2000’li yıllar şiirin nereye yöneldiği
konusunda yapılan tartışmalar bağlamında renkli geçmişti. 2000-2010 yılları
arasında şiir üzerine yapılan gerek dergi mecralı tartışmalar, gerek sanal
ortamda yapılan kavgalar şüphesiz şiirimizi bir mısra mesafesi kadar da olsa
ileri taşımıştır. 2010’lu yıllara geldiğimizde ise bu tartışmaların, şiir
üzerine düşünce yazılarının azaldığını görüyoruz. Peki, ne oldu? Şair, şiirle
ilgili neden sustu? ? Günümüz şiirinden uzak ve akademisyenlerin ikinci yeni
fetişizmi ile ilerleyen bir akademi, susmuş şairler hiç tat vermiyor. Bu suskunluğu
bir nebze olsa bozmak, ortama çığlık veremesek bile ufak bir fısıltı vermek
adına, 2012-2013 yıllarında ilk kitaplarını yayımlayan on iki şairi seçtik.
Şüphesiz bu yıllar arasında sadece bu 12 ilk kitap yayımlanmadı. Yayımlanan
fakat elime geçmeyen, elime ulaşsa da kitaplığımda kaybolan kitaplar da var.
Burada amacımız 12 şairi göğe yükseltmek ya da tenkit ederek yerin dibine
batırmak değil. Amacımız günümüz şiirine ulaşmaya çalışan okura ya da ortamı
anlamaya çalışan şaire, 12 şair üzerinden örnekler göstererek harita tutmak.
Kitaplarını okuduğumuz şairler ve ilk kitaplarının isimleri şöyle:
Mehmet Molla,
Mehmet Davut Özdal, Ekim 2011
Maaşsız,
Mehmet Davut Özdal, Haziran 2013
Kemik Yasası,
Emre Öztürk, Ocak 2012
Sistem Çöktü Misal Çok Yalnızım, İsmail Aslan, Eylül 2012
Büyük Şehir Kahve Molasında, Enes Özel, Ekim 2012
dünyanın en modern zebrası siyah beyaz, Davut Yücel, Kasım 2012
asdasd,
Özgür Göreçki, Aralık 2012
Kırmızı Perfect, Rıdvan Gecü, Şubat 2013
İhtimal Cüce,
Murat Çelik, Temmuz 2013
Sağcılık Şiirleri, Ufuk Akbal, Temmuz 2013
Tutukevleri Boyunca Ahizelerde Bırakılanlar, Kadir Yanaç, Temmuz 2013
İronika,
Özgür Ballı, Ocak 2012
Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi, İsahag Uygar Eskiciyan, Haziran 2013
Bu ilk şiir kitaplarından evvel yazılan şiirle
ilgili kitaplar da bu dönemde çıkmış oldu. 2000’lerde dergilerde yazılan
yazılar, 2000’lerin sonunda ve 2010’ların başında kitaplaştı. Enis Akın’ın Kekeme Türk Şiiri, Murat Üstübal’ınDirimkurgu, Hayriye Ünal’ın Eşikteki Özgürlük, Serkan Işın’ın Tüğün, Utku Özmakas’ınMilenyum Kuşağı gibi kitaplar 2000’li
yıllardaki şiiri ve önceki şiiri algılama ve yorumlama açısından faydalı
diyebileceğimiz eserler. Bu dönemde kendini avangart ya da yeni iddia edenlerle
konvansiyonel şairler tartışmışlardı. Konvansiyonel şairler kendini ‘yeni’
iddia edenlerle “taklitçi”, kendini ‘yeni’ iddia edenler ise konvansiyonellere “gerici”
diyordu. Bu yazının amacı yeni-eski tartışmalarını alevlendirmek değil, son
yıllarda ilk kitabını çıkartmış şairlere bir bakmak.
