. adamlar aleks. sanki böyle solcularla sağcılar. herkesin bir takımı var. herkes takımdaşıyla toplaşıyor. hakem bir anayasa. güzel ve ıslak bir anayasa. fikirler değerli. top ortada. mücadele tam anlatmalık. ben spikeriniz. eskiden ortasaha oynardım.

Cihat Duman

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Günümüz Genç Şairi


Çukurova Sanat Günleri Kapsamında 21.03.2012 Mersin’de yaptığım konuşmanın güncelleştirilmiş hali olan bu yazının tamamı Karayazı Edebiyat Dergisi'nin 19. Sayısında neşredildi.  

Burada bulunmamın sebebi genç ve şair olmam. Genç olduğumu, annemin bana söylediği doğum tarihini 2012’den çıkardığımda ortaya çıkan 28 rakamından anlıyoruz. 28, toplum tarafından genç olarak tanımlanan bir yaş. Şair olduğumu ise evvela edebiyat dergilerinin şiirlerimi yayımlamasından, (i)kinci olarak künyesinde “şiir” yazan bir kitaba malik olmamdan anlıyorum. Yoksa hiçbir zaman şair olduğumu anlayamayacaktım. Şairliği ötekilere, genç olmayı da sanırım zamana borçluyum. İkisine de buradan teşekkür etmek istiyorum. Genç şair olduğumu göre genç şairlik müessesi hakkında konuşma hakkına da sahibim demektir.

Geç yaşta roman ya da öykü yazmaya başlanabiliyor. Etrafımızda ve edebiyat tarihimizde bunların örnekleri var. Ben geç yaşta şiire başlayan ve edebiyat tarihine kazınan bir şair duymadım. Bu bağlamda da gençlik ve şairlik çok özel bir durumda kardeş oluyorlar. Şiir, diğer sanat türlerine göre gençlikle daha sıkı bağlantılı. Sezai Karakoç’un şiir yazmayı bırakmasını, İsmet Özel’in kötü şiirler yazmasını, Ataol Behramoğlu ve Özdemir İnce gibi yaşlı şairlerin bizi güldürmelerini başka nasıl açıklayabiliriz? Edebiyatın kalbi olan dergilere baktığımızda iyi şiirlerin gençler tarafından yazıldığına şahit oluruz. Turgut Uyar’ın 1956’da dediği gibi ben de “Efendimiz Acemilik” diyorum. Acemilik, melezlik, heterojenlik ve kaos gibi durumları gençler daha rahat fark ediyor olmalı. Günümüz genç şairini diğerlerinden ayıran, onları yontan ne savaş, ne göç ne de aşk. Günümüzde ne Dada’yı doğuracak bir 2. Dünya Savaşı, ne de 2. Yeni’yi doğuracak bir baskı rejimi var. Buna benzer toplumsal olaylar olsa bile –ki Güneydoğu’yu ve Recep Tayyip Rejimini aklımızın bir kenarında tutmak gerekiyor- bunun etkisi kesinlikle internetin etkisini geçemez. Recep Tayyip rejiminin sanatçıyı bastırdığını hiç düşünmüyorum. Eğer öyle olsa okuduğum birçok değerli şairin gözaltına alınması gerekirdi. Bunların adlarını anıp hedef göstermek istemiyorum. Aynı şekilde memleketteki Güneydoğu Savaşı’nın da hâlâ şiire bir etkisi bulunmamakta, savaş, bir tema olarak ara sıra şiirde kendine yer bulmaktadır.

Sokrat’ın gençleri yoldan çıkardığı gerekçesiyle idam edilişi de dâhil olmak üzere (idamdan ziyade intihardır aslında) gençlik hak ettiği ilgiyi her zaman gördü. Genç nüfusunun çokluğu ile övünmek bir devlet geleneğidir mesela. Edebiyat dergileri: Umumiyetle gençler tarafından çıkarılır ve ilk amaçları arasında genç kalemler ortaya çıkarmak vardır. Ulusal basından kaçtığı nispette gençleri yanına çekmekte yahut onlarla birlikte gözükmeyi bir yöntem olarak uygulayan şairler vardır. Ya da gençlerle mesafeli olmalarına rağmen gençleri etkileyecek şiirler yazanlar. Buradaki kurnazlığı iyi tahlil edelim.

