Bu Blogda Ara

24 Aralık 2014 Çarşamba

Rıdvan Gecü / Sünepe Hakkında Düşündüklerim

Geçen kitapçıda kapağı ilginç bir kitap gördüm. İnce olduğu için de alıp okuyayım dedim. Kitabın adı Sünepe, kitap şu an bende olmadığı için künyesine bakıp söyleyemiyorum ama az evvel yaptığım internet araştırmasında kitabın türünün “roman” olarak tanımlandığını gördüm. Kitabı bugün bitirdim. Eğlenceliydi. Ama roman değildi. Anlatıydı. Eğer anlatıda da anlaşamazsak mizah kitabı da diyebiliriz. Bunda anlaşabiliriz umarım. Hani çok meşhur bir söz vardır ama tüm meşhur sözler gibi kime ait olduğu belli değildir: “roman her yazılışında yeniden tanımlanır” bıdı bıdı. Romanın yazarı Rıdvan Gecü, genç bir akademisyen, daha evvel yayınladığı bir şiir kitabı da var. Türlerle ilgili daha evvel yazmıştım, hatırlayanlar olacaktır, ben hatırlamıyorum, türlerin kökenine kadar gidebiliriz. Evet, aklıma geldi, sineme ve roman bağlamında bir eleştiri yöneltmiştim Nuri Bilge’nin kış uykusuna, aslında bu kadar tutucu değilimdir ama yeri geldiği için söyleyeyim: Türlerarasılık güzeldir ama günde 5 vakit çoktur. Gecü, 100 sayfa bir şey anlatmış. Sonra 10 sayfa başka bir şey, sonra 2 sayfa başka bir şey. 3 tane öykü var gibi ama değil. Asıl gövdeden iki kişiyi seçip onların hikâyesini ayrıca anlatış. Yeni kahramanlar yaratmış. Dergi mi çıkarıyorsun mübarek! İkincisi gönderme çok. Bir romanda, pastişi yapılan başka bir romana bu kadar çok gönderme yapılırsa o romanın özne’liği gider. Sahicilik kaybolur. Kaybolmaz aslında, zedelenir. Üçüncüsü bu kadar ince roman mı olur? Roman dediğin kalın olur. Buraya kadar olan düşüncelerim, “bu bir romandır” dayatması içindi. Gelelim üslup ve içeriğe.

Gecü, anlatımıyla neşe aktarabiliyor. Bizi kahramanın talihsiz ve fars kıvamındaki içten hesapçı hayatına çekip, şimdiden ve buradan ayırabiliyor. Bunu yaparken de bazı ibretler sunabiliyor. Ayrıca daha evvel hiç rastlamadığım bir üst kurmaca tarzını gördüm bu romanda. Çavdar Tarlası ile ilgili parodi bölümü, birden parodiyi aşıp bambaşka bir üst kurmacaya yelken açıyor. Bu yeni bir şey gördüğüm kadarıyla. En ufak bir metinlerarasılığı görüp heyecan yapan okur bunu anladı mı anlamadı mı bilmiyorum ama büyük bir aydınlanmayı kaçırmış olabilir o bölümde. Şimdilik bu kadar. İkinci okuyuşta daha derine inebilirim.



7 Aralık 2014 Pazar

Kadın, Fukara, Genç, Geleceksiz İsyanı Olarak Taksim Gezi Parkı İsyanı

Natama 3 / Cihat Duman

Bu günlüğü neden tuttuğumu bilmiyorum. Başına gelen hadiseleri unutmaya çalışan bir insan olarak bu iş çok yorucu. Ama gelecekte bunu okuyanlar için eğer bir ibret olacaksa… Aslında buna günlük denemez. Bu metni 13 Haziran 2013 günü 00:08’de yazmaya başladım. Çünkü geçmiş günlerde yazacak zamanım ve motivasyonum yoktu. Olaylar evimin çok yanında cereyan ediyordu ve buna elbette diğer insanlardan daha fazla tepki veriyordum. Vicdanım beni evde tutamıyordu. %50’mi bile evde tutsam belki daha az acı çekecektim. Fakat beraber çay içtiğim, her zaman caddede gördüğüm geleceksiz, plansız, partisiz insanların iktidar tarafından telef edilmeye çalışılmasını sindiremedim. Umumiyetle meydanda olmaya çalıştım. Bir nefes de ben gaz solursam, diğer insanların daha az boğulacağını düşündüm. Twitter’dan anlık düşüncelerimi sürekli belirttim. Olayın sosyolojik boyutundan çok psikolojik boyutu beni ilgilendiriyordu. Olay bir karı koca ilişkisi ya da Freudcu komplekslerle anlatılabilirdi. Roboskî’yi kürtajla, Reyhanlı’yı alkolle kapamak, bu ikisi arasında da sürekli insan bedenine ait dokunulmaz şeylere dokunmaya çalışmak, halkta bir enerji birikmesine yol açmıştı. Eve neden geç geldin, o kadın kim, o adam sana niye SMS attı, çocuğu okuldan kim alacak, babama neden saygısızlık ettin, annem hasta ve bizde kalması gerekiyor türünden bir savaşım bir karı koca muharebesinin temsiliydi. Biriken eş diğer eşi ya öldürür ya da boşar. Başka açıdan bakacak olursak özgürlüğü ana, Tayyip’i baba yerine koyup hadım edilmekten korkan neslin babayı öldürmeye çalışmasıydı. Benlik işgal altındaydı ve polisin maksadı aşan müdahalelerine gençler mizahla ve pasif direnişle mukabele ediyordu. Kimse silah çekmedi. Fakat refleksler görevdeydi. Gazı soluyan ve solunum sistemi çöken genç küfrediyordu. O yetmezse dükkânların kepenklerine vuruyordu. O da yetmezse taş atıyordu. Fakat taşlar yetişmiyor ve hiçbir polis bu taşlardan yaralanmıyordu. Belki yararlanıyordu diyebiliriz. 