Mehmet Davut
Özdal
Özdal, ilk kitabı Mehmet Molla’dan iki yıl sonra Maaşsız’ı
çıkardı. İki kitabını bir arada değerlendirmeyi kolaylaştıracak şekilde
üslubunda pek de değişiklik yapmadı. Özdal, gündelik dili şiire yediriyor fakat
tam doyurmuyor. Şiir, Özdal’ın günlük dili karşısında tatminsizlik yaşıyor. Peki,
bu Özdal’ın mizahı fütursuz olarak şiirde kullanma cesaretine ve bu yolda belki
de ilk olmasına bir gölge düşürür mü? Bence düşürmez.
“Yemekte acı
biber bulaşmış elini tuvalette dokundurmandan
Dolayı cinsel organın yanıyor olabilir” (Maaşsız, s.15)
“kakan içine
düşünce klozetten götüne
su sıçradı”
(Maaşsız, s.25)
Dikkat ederseniz Umut Sarıkaya tipi mutsuzluk halleri, Özdal’ın şiirinde vücut
buluyor. Herhangi bir karikatürün açıklaması gibi okunabilecek dizeler. Elbette
Süleyman Efendi’nin nasırının Orhan Veli’nin şiirine girdiği zaman kopan bir
gümbürtüyle karşılamıyoruz Özdal’ın hamlesini. Daha açık ve iyimseriz. Bunu bir
deney olarak kabul etmemiz gerekiyor. Fakat şu soruyu da cevaplamak gerekir:
Mizaha bu kadar yer açmak, hedefi mizaha yöneltmek şiir mecrasında ne kadar
etkili? Mizah dili zaten işlenmiş bir dildir. Cemal Süreya’nın“Şiire Düşman”
olan “Folklor”u neyse;
mizah, günlük konuşma, vb. diller de odur.
Yine aynı şekilde politik söyleme angaje olmuş şiirlerde de söz konusu kurucu
politik dil folklordur. Burada aklımıza şu soru gelebilir: Peki politik,
mizahi, gündelik konuşma dilini vs şiire katamayacaksak şiiri nasıl yazacağız?
Alternatif kullanmak gerekir, patikalardan yürümek gerekir kanaatindeyim. Burada
Özdal hazır dile konmuş olmuyor mu? Komediyi komedi olarak kabul etmeyip,
komedi dilini şiire tahvil etmenin trajedisi diyebiliriz Özdal şiiri için.Şiirde
trajedi peşinde olanlar için muazzam bir teknik. Fakat Özdal bunun peşinde
midir bilemeyiz. Ayrıca günümüzde mizah da mizahta kalmamıştır. Mizah, ekşi
sözlüğün eline geçmiştir.Özdal özellikle ikinci kitabı Maaşsız’da birinci tekil
şahsın ağzından ikinci tekil şahsın kulağına hitap ediyor. Fakat biraz dikkatli
baktığımıza bu ikinci tekil şahsın da ben
olduğunu anlıyoruz. Özdal,kimsesizlik durumunu bu yöntemle “yalnızlık”
kelimesini kullanmadan anlatılmış kitapta.
İsmail Aslan
İsmail Aslan işçi bir şair. Hemen işçiliğin
göze çarptığı bir dize ile örneklendirelim:
“Neremi
öptüysen orda
Bir köy var uzakta” (SÇMÇK, s.24)
“annem bu
intiharı anlatırken kurur
erkek gibi
olur
(kuruyup erkek gibi olmak annemin tabiridir.)” (s.16)
Kitapta, internet, bloglar, facebook, mobese
gibi teknolojik ayrıntılar sıklıkla göze çarpıyor. Bu da özfarkındalığı olan
bir şair için çok normal. İnternet, iletişimin bolluğu sanatı doğrudan
etkilemiştir. Dünya savaşlarının ve rejim değişikliklerinin sanatta meydana
getirdiği yarığın bir benzerini getirmiştir internet. Üreten ile tüketen
arasında mesafe yitmiş; incecik, şeffaf bir perdenin arkasında sanatçı tüm
çıplaklığı ve spekülasyonuyla kendisiyle baş başa kalmıştır. Bu yolda yalnız
değilAslan; bunu sorunsal yapan şairlerden.