10 Ağustos 2012 Cuma

Tehlikeli Oyunlar'dan Erdem Şenocak Röportajı



Tutunamayanlar ile romanımızda yeni bir devir açan Oğuz Atay’ın daha özel bir çalışması olan Tehlikeli Oyunlar’ı sahneye uyarladınız. Üstelik tek başınıza ve 130 dakika boyunca dinlenmeden Hikmet Benol’u temsil ediyorsunuz. Neden Tehlikeli Oyunlar?

Tesadüfen diyebilirim. Gümüşlük Akademisi’nde tiyatro kampı yaparken, sanırım dördüncü senesinde, Celal (kampın ve oyunun yönetmeni) önceki senelerden farklı olarak film izlemektense arkası yarın gibi kitap okumayı teklif etti. Tehlikeli Oyunlar da 17 bölümden oluşuyor; her bölümü her gün farklı bir kişinin okuması kararlaştırıldı. Ben üçüncü gün okudum. Biraz da çalışmıştım, epey eğlenceli geçti. Bundan birkaç gün önce de Celal’e tek kişilik bir çalışma içine girmek istediğimi belirtmiştim. Tehlikeli Oyunlar’ı sahnelemek gibi bir fikrimiz o sıralarda olmamasına rağmen, o gece eğlenceli olunca, Celal “Bunu çalışalım,” dedi. Yani en kötü ihtimalle, hiç beceremesek bile, arkamızdan “oyun, oyun” diye koşturan yok nasıl olsa, yapmayız. Ya da alırız insanları karşımıza, okuruz.

Edebiyat uzmanı değilim ama, sanırım Tehlikeli Oyunlar, Tutunamayanlar’dan daha bir roman. Daha başarılı bir roman hem. Roman olması itibari ile tek kişilik bir oyuna daha yakın. Tutunamayanlar’ı da ara sıra sahnelemeyi düşündüğümüzde çok daha zor olacağını kestirebiliyoruz. Ama bu zorluk metnin zorluğuyla alakalı değil, metnin daha az roman, dolayısıyla daha az tek kişilik oyuna yakın olmasıyla ilgili. Bir de Tutunamayanlar birazcık da romantik. Romantik derken olumsuz anlamda bir şey anlaşılmasın. Girard der ki; “Bir romansal yapıt vardır, bir de romantik yapıt vardır.” Oğuz Atay’ın romansal yazarlar sınıfında olduğunu söyleyebiliriz ama Tehlikeli Oyunlar’la Tutunamayanlar’ı karşılaştıracak olursak, Tutunamayanlar daha romantiktir.

Yaptığınız iş konvansiyonel tiyatroculuktan farklı olarak deneysel bir iş. Bu bağlamda tiyatroculuğumuz hakkında neler söylemek istersiniz? Mesela, Devlet ve Şehir Tiyatroları sizin için neyi ifade ediyor?

Devlet Tiyatroları’nın bir an önce kapatılması gerektiğini düşünüyorum. Kapatılması derken, tiyatro yerine cami yapılsın ya da köfteci açılsın demiyorum. Şu an itibari ile Devlet Tiyatroları YÖK’ten beter bir kurum. Şu an YÖK’ün hangi araştırma görevlisinin hangi konu hakkında hangi profesörle çalıştığını ayarladığını düşünelim; Devlet Tiyatroları da tam olarak bu. Yozlaşma olmasa dahi en iyi haliyle bile olsa devlete ait bir tiyatro fikri çok yanlış. Devlet, tiyatroyu desteklemeli ama kontrol etmemeli. O oyuncular AKM Tiyatrosunu kursa mesela, ya da Nesin Tiyatrosu... Devlet o sahnelere destek verse. Sonuçta Devlet Tiyatroları çok geride kalmış bir düşüncenin ürünü ve kapatılmalı.

Öte yandan deneysel sahnelerin artması sevindirici bir şey. Crack’e yer bulamadım mesela geçen, yedek listesine yazıldım. Ne kadar çok olursa o kadar iyi diye düşünüyorum. Ancak, deneysellik çok kolay bir şey değil. Yanılma payının çok yüksek olduğu bir alan, bunu göze almak gerekiyor. Her denenen şey de sahneye aktarılmamalı zaten. Deneysellik uzun bir süreç.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Twitter Kezbanları İşbaşında