27 Mayıs Pazartesi

Taksim Gezi Parkı’nın kuzey kısmının bitişinde dozerlerin ağaçları söktüğü haberi Twitter’dan yayıldı. Haberi duyan 50 kişi gece vakti mekâna gitti ve dozerlerin önünde durdu. Durum emniyet güçlerine haber verilince sabaha karşı direnen 50 kişiye biber gazı ile müdahale edildi. Haksız ve orantısız güç kullanıldığını öğrenen milletvekili Sırrı Süreyya Önder, sabah dozerin önüne çıkarak gaz atılmasını engelledi ve olay haber sitelerine taşındı. 

28 Mayıs Salı

Natama Dergisi’nin Ömer Hayyam’da toplantısı var. Çıkışta parka gidiyoruz. Parkta şenlik var. Yaklaşık 3.000 kişi parkta toplanmış. Bir yandan davullar çalınıyor bir yandan kurulan platformdan insanlar düşüncelerini dile getiriyorlar. Gece yarısı eve dönerken yolda duvar şairi Atilla Çapraz ile karşılaşıyoruz. Olayları anlatıyorum mercimek içerken. Ağaçları söküyor iktidar Atilla Abi! “Kâğıt paraları bittiği içindir,” diyerek kendine hayran bıraktırmasını biliyor. 

29 Mayıs Çarşamba

Gezi Parkı’na şair Y (ekmek parası uğrunda AKP ile yoğun ilişkisi olan bir şirkette çalışmak zorunda, anne ve babası mütedeyyin) ile gittik. 1.000 kişilik bir kalabalık var idi. Sağlık sorunlarımdan dolayı parktan ayrıldık. Sabah aldığım haberlere göre o gecenin sabahında polis tekrar orantısız güç kullanmış. Gaz sıkmış ve çadırları yıkmış. 30 adet çadır vardı. 

30 Mayıs Perşembe

Polislere karşı kitap okuyan direnişçilerin fotoğraflarının yayılması üzerine Fornier’in Son Siyah Saçım adlı kitabını alıp parka gittim. Gideceğimi Twitter’dan yazdığım için oraya 10 tane arkadaş geldi. Saatlerce oturduk ve kitap okuduk. Ben kitabı bitirdim. Asyak (9) geldi anne ve babasıyla. Fotoğrafımızı çektiler. A, G, S, R geldi. S (AK Parti’ye bağlı belediyede çalışıyor ekmek parası için, Kürtçü…) kitabımı getirmiş. İmzaladım. Tiyatro sanatçıları geldi ve kalabalığı coşturan laflar ettiler. Sabah baskın olacağı endişesiyle evime gittim. Sabah G mesaj atmış. “Gaz bombalarıyla geldiler.” 

Soundcloud Sitesinde Şiirlerimi Seslendirenler

13 Kasım 2014 Perşembe

Annemin Şarkısı

Biraz Erken Dünyaya Gelmişim

Soru cevap kısmında seyircilerden biri yaşlı kadına soruyor: Bu ilk filminizdi, başka filmlerde de oynayacak mısınız? Kadın: Ben 70 yaşındayım. Ve bu çok yorucu. Evet oynamak isterim fakat bu yükü kaldıramam. Biraz erken dünyaya gelmişim.
Tasarlanmamış ve ağızdan çıkmaktan başla çaresi kalmamış bu cümle, eminim siz okuyucularım tarafından da hayretle karşılanmıştır. Hani der ya Cemal Süreya, çok erken gelmişim seni bulamıyorum/ bir şeyin provası yapılıyor sanki. Evet, bu cümle Erol Mintaş’ın yönettiği Annemin Şarkısı filminde anne rolünü oynayan Zübeyde Ronahi’ye ait. Bu, aynı zamanda bir aktrisin sanata veda cümlesi. Erken gelmiş olduğu için erken gidecek olan bir aktris.