İsmail Aslan vahdet-i vücutçu bir şair. Bu yüzden ona mürted diyemiyoruz. Aslan’ın Allah ile olan ilişkisi bizi Ah Muhsin
Ünlü’ye, Cahit Zarifoğlu’na, Nesimi’ye oradan da İbn-i Arabî’ye kadar
götürebiliyor. Kutsal olan ilecismani olan/günah olan arasında kurduğu korelasyondan
şiir çıkarmasını başarıyor. Aynısını devlet olan ileolmayan (arzu-yasa)
arasında kurduğu bağla da yapabilirdi ama pek tercih etmemiş.
“Memelerin güzel ama inan Allah bitmez” (s.56)
“Şuramda birikmiş Allah sanki” (s.49)
“Allahıma
bukalemunlar pigment hatasıdır
Allahıma hata sızıdır” (s.45)
Rıdvan Gecü
Rıdvan Gecü bu kuşağa iki şeyi hatırlattı.
Birincisi, slogana kaçmadan şiirde politik tavır nasıl ortaya konur? İkincisi,
şiirde ironi ile mizah arasındaki denge nasıl kurulur? “Politik şiir” tamlaması
günümüz gençliğini ürkütüyor. Akıllara 70 kuşağını ve içine istif edilmiş
sloganları, hapishane hatıralarını, yatıp çıktıktan sonra kendini içki
masalarında satan entel görünümlü şairleri akıllara getiriyor. İşin aslı, şiir
dilinin politik olması gerçeğidir. Poetika, başlı başına politiktir. Hayatı,
yazıya geçirme uğraşında takınılan üsluba şeklini verir politika. Fakat bunun
tam tersi şairi şiirden uzaklaştırmaktadır. Politik söylemi “cahil okuru”
bilinçlendirme/ajite etme amaçlı olarak şiirin alt yapısı olarak tasarlamak hem
şaire hem okura rasyonel bir fayda sağlamaz.
“ölmemesi
gerekirken ölenlerin
kanlarıyla yıkandım” (s.9)
“kesin
hükümler içeren cümleler doğrudur.
örnek:
zırkemalistten iyi şair çıkmadı çıkmaz. Şiiri bir adım ileri
ataollar yılmazlar götürür.” (s.19)
“seni
unuttum sanma şakirt, insan erteliyor bazı
fazla
kalabalık olunca başı.
şöyle
yapalım,
maklubenin
kaşığını düşüren bulaşıkları
hitabeti en güçlünüz beyinleri yıkasın” (s.75)
İlk örnekte örgütlü olmamanın vermiş olduğu
utancı şiire taşıyor Gecü. Hepimizde mevcut, tanış bir utanç bu. Bu dizeleri
Lorca’ya, Üç Fidan’a, Gezi Şehitleri’ne rahatlıkla ithaf edebiliriz.
Eskimeyecek dizeler. İkinci örnekte isim vererek adı politik şaire çıkmış bazı
şairleri hicvediyor. Üçüncü örnekte ise uzun yıllardır ülkede etkin olan dini
bir cemaati, cemaate ait sembollerle hedef alıyor. Fakat kesinlikle kinci bir
tavır değil, saldırıyı şiire tahvil etmesini biliyor Gecü.