Twitter âleminde (bu Kezbanlar eskiden Ekşi’deydi) şiirden bi bok anlamadıkları halde şiir üzerine, şair üzerine saçmalayan gerçek ya da tüzel (yani bunların tüzelliği müstear olmalarından kaynaklanıyor, takma adla takma ortamlar yaratıp tatmin yaşıyor, bi nevi modern derviş, önder, şair) kişiler mevcut. Bugün çok ilginç birini keşfettim. Bu ilginç, İbrahim Tenekeci’nin Allah’a şiir yoluyla şirk koştuğunu iddia edip onu gâvur ilan etti. Aforozcu sanırım kendisi. Çıkış noktası şu dize: “uykudur tanrının en hayırlı evladı” Yani Allah doğurmaz ve doğmaz olduğu halde nasıl olur da İbrahim Tenekeci Uyku’ya Allah’ın çocuğu der?

Bu ve bunun gibi şahıslar Twitter’da devrim ve takipçi peşinde olan kişiler. Kimisi ilahiyat okumanın, kimisi cemaatlerden atılmanın, kimisi edebiyattan kovulmanın, kimisi iktidarsız olmanın, kimisi kariyerist ve konformist olmanın sonucu olarak öteki olmanın yarıcı hazzını yaşıyorlar. Kimisi devlet memuru olduğu için adını gizliyor, kimisi anne baba karı korkusundan kimisi ise ekmek parası uğruna. Şerefsizdir bunlar. Hem müstear isimle İslamcılık ve devrimcilik yapar hem de gerçek isimlerine kravat takar kapital götü yalarlar. Ama kesinlikle cahil değiller. Basit değiller. Okumuş çocuklar. (Bunu belirtmek lazım) Çok az bir kısmı da bir şair tarafından terk edilmiş, boşanma davasına kurban gitmiş tiplerdir. Bunlar genelde kadın olur. Ama konumuz bu değil. Hele bu yazıda konumuz olan twitter kişisi Mülteci’nin eski bir MİTçi olmasını hiç açmayacağım.

Allah’ın çocuğu olur mu? Elbette olmaz. Çünkü o doğmamış ve doğrulmamıştır. Doğurmayacak ve doğrulmayacaktır. Peki; Uyku, Ölüm, Hüzün gibi felsefeyi, dili, tasavvufu, fiziği, metafiziği mahvetmiş kavramların şiire dâhil olmasını insanlar bu kadar çabuk nasıl provoke edebiliyor. Bunları şiire dâhil etmek bir şair için risktir evet. Fakat şair bu riske katlanır. Peki twitter şarlatanı bu durumu manipüle edecek cesareti nereden buluyor. Uyku’yu bir insan adı olarak düşünüyor elbette. Mesela Maraşlı olsun. Soyadı da Kaçak olsun. Değil elbette. Uyku’nun bir rahmet ve gerçekten Allah’ın en güzel çocuklarından biri olduğunu bu ahmak da biliyor. Ölümün de. Ve diğer bütün dili kurban eden şeylerin… Fakat niyet başka. Niyet şiir ya da şiir eleştirisi değil. Niyet linç. Nasıl da koydum ama… diyip kaçmak.

Yıllarca bu tutucuların yobazların elinde Müslüman Sanatçılar işkence gördü. 

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Mephisto'dan Kaldırdığım Kızın Capsleri


Sonra Mephisto’ya uğrayayım dedim aabi. Gözümde Issız Adam’ın taktığı gözlükten yoktu. Zuhahaha. İyi dinle iyi, dikkatini bana ver! Lavukluk yapma! Ya bırak çayını karıştırmayı! Gel seni oraya götüreyim. İçinden bi Hotel California çalıştır. Bob Marley söylesin. Hatta bu parça kitapçıya girdiğimizde çalıyor olsun ve müzik bitince anlatacaklarım da bitmiş olsun. BU ANLATTIKLARIMI SENARYO OLARAK KULANACAĞINI NERDEN BİLEYİM. 