Erol Mintaş bu ilk uzun filminde doğudan İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış bir öğretmen ve annesinin öyküsünü anlatıyor. Göç bitmiyor tabii ki. İstanbul’un şimdilerde de otele dönüştürülen semtlerinden kahverengi bloklara doğru uzuyor. Güncel tehciri her planda gözümüze sokulan inşaat bariyerlerinden, beton gökdelenlerden anlıyoruz. Anne dört duvar arasında olmayı kaldıramayıp hastalanıyor. Yabancılaşıyor. Siliniyor. Her fırsatta köyüne dönmek istediğini belirtiyor, bazı teşebbüslerde bulunuyor. Başaramıyor. Oğul devlet okulunda çalışmasının yanı sıra bir dernekte çocuklara Kürtçe eğitim veriyor. Aynı zamanda öykü yazıyor ve kitabı çıkıyor. Anne, oğluna sürekli bir Seydaye Sülo adlı bir dengbejden bahsediyor. Kaybolan bir kaset var. Bulunamıyor. Oğul birçok yerde bu kaseti arıyor. Birçok kaset dinliyorlar birlikte. Eve dönülemiyor, şarkıya dönülemiyor, kalbin etrafında dönüyorlar. Filmin müziklerini Başar Under yapmış. A Silver Mt. Zion’u anımsatan müzik çok başarılı ve filmin doğru yerlerine yerleştirilmiş. Nihayetinde ortaya güzel bir eser çıkmış. Kürt sinemasına dair fikir edinilmesi bakımından izlenmesi gereken bir film.

Yükte küçük pahada büyük bazı ayrıntılar:


  • Seydaye Sülo şarkı söyleyince arpa taneleri duvara tırmanırdı. Filmin en güzel cümlesi anne Nigar’dan çıkıyor. Berrak bir mübalağa. Bembeyaz gülümseten bir teşbih.



  • İki ailenin oturup veda çayı içtiği sahnede ergen çocuğun masadaki bisküviye uzanmasıyla bütün dramı zamansızca yok etmesi güzel bir ayrıntı. Plan bu ergen iştahıyla son buluyor.



  • Annenin cevizleri kırdıktan sonra kavanoza doldurma sahnesinde masada kalan son ceviz parçasını kavanoza değil de ağzına götürmesi, iştahgerçekçilik.

Künye:

Vizyon Tarihi   14 Kasım 2014 (1s 30dk)
Yönetmen:      Erol Mintaş
Oyuncular:      Feyyaz Duman, Zübeyde Ronahi, Nesrin Cavadzade
Tür      Dram
Ülke     Türkiye


24 Ekim 2014 Cuma

Yaralı Acımaktasın

ardında
az farkla mutsuzluğa çıkmış
kahkahalar bırakıp gidemeyenlere
benim de bir çift lafım var

gelecek çok kalabalık
buradan söyleyeyim dedim, bu zamandan
çünkü benim içim artık ibret olmuştur
sizin için de ibret olsun

ölüm olayının bir haddi var
or’dan sonrası değişmiyor
yaralılara edilen merhametin toplamı
ezberlediğin hassasiyet
ölüm değişmiyor
yaralı acımaktasın

o şekilde bahsedelim
bir zamanlar
birbirimizi kıskanmıştık
hatırlanan bu
ardarda yakılan sigara
gücendikçe güçlenen yürek
efkâr- ı umumiye
bok
birbirimizi bir zamanlar
çok kıskanmıştık

hepiniz biriniz
biriniz benim için
pide söyleyebilir mi
çok acıktım

hepiniz biriniz
biriniz benim için
beni sevebilir mi

hiç çalışmadığı halde
ağlamaktan geçenler için
bir çift söz bırakmak istedim
mizanpajcılarla yan yana dura dura
şiirin artık bu şekilde yazılması gerektiğine
iman ettim

sarımsakla utanç arasında
hepinizin de bildiği gibi
bazı sert metallerin bile kesemeyeceği derin bir bağ var
buna örnek verebilirim
ama vermem
ima eder giderim


16 Ekim 2014 Perşembe

3 saat aralıksız izleyip sözlerini yazıya çevirdim

Merabalar
Memet pişkin ben
16 ekim 2014 sabah saatlerindeyiz
Doğrudan koyuya giriyim
Bu bir intihar notu

Bu sabah yaşam defterimi kapatıyorum
Bana ayrılan sürenin sonuna geldik
Bir aksilik çıkmazsa
Gördüğünüz üzere alkollü
İşte alkol ya da herhangi bir uyuşturucu madde etkisi altında değilim
Gayet aklım başımda
Konuyu serbest irademle 
yeterince uzun süre değerlendirdiğimi düşünüyorum

Çok uzun zamandır mutsuzum aslına bakarsanız
Bunu yakın arkadaşlarım bilir zaten
Ve intihar yeni bişiy değil
Benim için
Dönemsel bir depresyon falan
Olan bir patlama, kopma noktası gibi değil diye düşünüyorum
Elbette hani bir bardağı taşıran damlalar oluyo
Ama taşan bir bardakta birkaç damlayı sorumlu tutmak
O taşmayı tamamen onlara bağlamak doğru gelmiyo bana

Son aylarda özellikle
Bilenler bilir ben sabahları neşeli uyanırım
Güne enerjik başlarım
Ama özellikle son aylarda çok
Sürekli bu fikirle uyanıyorum açıkçası
Ve hayatımın geri kalanına devam etmek üzere
Herhangi bir istek duymuyorum
Bir motivasyon
Ve bu kısır döngüyü de kıramadım
Ve kırmak yönünde de açıkçası
Bir miktar
Bir miktar değil
Umudumu kaybettim

İşin temel sebebi bu
Bu kısır döngü kırılır mı kırılırdı elbette
Yaşam devam ederdi
Daha çok partiler
Daha çok eğlenirdik
Güzel işler de yapardık belki
Ama
Dediğim gibi motivasyonu kaybedince
Ne işime gücüme verecek enerjim oluyo
O da çalıştığım muhteşem insanlara haksızlık oluyo birazcık
Hem de tabi kaynak açısından da zorluyo
Ve her şeyi kapatıp gitme planlaması yapabilecek
Bunu şe yapacak hayatı da kurgulamadım
Birazcık da bu intihar konusunu
Aslında buraya kadar sündürmemle alakalı
Her şeyi tüketip bu noktaya gelmeyi bekledim
Bunda bir arkadaşımın katkısı da çok
Özellikle doğumunu tamamlamasını beklemek istedim
Etkilenmesin diye
Bebeği yani

Ne diyeceğimi çok bilmiyorum aslına bakarsanız
Vedalaşmayı istedim
Tatsız kısımları çıkartırsak aslında çok güzel bir hayat yaşadım
İnsanlar konusunda özellikle
Kesiştiğim
hayatıma dokunan
değen çıkan insanlar konusunda hep cömert davrandı
Her şeyin başında
muhteşem bir kardeşim vardı
Bir insanın sahip olabileceği en iyi kardeş
Kendisinden daha sıkı bir hatun yetiştiriyor şu anda
Çok tatlı bir yeğenim var
Onun dışında harika kız arkadaşlarım oldu
Muhteşem kadınlardı
Çoğu manyaktı aslında
Şimdi doğruya doğru
Ben de çok aklı başında bir adama sayılmam
Çok güzel vakit geçirdim çok sevdim çok sevildim
Doya doya aşk yaşadım
Bunun dışında çok derin dostluklar kurma olanağım oldu
Güzel dostlarım oldu
İyi arkadaşlar edindim çok eğlendik
Çok faydalandık birbirimizden
Güzel insanlarsınız hepiniz
İyi ki girdiniz çıktınız
Çok akıllı tutkulu kişilerle çalışma olanağım oldu
Hakkaten bu bir ayrıcalık
Gerçekten öyle
Zevk aldığım işler yapma fırsatım oldu
Sevdim aslında genelde işimi
Ve çok da şikayet edecek bir durum yok ama
dediğim gibi o
bir noktada
Birazcık kendimi yalnızlığa ittim
Ve işin o
Hayatın o tatsız taraflarıyla çok başa çıkamadım herhalde
Çünkü nazik, neşeli, eğlenceli
Akıl ve ruh olarak böyle bi incelik ve derinliğe sahip birisi olmayı
Çok önemsedim
Ve şu anda bunları korumak ve sağlamak
Ciddi bir yük haline geldi benim için
Bu konuda takatimin artık tükendiğini ve
işin o karanlık tarafının daha ağır geldiğini
Ve taşıyamadığımı
Ve bi şekilde bunla ilgili donanımları da
zaman içerisinde çok geliştirmediğimi fark ettim
Ki böyle sarsıntılarda çok dağılıp kendimi toplamakta
gün geçtikçe Daha çok zorlanıyorum
Bu da çok sıkıcı bir kısır döngü yani
açıkçası yani Bi noktadan sonra neyle uğraşıyorum diye dönüp
Tekrar kendi xxxx ait bişiler falan
O konudaki ışığı kaybettim açıkçası
Bazen böyle oluyo
Bazı insanlar işte şey
İntihar konusunda daha eğilimli ve
Ben de gayet açık ki
Onlardan biriyim

Bunun dışında ne söylenir çok bilmiyorum daha fazla

Aaa
Bi konu
Vasiyetim var
Şöyle ki
Herhangi bi din inancım yok
Allaha da inanmıyorum
Gömülmek istemiyorum
Bunu bi şekilde bu iş aileyle çözülecek bir konu olduğundan
Berna bu konuyla ilgilenirse
Hani benim bu isteğime saygı gösterip
Belki yapacak bişiyler
Hukuki nasıl yürüyor bilmiyorum
Yardımcı olursa çok memnun olurum
Gömülmek istemiyorum
Kadavra yapsınlar
Bilimsel araştırmalara versinler bedeni
İşte
Çocuklar iskeletimle falan oynasın
Çok dağılmayacağını zannediyorum
Olmadı balıklara atsınlar
O da güzel bişiy ama mezar istemiyorum
Kesinlikle gömülmek istemiyorum
Fazla söyleyecek bişi yok aslında
Çok uzatıp sıkıcı hale getirmenin lüzumu da yok
Son,, gitmeden önce birlikte bir şarkı dinleyelim istiyorum ve
Bi yerinden hafif korkuyorum da açıkçası
Yani korkmam şey
İşin aksaması ile alakalı
Yoksa dediğim gibi
Şey bi yerlere gidicem bişi olacak falan filan
Bişey olduğunu sanmıyorum
Görücem

Öyle
Son bi şarkı dinleyelim
Ben de şarabımı içmeye başlim

Ella Fitzgeralt’ı ne kadar sevdiğimi biliyorsunuz

Hoşçakalın
Aşkla yaşayın
Çok güzel olsun hayatınız
Ella şarkıları gibi böyle
Güzel
Duru
Sakin

Baybay















2 Eylül 2014 Salı

Çok Uzaktan Gol Sevinci

Üsküdar'da, Mihrimah Sultan Cami'nin kıble çıkışından çıkınca karşıda, ikinci katta bir Oyun Salonu var. Atari diyelim. Atariye gittim dün. Bu kez PES değil FİFA atayım dedim. FİFA 2014 vardı. Önce Uruguay'ı aldım. FİFA'yı ilk kez oynadığım için Amatör seviyede oynadım. Brezilya'ya 5 tane çaktım. Sonra Cezayir'i aldım. Son dünya kupasında Cezayir'i çok sevmiştim. Özellikle Cabu (Djabu) çok ilgimi çekmişti. Onu öven bir sürü tivit atmıştım. Cezayir'in karşısına Arjantin'i alayım dedim. Seviyeyi de Profesyonele çektim. İlk yarı 0-0 bitti. İkinci yarının başında Arjantin santra kullandı ve Cabu topu söktü accık sürdükten sonra orta sahadan müthiş bir şut çekti. Gol oldu. Futbolcular önce anlayamadılar ne olduğunu sonra sevinmeye başladıklar. Ben de çok sevindim. Bu goller eskiden atılırdı. Hem gerçekte hem oyunda. İşte o görüntüler, telefonla çektim. 


22 Ağustos 2014 Cuma

Hurşit


beni yanlış hatırladılar hoppala
olaylar bu noktaya kadar nasıl geldi abi
bir kadına bakıyorum, olmayan çocuğuma benziyor
beni doğurup büyütsün diye pişmiş et yiyorum
gülsem inanılacak gülmüyorum, iki el öpücük sesi:
bugöbekk nasıleriyecekk

belki bir perşembedir bunu güneş söyleyecek
belki de merdiveni yıkayan meleğe ödenecek on üç lira
çok sarılmak
-Umut sarıkaya bu hafta çizmiş mi?
kalbimi yarıp bakma, kalbimi yarıp iç
-Bana sebep ol
-Beni yap
kalbimi yarım bırakma

âh’ı kazıdı, unut’suz, on dakika ağladı
daha hazzın verdiği neşeyi yaşamadan
hazzın kaybından korktu, bu ağlamak, o.
bilekleri çok güzel onun değildi.
müthiş derecede onun değildi
hiç değildi

ratapampam dırına noy
kendinden kaçmak için ayaklarını kullanamazsın
zaman gözlerini yırtar/ geçer/ gider bir mumun ışıkla münasebetine
toplu taşıma araçlarına yürüme mesafesinde seni ölü bulurlar
belki öper diriltirler belki bir çocuk dondurma ister
isteyip kalır, müdahale edemezsin anne değilsin
baba olursun

arkasından konuştuğun
hakkında fikirler telef ettiğin
belki kırmızı giyer diye yeşil giydiğin
bir fil müddeti dağlı kaldığın o çarpık çelişkiyi
sapsarı bir neşeyle katlandığın hastalığa sebep görebilirsin
bunu ona söyleme bunu ona anlat ve ağlat
tımarlı sipahiler ve köy korucuları duysun
küre-i arzın bütün plastik halkları adına
çıkarılmamış bir savaş gibi
öksürülmemiş bir mikrop gibi
ben bir acı sandalyesiyim
denge kusuyorum
bıktığım denge


Cihat Duman








19 Ağustos 2014 Salı

Yusuf Kaplan'a küççük bir mektup

Ayşegül Tözeren, meczubun biriyle ilgili bir yazı kaleme almış. Mail kutuma düştü. Onu buraya alıyorum. 

Yeni Şafak'ta yazan Yusuf Kaplan Erdoğan'a 20 öneride bulunmuş. Ben de kendisine bir iki soru yöneltmek istiyorum.

"Halkı çözen İslam'la ilişkisini sıfırlayan 'salaş' bir kuşak yetiştiren, çocuklarımızı sığ ve değerlerimizi çözücü tüketim kültürünün kölesi haline getirerek mankurtlaştıran eğitim, kültür ve medyada devrim yapılmalı.

Eğer bu üç devrim yapılamazsa, 20 yıl içinde yok oluruz!"(Madde 2, Yusuf Kaplan)

Kaplan, bu maddede, topluma kendince bir eleştiri getirmeye çalışmış. Ama aynı cümle içinde İslam ile dini vurgulayıp, mankurtlaşmayla Orta Asya mitlerine gönderme yapıp, sos olarak da "tüketim kültürünün kölesi" ve devrim gibi ifadeleri kullanınca çorba olmuş.

Kaplan'ın tüketim kültürüne karşı devrim çağrısı yapan sözlerini okuyunca, aklıma birden Taksim'de Gezi Parkı'na AVM yapılacağı iddiasıyla başlayan Gezi Direnişi geliverdi! Sevgili Kaplan, alışveriş merkezleri tüketim kültürünün mabedi değil midir? Taksim'e alışveriş merkezi dikeceklerdi. Bence bir madde daha ekleyip, n'oldu o iş diye de bir sorun. Ay, yoksa siz de mi çapulcusunuz? Vay, vay!


"Başka kültürlerin gönüllü acentalığını yapan Boğaziçi, Bilkent ve ODTÜ 'yıkılmalı' bunların yerine tıpkı ABD'de olduğu gibi Ivy League üniversitelerine benzer, Amerikan kültürünün ve dünyasının izini süren, bir Amerikan ruhu geliştirmeye çalışan, bizim Nizamülmülk medreselerine benzer, bizim öncü kuşaklarımızı, bizim medeniyet iddialarımız doğrultusunda yetiştiren çaplı pilot üniversiteler kurulmalı!" (Madde 19, Yusuf Kaplan)

Kaplan'a göre başka kültürlerin gönüllü acentalığını yapan üniversiteler yıkılmalı(!), yerine tıpkı ABD'de olduğu gibi Ivy League üniversitelerine benzer Amerikan kültürünün ve dünyasının izini süren, bir Amerikan ruhu geliştirmeye çalışan üniversiteler kurulmalıymış! İyi misiniz, Sevgili Kaplan? Aynı cümle içinde, hem bağzı üniversiteleri başka kültürlerin acentesi olmakla eleştirip, infaz ediyorsunuz, hem de model olarak Amerikan kültürünü gösteriyorsunuz? Arada da bir sözceyle, “Nizamülmük medreselerine benzer” olsun diyorsunuz. Amerikan kültürüyle Selçuklu dönemi medreselerini nasıl bağdaştırdınız? Nizamülmülk'ün kurduğu Nizamiye medreselerinin bir kuruluş amacının da "sünni müslüman kadrolar" yetiştirmek olduğunu düşününce içimden "hmmmm" demekten kendimi alamıyorum doğrusu.

"Belki de en önemlisi de, çözücü postmodern kültür, bir sel gibi bütün dünyayı tek tipleştiren sığ bir kültürü, zevk, beğeni ve hayat tarzını bütün dünyaya anında yayıyor. Eğer bu çözücü postmodern kültüre karşı kendi değerlerimizi koruyacak ve kendi medeniyet ilkelerimiz doğrultusunda İslami duyarlıkları gelişkin yeni bir kuşak yetiştiremezsek, iki kuşak sonra İslam bu ülkede azınlıkların dini haline gelebilir." (Madde 20, Yusuf Kaplan)

Kaplan tarafından bir dış mihrak olarak postmodernizm işaret edilince, belleğim beni postmodernizmin zamanında komutanlar tarafından iç düşman olarak ilan edildiği 2008'lere götürüyor. Nereden nereye... İçimden bu madde de çok tatlış olmuş diyorum. Kalp kalp kalp.  

Özetle, bu tür yazılara Ahmet Kural tiplemelerindeki ciddiyetin ötesinde bir ciddiyetle yaklaşamıyorum. Ama Yeni Şafak bir mizah dergisi olsa okurum. Düşünün, ben... Yeni Şafak! Okurum diyorum.


Ha bir de bonus soru:

Ne zaman “En güzel eser benim: Kafam garplı ruhum Türk” yarılmasını aşacaksın, sevgili sağcı düşünürüm?

5 Ağustos 2014 Salı

Natama Dergisi'nden İstifa Ediyorum

Türkiye dergiciliğindeki bir takım boşlukları doldurmak ve üretime “başka” bir katkıda bulunmak amacıyla kalabalık bir ekip tarafından kurduğumuz ve 7 sayı çıkarmış bulunduğumuz Natama Dergisi’nden; dergide bir takım iç kamplaşmaların husule gelmesi ve derginin çıkış amacına aykırı olarak poetik olmayan dış kutuplaşmanın bir tarafını temsil edecek konuma yerleşmesi sebebiyle, istifa ediyorum. Hiç şüphesiz dergi içi kamplaşmanın ve dış kutuplaşmanın oluşmasında kendimin de tembelliği, umursamazlığı, yorgunluğu ve bireysel hataları mevcuttur. Sırf bu yüzden bile olsa dergiden ayrılmaktan başka bir çare kalmamıştır. Dergiden ayrılış serüvenim geçtiğimiz Mayıs ayında yayın kurulundan istifa etmemle başlamış ve kademe kademe bugüne gelmiştir. Dergideki arkadaşlara teşekkürlerimi sunar, okurumuzun önünde saygı ile eğilirim. Konu ile ilgili dedikodusal herhangi bir soru soranların ise -ne kadar yakınım olurlarsa olsunlar-, canlarını yakarım. 

20 Temmuz 2014 Pazar

maskeli çarşıda premodern insanın davranış biçimleri

bu yazıyı okumadan 2011 tarihli bu yazıyı oku

Sosyal medya diye bir şey çıktı. Ben buna maskeli çarşı diyorum. Yani yeni buldum bu tamlamayı. Bir masken, kostümün ve seni anlatan kısa bir pankart alarak, Üsküdar Çarşı’ya çıkıyorsun. Çarşının durumuna göre cebinden çıkardığın kalemle çarşıda bulunan yığına (kitle ya da halk demiyorum) düşüncelerini yazıyorsun, pankartlar birikiyor vs. konunun şiire ve şairliğe değen yönünü daha evvel (2011) yazmıştım. Şimdi biraz da avamın anlayacağı şekilde buradaki insanı inceleyelim. Buradaki insan bedensiz bir insan, bedeninin fotoğrafını koysa bile 3 boyutlu değil ve ayrıca ebatları anlaşılmıyor. Buradaki insan bir yazar. Bu insanın diksiyonu, hitabeti, ses tonu/güzelliği yani onun fizyonomisi anlaşılmıyor. İnsan ilişkilerinde başı çeken fizyonomi, sosyal medyada, maskeli çarşıda yok. Düşünce önem kazanıyor. Analitik düşünce ve dili güzel kullanma becerisi öne çıkıyor. Zaten tweetin sanata değdiği nokta da bura. Ama konumuz bu da değil.

Sosyal medyayı kartvizit olarak kullananlar var. Adı soyadı ve fotoğrafıyla burada. Onu gerçek hayatta tanıyanlar maskeli çarşıda da tanıyor ve iletişim kurabiliyor. Bu insanlar bazen bir yerlerde çay içme keyfi yapar, saftır, boşboğazdır, duyarlıdır, temizdir, çoğu tuvalete gittiğini gizler ve tuvalette paylaşımda bulunmaz. Sağlıklı bireyler.

Kimileri de felsefi bir kavram ya da uydurulmuş bir rumuzla, anonim bir fotoğraf ya da ünlü birinin yüzüyle sahneye çıkar. Mesela Cemalettin ağaçkakan isminde biri olsun, profil fotoğrafında bir kuş, biyografi kısmında da harcı alem bir vecize. Kimileri böyle sessiz sessiz ortamda durur, ara sıra eğlenir. Kimileri de götüne kazık sokulmuş gibi fenomen olmak için asar, takipçi sayısını arttırdıkça arttırır, gündem maddesinden gündem maddesine koşar, bunu yaparken de muhakkak yanından yöresinde bir şıracıyla dolaşır. Hatta bunlar çakal sürüsü gibi 30-40 kişi sürekli birbirleriyle rtleşerek genel rtleşme içinde paylarını yüksek tutarlar. Okuduğu iki genel kültür kitabıyla birbirinden gördüğü yarım yamalak bilgileri harmanlayıp, bu böyleyse şu şöyledr o vakit o öyledir yöntemiyle bi kere türk soluna bi kere kürtlere bi kere kadın cinayetlerine bi kere Sakarya depremine uygular, sabahlara kadar birbirlerini kandırırlar. Bu 30 kişi ne hikmetse adlarını maskeleyerek anarşistliğin kralını yaparlar ama en ufak bir meselede fikir ayrılığına düşmezler. Zaten bir olay çıktığında hepsi ilk yorumu yapmak ve taraf almak için birbirini bekler. Biri rengini hafif belli edince diğerleri de deli gibi abanır. Çünkü fikirleri yoktur, sadece binlerce takipçileri vardır. O sakat personalar, gerçek bir kişi kendilerine sataştığında ise sanki şahıs haklarına saldırılmış gibi tepki verir, küser, adam toplar intikam alırlar. Kırılgandırlar. Hukuken ve vicdanen bir hakları varmış gibi hissederler. İçine girdikleri maskeyle bütünleşmiş ve kendilerini kaybetmişlerdir. Bu maske içinde artık kadın, erkek, pkkli, gezici, yaşlı genç vs olamayacaklarını anlayamazlar. O kadar ki bunların takipçileri de onları gerçek sanar ve bir mefkure yükler, maske ile et sıkı sıkıya bağlanır, “merhaba en azut, senden bu erkek egemen dili beklemezdim”. Nerden biliyorsun adamın erkek olduğunu, belki erkeklik organı yok ve bunun yerini eril dille dolduruyor, bu özürlünün bu hareketini eleştiremezsin ki, sakatın değnek kullanmasını ateşli silahlı kanunlara bağlamak gibi bir saçmalık olur bu? “Eski sevgiliniz mi neden adı soyadı yüzü belli olmayan bu personayı sırf 50.000 takipçisi olduğu için ciddiye alıyorsunuz? O zaman siz kezosunuz? Hiç tanımadığın hatta hiç olmayan birini burnundan çıkardığı sümüğü kanepenin altına sürdüğü için yargılayamazsın. İşte 20 Aralık 2013 tarafından bu şahıslara geçen diyaloglarım.https://twitter.com/cihatolog/status/414005386572599296

11 Temmuz 2014 Cuma

çiftleşmek bakmak ve kezoluk üzerine

bakmanın cinsel olup olmadığını tartışmadan evvel cinselin olup olmadığını tartışmaya gerek var. eğer cinsellik varsa her şey cinseldir. eğer cinsellik yoksa hiçbir şey cinsel değildir. fakat daha evvel pek biçimsiz bir kelime olan cinselliğin de yerine başka kelime bulalım. konumuzu açacak bir isim. çiftleşme diyelim buna. çiftleşmek var mı, yok mu? çiftleşmek var. o halde bana göre her şey çiftleşmekle ilgilidir. peki bir erkeğin bir kadına bakmasının çiftleşmeye davet ya da çiftleşme ile çok yakından ilgili olduğunu nasıl anlayabiliriz. peki bir kadının bir erkeğe bakarken peki bir kadının kadına peki bir erkek? bakış anında çiftleşme organına bakmak gerekiyor. ereksiyon ya da sulanma var mı? çünkü bir insana bakmanın ne anlama gelmediğini ancak böyle anlayabiliriz. herkes çiftleşme organını açsın şehrin en işlek caddesine çıksın. o zaman bütün gerçek tecavüzcüler ortaya çıkacak. bir çocuğun bir kadının bir erkeğin bir kedinin yansıttığı güneşin göz tarafından beyne aktarılmasındaki şeyi yoksa nasıl anlarız?

geçenlerde kadının biri sosyal medyada "ağzından kezo lafını düşürmeyen erkekler bizler eğildiğimizde götümüze bakıyor" diyerek "kezo" kavramıyla "bakma eylemi" arasında rabıta kurdu. kadının götünde de gözleri olduğu için kendisine bakan erkeği tespit etmiş, demek ki sadece götten sallamıyor, aynı zamanda götüyle görüyor da. kezban'lık bakışla ilgili olamaz, mukayese edilemez. kezbanlık kadınlıktaki yarıktır/yarılmadır bu yarılmanın erkek tarafından bilinçli bir şekilde yanlış anlaşılmasıdır, kezbanlık kadının verdiği açıktır, kezbanlık tiksindiricidir. bakış kutsaldır. bakışın çiftleşme organını şişirmesi yani kalpten organlara kan pompalaması sadece sapanlarda/sapıklarda gerçekleşir. ve bu bir hastalıktır, bu tür hastalar öldürülmelidir. bakışın abartılması ve muhatabın rahatsız edilmesi (ereksiyon olmasa bile) sapıklık değildir, suçtur, günahtır, cezalandırılmalıdır. 

10 Temmuz 2014 Perşembe

İlk Şiir Kitapları Üzerine Düşünceler

2000’li yıllar şiirin nereye yöneldiği konusunda yapılan tartışmalar bağlamında renkli geçmişti. 2000-2010 yılları arasında şiir üzerine yapılan gerek dergi mecralı tartışmalar, gerek sanal ortamda yapılan kavgalar şüphesiz şiirimizi bir mısra mesafesi kadar da olsa ileri taşımıştır. 2010’lu yıllara geldiğimizde ise bu tartışmaların, şiir üzerine düşünce yazılarının azaldığını görüyoruz. Peki, ne oldu? Şair, şiirle ilgili neden sustu? ? Günümüz şiirinden uzak ve akademisyenlerin ikinci yeni fetişizmi ile ilerleyen bir akademi, susmuş şairler hiç tat vermiyor. Bu suskunluğu bir nebze olsa bozmak, ortama çığlık veremesek bile ufak bir fısıltı vermek adına, 2012-2013 yıllarında ilk kitaplarını yayımlayan on iki şairi seçtik. Şüphesiz bu yıllar arasında sadece bu 12 ilk kitap yayımlanmadı. Yayımlanan fakat elime geçmeyen, elime ulaşsa da kitaplığımda kaybolan kitaplar da var. Burada amacımız 12 şairi göğe yükseltmek ya da tenkit ederek yerin dibine batırmak değil. Amacımız günümüz şiirine ulaşmaya çalışan okura ya da ortamı anlamaya çalışan şaire, 12 şair üzerinden örnekler göstererek harita tutmak. Kitaplarını okuduğumuz şairler ve ilk kitaplarının isimleri şöyle:
Mehmet Molla, Mehmet Davut Özdal, Ekim 2011
Maaşsız, Mehmet Davut Özdal, Haziran 2013
Kemik Yasası, Emre Öztürk, Ocak 2012
Sistem Çöktü Misal Çok Yalnızım, İsmail Aslan, Eylül 2012
Büyük Şehir Kahve Molasında, Enes Özel, Ekim 2012
dünyanın en modern zebrası siyah beyaz, Davut Yücel, Kasım 2012
asdasd, Özgür Göreçki, Aralık 2012
Kırmızı Perfect, Rıdvan Gecü, Şubat 2013
İhtimal Cüce, Murat Çelik, Temmuz 2013
Sağcılık Şiirleri, Ufuk Akbal, Temmuz 2013
Tutukevleri Boyunca Ahizelerde Bırakılanlar, Kadir Yanaç, Temmuz 2013
İronika, Özgür Ballı, Ocak 2012
Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi, İsahag Uygar Eskiciyan, Haziran 2013
Bu ilk şiir kitaplarından evvel yazılan şiirle ilgili kitaplar da bu dönemde çıkmış oldu. 2000’lerde dergilerde yazılan yazılar, 2000’lerin sonunda ve 2010’ların başında kitaplaştı. Enis Akın’ın Kekeme Türk Şiiri, Murat Üstübal’ınDirimkurgu, Hayriye Ünal’ın Eşikteki Özgürlük, Serkan Işın’ın Tüğün, Utku Özmakas’ınMilenyum Kuşağı gibi kitaplar 2000’li yıllardaki şiiri ve önceki şiiri algılama ve yorumlama açısından faydalı diyebileceğimiz eserler. Bu dönemde kendini avangart ya da yeni iddia edenlerle konvansiyonel şairler tartışmışlardı. Konvansiyonel şairler kendini ‘yeni’ iddia edenlerle “taklitçi”, kendini ‘yeni’ iddia edenler ise konvansiyonellere “gerici” diyordu. Bu yazının amacı yeni-eski tartışmalarını alevlendirmek değil, son yıllarda ilk kitabını çıkartmış şairlere bir bakmak.

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...