Bu Blogda Ara

28 Kasım 2012 Çarşamba

Gökhan Yılmaz Pısalcılığı


Memlekette tedaviyi reddeden bir yazarçizer güruhu var. Acınası haldeler. Meseleleri birbirine karıştırıp kendilerini kepaze ediyorlar. Belli bir yaşın üstünde olan bu güruhun yazdıklarına itibar etmemeliyiz. Şimdi bu yığından bir örnek sergileyelim. İnternette dolaşırken rast geldiğim birkaç eleştiri artığını buraya alıyorum:


Metnin yazarı isim vermeden Gökhan Yılmaz’ı eleştirmiş. Onun karşısına da Birgül Oğuz, İlhan Durusel, Ahmet Büke, Bora Abdo, Şule Gürbüz’ü koymuş. Gökhan Yılmaz’ı yalnızlaştırmış. Üstelik Gökhan Yılmaz’ın ismini bile vermemiş. Ürkekçe ona söz cambazı demiş ve konuyu kapatmış. Ben Fişekçi’nin yazısında Gökhan Yılmaz’ı kastettiğini nerden anladım peki? Pek de zor olmadı. İyi kötü öykü okuyoruz. Bu sene çıkan öykü kitapları arasında “laf kalabalığı”, “söz cambazlığı” yapılan tek kitap vardı: Biraz Kuşlar Azıcık Allah. YKY’den çıkan bu Gökhan Yılmaz kitabı bükük neşe içeriyordu. Gerçekten de Fişekçi’nin tabiriyle içi laf cambazlıklarıyla doluydu.

Laf Cambazlığı Kötü müdür?

Laf cambazlığını kötülemeye başlayacaksak Beckett’tan yiyeceğimiz tekme/tokata hazır olalım derim. Laf cambazlığını evrene öğreten odur çünkü. Okuru bıktıracak derecede laf kalabalığı ve söz cambazlığı içerir kitapları. Bilen bilir, örnek vermeye gerek duymuyorum. Laf cambazlığının kötülüğü meselesinde sonuca ulaşmak için metin-yazar-okur ekseninde biraz düşünmek gerekiyor. Metin, bizlere bir şey taşıyabilir mi? Bir yazardan, okura sadece metin mi ulaşır. Örneğin Tehlikeli Oyunlar’ı okurken ağladığı yerleri işaretleyen ve orayı her okuduğunda ağlayan insanın gözyaşları Oğuz Atay’ın o kısmı yazarken ağladığı yaşlardan mı gelmektedir. Gözyaşı aktarılabilir mi? Gülüş aktarılabilir mi? Anlam akar mı? Bunların kesin bir cevabı yok. Bunların kesin bir cevabının olmaması bizi postyapısalcı bir merhamete sürüklüyor. Yapısalcılar doğruluğu metnin içinde ya da arkasında görürken postyapısalcılar okuyucu ile metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik olarak görmektedir. Okurun performansı tabi ki önemlidir. Çünkü günümüzde, okur, artık yazarokur ya da okuryazar olarak ikiye böldüğümüz özel kitlenin bir parçasıdır. Gökhan Yılmaz’ın öykülerini bu açıdan okuyorum. “İşte babam böyle kendi kendine konuşurken birden girdim içeri. At dölüsü gibi yatıyordu yatağında.” At ölüsü ve at dölü. Geliş ve gidiş. Bu gereksiz ve ebebiyata dahil söz oyunu bizi felsefi bir gerçeğe kaçırmaktadır. Atlar kirli bir sıvıdan gelir ve ölür. DÖL, içinde ÖL’üm barındıran bir kelime. Bu tipografi çok önemli işte. Okuru salt semantikle baş başa bırakırsan okur onu becerir. Okuru aynı zamanda sentaks, tipografi, biçimle de boğuşturmak gerekiyor.Ya daha yazıcaktım da Bilal geldi. Bilgisayarımı tamir edecek.  

2 yorum:

  1. ortada laf yok yazı var laf cambazlığından konuşuluyor.oğuz atay da düşünmüş düşünmüş sonra bir hamlede düşünmüş gibi yazmış. vico yu okudun mu hiç sandığım gibi bir kitap değilmiş "yeni ilim"

    YanıtlaSil
  2. İnsaflı yorum: Bence metin yazarı Gökhan Yılmaz'ı çok kıskanmış, hasedinden çatır çatır çatlamış, halt etmiş.

    Acınacak hal: Gerçekten anlamamış olabilir mi? Yani o öyküleri okuyup da içinde hiçbir şey bulamamış olabilir mi? Kafası mı karıştı acep? Belki başı döndü?

    YanıtlaSil

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı.

Keşke bizi de kamyonlara koyup taşısalardı kavunlara haksızlık oldu. Cadde-i Kebir’e bir damla kan düşmesin diye yapıldığını farz ettiğim ku...