İnce bir gündü. Çok ince. İnce, sarı, zamandan malulen emekli olmak üzere olan bir gündü. Borçların, hacizlerin ve bütün rezilliklerin arasından sıyrılıp kendimi kitapçıya attım. Malum müzik çalıyordu. Müzik olmaktan kurtulamamış ki kurtulsa bile başka bir şey olamayacak bir müzik çalıyordu. Tiyatro reyonuna doğru ilerlediğimde daha önce başka bir öykümde de tasvir etmiş olduğum kız öylece (buraya fiil)… Bana bakışı herhangi bir insanın herhangi bir insana bakışı gibi olunca acayip sinir yaptım. Öyle bi sinir ki kendimi teravihte gibi hissettim. Sen de bilirsin ki bu damından düştüğümün dünyasında en sağlam kızlar tiyatro ve parapsikoloji raflarında yetişirler. Hiç tereddüt etmeden yanına yaklaştım ve teravihten sonra beraber dua etmeye gidelim mi dedim. Ben atayizim yakışıklı. Namazımı kılıp çıkıcam. Duaya inanmam. Çok kırılmıştım. İçinde bulunduğumuz dev kitapçının hiçbir kitabında benim bu kırgınlığıma anlam verecek bir yazar tasavvur edemiyordum. Böyle bir kırgınlık hiçbir yazar tarafından anlatılamazdı. Peki öyleyse iyi okumalar diyip arkalara, hani kitapçılarda şiir reyonunun olduğu, gizli, ulaşılmaz, özel yere doğru ilerledim. Cahit Zarifoğlu’nun kitabının arkasını çevirdim. Vücudumu sağ arka köşeden bana bakan kamera ile kitabın arasına siper ettikten sonra arkadaki alarmı söktüm ve kitabı çantama attım. Reyonlarından arasından gizlice atayize doğru baktım. Hala tiyatro reyonundaydı. Yanında birkaç lavuk daha vardı. Ona asılıyorlardı sanırım. Bir iki dakika daha bekledim ve ortam tenhalaştı. Bütün cesaretimi toplayıp ona doğru ilerledim. Elimdeki yapışkanlı alarmı bir kuyumcu hassasiyetiyle çantasının görünmeyen yerine yapıştırdım. Ona çarpar gibi yapınca bana baktı. Herhangi bir insanın herhangi bir insana baktığı gibi baktı. Pardon dedim, çok özür dilerim biraz alkollüyüm de. Size çarptığım için beni affeder misiniz? Yok önemli değil. Bi şeyler içelim mi? Çok sağ olun ben orucum dedim. İyi okumalar. Onunla yatmak istiyordum. Onun güzelliği toplum nezdinde benim için çok önemliydi. Hani ıssız bi dağ başında kalsak güzelliğini benden başkası göremeyeceği için bi boka yaramayacaktı. Fakat burası kalabalıktı. Bu güzel kadın her an yanımda, benim onun güzelliğiyle artizlik taslamamı sağlayan bir konumda olmalıydı. Kasaya yakın bi yerde yeni çıkmış kitaplara bakar gibi yapıp olacakları beklemeye başladım. Daha önceki öykümde güzelliğini ayrıntılı bi şekilde açıkladığım kız hiçbi kitap almadan güvenlik cihazına doğru (buraya fiil)… 

Ses kalbimden çıkarsa diye düşünüp kalbimi tıkadım. Tam çıkarken cihaz acıyla bağırmaya başladı. Görevliler kızın çantasını çıkarıp aradılar. Olmadı. Elbiselerini çıkarıp her bir yerini araştırdılar. Çırılçıplak kalmıştı. Kitabı yutmuş olabileceği sanrısıyla oracıkta yatırıp ameliyat ettiler. Bağırsakları çok güzeldi. Çalınan kitap bulunamayınca kadavrayı tekrar diriltip ruh üflediler. Terzi geldi elbise giydirdi. Bi an göz göze geldik. Herhangi bir hayvanın herhangi bir hayvanla göz göze gelişi gibi. Çılgın hüzünlü. Bana doğru yaklaştı. Her şey normale dönmüştü. Kız temiz çıkmıştı. Kasadan bekâret raporları alındı verildi. Kitabımı alabilir miyim. Kitaba inanıyor musun dedim. Evet. Çantadaki alarmı söküp iyice yuvarladıktan sonra rafın arasına attım. Çıktık. 

20 Temmuz 2012 Cuma

Süs Eşekleri Ve Süs Eşekliği Üzerine



Sanayi Devrimi bizim köyde 1983-1984 civarı oluyor sanırım: Elektrik geliyor. (Yanlış hatırlamıyorsam su 2001’de gelmişti.) Traktör denen şey de yine aynı tarihlerde yavaş yavaş köye giriş yapmış. Tarımla geçinen bizimkiler, traktör çıktıktan sonra ne hikmetse eşekleri doğaya saldılar. Eşeklerle kurdukları hukuk birden ortadan kayboldu. Bunu bir nebze anlayabiliyorum. Fakat benim anlamadığım şey, traktörü olduğu halde eşeklerini hâlâ besleyen, onlara bir nevi süs hayvanı muamelesi yapan şahıslar. Ben bunlara süs eşeği diyorum. Bu durumu açacağım. Fakat öncesinde eşeklerle ilgili hem bilgi vereyim hem de şahsi deneyimlerimi aktarayım.

Benim hiç eşeğim olmadı. Kendimi bildim bileli traktör kullanıyorum. Önceleri Başak 12’imiz vardı. Sonra Massey Ferguson 255 aldık. O sıralar kaysı değerliydi tabii. Sene 1991, ben 7 yaşındayım. Bir senelik mahsul ile bir traktör alınabiliyordu. Traktörü olmayan köylüler eşek kullanmaya devam ediyorlardı. Genelde beyaz renkli eşeklerdi bunlar. Biz çocukları “seni eşeğe bindireyim mi” diyerek mutlu eden insanlarla doluydu etraf. Suya giderken eşeğe bindirildim. Bindiğim yere palan deniyor. Bir de keşkere var: Sağlı sollu yük taşımak için. Fakat bunların hiç önemi yok. Bunları bilsek ne olur bilmesek ne? Gerçeklere yaklaşmadık bile. Eşeklerin taşıdığı onca yüke rağmen sürekli sopa yemelerini, acı anırışlarını, düşünceli surat yapılarını, öldükten sonra çaya bırakıldığını ve leş koktuğunu anlatmadım bile. Eşekler Anadolu’da hiçbir zaman hayvandan sayılmadı. Tecavüze uğradılar, dayak yediler, kapatıldılar, köle gibi kullanıldılar. Kedilerin ve köpeklerin şımartılması, sevilip-sayılması karşısında kahroldular.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

İçimden Sesleniyorum: Kimsin?



ölünce müzik olucaz diye bağıran bir sağır
|bunu ilk müsveddeye sığdıramamıştım|
hanginize sağlık getirmez
internetin kesik olma ihtimalinin
suyun kesik olma ihtimalinden korkunç karşılandığı
kırda çiçekler böcek açarken
annelerin çocukları severken çıkardığı renk hatırlatıyor
|bir sağırın sağır olduğu kulaklarından değil
gözlerinden anlaşılır|
                      anlaşılıyor mu

cihat duman kendi durumu hakkında yorum yaptı
|ağlayınca kan kaybediyorum|
cihat duman bunu beğendi
yalnızlık bu değil işte
şur’da bi şehit cenazesi  olacaktı
politik bir mesaj verme kaygısıyla
dilimi koparıp kulaklarıma tıktım
insan mezarlığı diye bişey yok
bitki hakları adında bi kızkardeşim var
çiçekçiden parayla alıp ısırıyorum
buna çiçek dediniz
sıcak odadan soğuk odaya geçerken
ceset sizin neyiniz olursa
az önce bankamatikten canlı çekmiş
                                                          onu
nerenizde saklıyorsanız

bur’da biterse bitmemiş bi filmin galasını
kefenimizle kutlayacağız
bayrak tutsakları tarihi bizi korkunçlu karı gibi kokacak
ama ellerin bir çamaşırı yıkıyor gibi mutlu
doğuştan ölü olduğu için
en iyi yardımcı kürd oyuncu ödülü aldı
duymak istemiyorum
doğuştan felç ve liberal
paranın da kalbi var
gözleri ve düşünüş şekli
o kocaman yalnızlığı
                                                           evsizliği
bir yastıkta beraber uyuyacak kimsesizliği
düşünmekten kahrolan beyni var
benzerinden bıkamayışlığı
elle teması ve el bilgisi
kendisine acıyacak kimsesizliği
                                  kimsesizliği
durduğu yerde ağlamaya çalışması fakat
ağlayamaması ve kanı var
duymak istemiyorum
paranın kurşunca tanımlanması
ölememesi var
süt içemeyişi ve çiçeklere bakamayışı
                                                    çokluğu
|dudak nedir mesela
hayvanlaşmak nedir
kaburgada kırık
                    facebookta lirik
                                          rüyada yarık|

ekmekleri durdurun
bir kurşunun havada çünkü duruşu gibi
ekmekler durdurulursa kimse aç kalmaz
fazla böbreğini satıp iphone alan uzak doğulu gençler için
söylemiyorum
duymak istemiyorum


Cihat Duman

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...