Önceki kuşakların günümüz genç şiirine
yönelttikleri en büyük suçlama şiirin mizahtan, ironiden ve komediden ibaret
olmasıdır. İlk bakışta haklı gibi gözüken bu suçlamanın biraz araştırma
yapıldığında pek de delillere ve bilgiye dayanmadığı anlaşılır. Komik olan şeyi
aktarmak mizahın görevidir. Cem Yılmaz’ın lokantaya gidip ne yiyeceğine karar
veremeyen insan ve garsonun hallerini aktarması mizahtır. Şahıslar lokantaya
gider, elleriyle tabak işareti yaparak ortaya karışık bir şeyler ister. Burada
komik bir şey yok. Fakat bu şahısların belli bir ülkede sayıca fazla olması ve
mekanik olarak lokantalarda aynı hareketi yaparak garsondan ortaya karışık bir
şey istemesi bir mekaniklik, hayata uymayan bir robotluk ortaya koyduğundan
komik olur ve Cem Yılmaz bunu anlatarak mizah yapmış olur. Biz de bu terkibe
gülerek mukabele ederiz. Ya da Mehmet Davut Özdal’ın“durmadan gönlüme girdin ey yar/ daraltsam gönlümü bokun çıkar”
(Maaşsız, s.38) dizelerinde anlattığı durumu gözümüzde canlandırdığımızda komik
bir imaj oluşur ve güleriz. İroni ise acıklı güldürüdür. Sanata dâhildir. Hayatla
ilişkisi kaygandır.Edebi bir sanat olarak da kabullenebiliriz ironiyi. Bir şeyi
söyleyerek hiçbir şey söylememeyi ya da başka bir şey ima etmeyi barındırır.
İstihza göze çarpar.
“-kızınızla yatıyorum teyze bana bu adar iyi
davranmayın.” (s.100)
Özgür
Göreçki
Söz oyunları, dizgeyi/kelimeyi/cümleyi bozup
yeniden yapma, dini alegoriler, kutsal kitap pastişleri Göreçki şiirinin temel
kaynakları. Kuşağımızda Saussure ile en çok didişen şairlerden Göreçki. Bu
anlamda yukarıda ironi hakkında söylediklerimizin söylediklerimizinhatırlanması
ve kitabı okurken bize eşlik etmesi gerekir. İronik bir şiir yazmakla kalmıyor
Dada’ya mahcup bir selam çakarak ilerliyor.
Göreçki’nin şiiri belli bir doygunluktan sonra
peygamber vitesine takıp şairini ezebiliyor, gösterilen bir anda acıyla
göstergeden sıyrılıyor, “gösterge”deki bilinç yarılması, kısmi şizofreni hemen
göze çarpıyor. Bu aşamadan sonra yazılanın tesadüfen oluştuğunu, makine yardımı
ile yazılabileceğini de düşündürüyor. Kitabın tamamını düşündüğümüzde üzerine
kurulan sabit bir düşüncenin olmaması bizi bu kanıya götürdü. Şimdilik iyi,
fakat bu köksüzlük Göreçki’ye hep aynı şiiri yazdırabilir, Göreçki kendini
aşamayabilir.
“Durup durup üç kulhuvallah bir sigara
yakıyorum.” (s.69)
“en son kimin duası en son biterse ölüyü en
çok mu sevmektedir.” (s.18)
“sen hiç kurban kesmiş miydin kesitysen
köprüde koyununa ben de binebilir miyim.”
(s.19)
Yukarıda verilen örneklere baktığımızda
Göreçki ile yaptığımız açıklamalar zihinlerde biraz daha aydınlanacaktır. Peki,
tıpkı İsmail Aslan gibi dini göndermeler ve dini mitleri yoğun olarak kullanan
Göreçki’yi buna iten şey nedir? Aynı soruyu, psikanalitik eleştiri kuramı
bakımından şöyle soralım. Şairin yazdığı bu tür şiir bizi nasıl bir
bilinçaltına götürür? Anadolu’da salık verilenşaman kökenli şekilci İslam,
Anadolu’ya has sertliği yumuşatamayan merhamet dini İslam Anadolu insanını
azıcık da olsa karaktersizleştirmiştir. Türkiye’de kendini Müslüman sanan bir
genç kendisinden çok yaş büyük, 40 yaşında, dul bir kadınla evlenemez.
