Memlekette tedaviyi reddeden bir yazarçizer güruhu var.
Acınası haldeler. Meseleleri birbirine karıştırıp kendilerini kepaze ediyorlar.
Belli bir yaşın üstünde olan bu güruhun yazdıklarına itibar etmemeliyiz. Şimdi
bu yığından bir örnek sergileyelim. İnternette dolaşırken rast geldiğim birkaç eleştiri
artığını buraya alıyorum:
Metnin yazarı isim vermeden Gökhan Yılmaz’ı eleştirmiş. Onun
karşısına da Birgül Oğuz, İlhan Durusel, Ahmet Büke, Bora Abdo, Şule Gürbüz’ü
koymuş. Gökhan Yılmaz’ı yalnızlaştırmış. Üstelik Gökhan Yılmaz’ın ismini bile
vermemiş. Ürkekçe ona söz cambazı demiş ve konuyu kapatmış. Ben Fişekçi’nin
yazısında Gökhan Yılmaz’ı kastettiğini nerden anladım peki? Pek de zor olmadı.
İyi kötü öykü okuyoruz. Bu sene çıkan öykü kitapları arasında “laf kalabalığı”,
“söz cambazlığı” yapılan tek kitap vardı: Biraz
Kuşlar Azıcık Allah. YKY’den çıkan bu Gökhan Yılmaz kitabı bükük neşe
içeriyordu. Gerçekten de Fişekçi’nin tabiriyle içi laf cambazlıklarıyla
doluydu.
Laf Cambazlığı Kötü müdür?
Laf cambazlığını kötülemeye başlayacaksak Beckett’tan
yiyeceğimiz tekme/tokata hazır olalım derim. Laf cambazlığını evrene öğreten
odur çünkü. Okuru bıktıracak derecede laf kalabalığı ve söz cambazlığı içerir
kitapları. Bilen bilir, örnek vermeye gerek duymuyorum. Laf cambazlığının
kötülüğü meselesinde sonuca ulaşmak için metin-yazar-okur ekseninde biraz
düşünmek gerekiyor. Metin, bizlere bir şey taşıyabilir mi? Bir yazardan, okura
sadece metin mi ulaşır. Örneğin Tehlikeli
Oyunlar’ı okurken ağladığı yerleri işaretleyen ve orayı her okuduğunda
ağlayan insanın gözyaşları Oğuz Atay’ın o kısmı yazarken ağladığı yaşlardan mı
gelmektedir. Gözyaşı aktarılabilir mi? Gülüş aktarılabilir mi? Anlam akar mı? Bunların
kesin bir cevabı yok. Bunların kesin bir cevabının olmaması bizi postyapısalcı
bir merhamete sürüklüyor. Yapısalcılar doğruluğu metnin içinde ya da arkasında
görürken postyapısalcılar okuyucu ile metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik
olarak görmektedir. Okurun performansı tabi ki önemlidir. Çünkü günümüzde,
okur, artık yazarokur ya da okuryazar olarak ikiye böldüğümüz özel
kitlenin bir parçasıdır. Gökhan Yılmaz’ın öykülerini bu açıdan okuyorum. “İşte
babam böyle kendi kendine konuşurken birden girdim içeri. At dölüsü gibi yatıyordu yatağında.” At
ölüsü ve at dölü. Geliş ve gidiş. Bu gereksiz ve ebebiyata dahil söz oyunu bizi
felsefi bir gerçeğe kaçırmaktadır. Atlar kirli bir sıvıdan gelir ve ölür. DÖL,
içinde ÖL’üm barındıran bir kelime. Bu tipografi çok önemli işte. Okuru salt semantikle
baş başa bırakırsan okur onu becerir. Okuru aynı zamanda sentaks, tipografi,
biçimle de boğuşturmak gerekiyor.Ya daha yazıcaktım da Bilal geldi.
Bilgisayarımı tamir edecek.
ortada laf yok yazı var laf cambazlığından konuşuluyor.oğuz atay da düşünmüş düşünmüş sonra bir hamlede düşünmüş gibi yazmış. vico yu okudun mu hiç sandığım gibi bir kitap değilmiş "yeni ilim"
YanıtlaSilİnsaflı yorum: Bence metin yazarı Gökhan Yılmaz'ı çok kıskanmış, hasedinden çatır çatır çatlamış, halt etmiş.
YanıtlaSilAcınacak hal: Gerçekten anlamamış olabilir mi? Yani o öyküleri okuyup da içinde hiçbir şey bulamamış olabilir mi? Kafası mı karıştı acep? Belki başı döndü?