Peygamber olsa bile evlendirmezler. Ayıplar, aşağılarlar. Bu ortamda büyüyen
çocuklara menkıbeler anlatılır, ibadetlerini aksattığı zaman ateşte cayır cayır
yanacağını bilir. Çünkü dinde zorlama yoktur. Arzu ve yasa ilk bu bölgede
çatışır ve yasa her zaman kazanır. Şairin metne yansıyan bilinçaltında yasa
tarafından kastrasyona uğratılmak istenen özgürlüğün bağırtısını bu şekilde
duyuyoruz. Nuh’un gemisine sığınamayan bir oğul. Yanlış temsil edilen üzerinden
oluşturulan yanlış şiirin hakikate yaklaşma becerisi. Çünkü duvarda meleğin
getirdiği koyun var. Bıçak var. Hazreti Ali’nin uzun saçları ve
düzgün/düpdüzgün kaşları var. Bu yanlış temsillerin uğradığı yapıbozum bizi
hakikate çekiyor. Beceriyor bunu. Şairler, taklidi iman karşısında tahkiki
imanı tutuyorlar. Ve intikam gerçekten acı oluyor.
Ufuk Akbal
Ufuk Akbal, neo-epik şiirin parodisini yapıyor
olabilir mi? Ufuk Akbal’ın şiirini tasnif ve tefrik edilmiş bir düzleme
koymadan önce onu belirlemek lazım. Ufuk Akbal parçalı bir şiir yazıyor. Epik
ya da lirik diye tasnif edemeyeceğimiz bir ara tür üzerinden melez bir yapı
kuruyor. Şiiri, sosyolojik göstergelerle bir yandan Osman Konuk’a, diğer yandan
ironik ataklarla felsefenin kalbine sürüklüyor okuyucuyu. Fakat yargı cümlesini,“dir”,
“dır” eklerini çok kullanmasıyla kendi şiirini aforizmaya çevirmekten de
alamıyor kendini.
“şairin
anlattığı kadardır dünya, fazlası değil,
şairin gözü
kem şahindir
kendine
bulduğu kömür, çok zaman
başkalarının elmasından dökülen kindir” (s.37)
Akbal şiirinde şahıslar ve kurumlar çoğu zaman
satirle, kısmen ironi ile parçalanır ve yeniden aslına aykırı biçimde dikilir.
Bu yapboz şiirine hareket katar ve okuru diri tutar. Neşe vericidir.
“seni
sevmiyorum ege aydan
çünkü seni doğuran annem değildir” (s.77)
“ben
ıspanakta demir olduğu inancıyla
mhp’ye katılan genç kitleler bilirim.” (s.36)
Ispanak, demir, kas, Temel Reis, ülkücü reyizi, MHP. İmgenin parçalı yapısını ve
dilde yer buluşunu algılıyor musunuz? Gösteren nasıl da öne atılıyor ve
göstergeyi parçalıyor?
Deleuze’ün düşüncelerini açıklayabilmek için
elimizde artık bir örnek daha var. Murat Belge’yi, Haydar Dümen’i, Posta
Gazetesi’ni, İbrahim Tenekeci’yi, Latif Şener’i, Ege Aydan’ı, Bülent Parlak’ı,
Benjamin’i, Foucault’yu aynı şiirde eritme cesareti işte buradan geliyor.
Yukarıda bahsettiğim aslına aykırı dikiş olmasa, Ufuk Akbal basit bir paparazzi
olarak tarihe düşülecekti.
Davut Yücel, Enes Özel, Murat Çelik, İsahag Uygar Eckiciyan, Emre Öztürk, Özgür Ballı, Kadir Yanaç ile ilgili düşüncelerimizi bir sonraki sayıda belirteceğiz.
Cihat Duman
(Natama Dergisi'nin Nisan Mayıs Haziran 2014 tarihli 6. sayısında yayımlanmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder