Leyla’nın Biraderleri
bir “kardeşler” filmi. Bu kez Totem ve
Tabu’daki korkunç sahne gerçekleşiyor, kardeşler birleşip babayı öldürüyor.
Kardeşler, dramada yazara hazır bir ilişkiler kalıbı sunar; kardeşi olan
herkesin empati yapacağı, karakterler arasındaki ilişkinin temelinin ve
geçmişinin sorgulanmadığı, bu temel ve geçmişe zamanımızı harcamayan bir anlatı
ya da atmosfer hediye eder. Freud’un Karamazov
Kardeşler’e yazılmış en iyi roman demesi bu yüzden tesadüf değildir. Film
sadece bir kardeşler filmi değil, yoksulluk filmi de. Yoksulun çaresizliğini
anlatan bir film. Sadece yoksulların anlayacağı bir film. Çaresizlik bir
karakter olmuş, heyula şeklinde dolaşıyor sahnelerde. Yoksulluk edebiyatı orta
sınıf ve burjuvaya iyi gelir. Şatafatlı dizileri de en çok yoksullar izler. İki
taraf simgesel uzamda çok iyi anlaşıyorlar demek.
Ben, yaşadığını ya da hâlihazırda yaşıyor olduğunu yoksulluk
zanneden çok sanatçı gördüm. Yoksulluk, yokluk, sefillik, sefalet, fakirlik,
miskinlik eş anlamlı kelimeler gibi gözükmelerine rağmen değişik değişik
seviyededirler. Sanat dünyasında, başka hiçbir dünyada gözükmesi mümkün olmayan
çok ilginç bir yoksulluk özentisi ve taklidi vardır. Yoksulluk adeta bir
sanatçı hususiyeti olarak algılandığı için elinizi çarpsanız yoksula denk
gelirsiniz. İstatistik verilerine göre açlık ve yoksulluk sınırı bellidir.
Fakat bizim yönetmenlerimize, ressamlarımıza, şairlerimize, oyuncularımıza
bakarsanız açlık sınırının altında orta sınıfa, yoksulluk çizgisinin üstünde
karnı aç dolaşana denk gelebilirsiniz. Evi, arabası, yazlığı olduğu halde ortak
masada hesap ödememeyi itiyat haline getirmişinden tutun da geçmişte baba evine
çift maaş girdiği için kendini fakir sananına kadar değişiklik gösterir. Bu
arkadaşlar yoksulluklarını, muayyen bir zenginlik seviyesine göre ölçtükleri
için köşeyi döndüklerinin farkına asla varamıyorlar. Aslında yoksulluk açık ve
nettir: Aç kalmak, damsız kalmak, çıplak kalmak ya da bu üç durum düzelse bile
eski hale gelmekten sürekli ama delice korkmak yoksulluktur. Yoksulluk sanrısı
kişinin cimrilik derecesine göre de değişir. Cimri, biliyorsunuz, insandan
sayılmadığı için yaptığının sanat eseri sayılmasına imkân yoktur. Cimri, bokunu
sever. Yani bebeklikten çıkamamıştır. Fakirlik bahsinde cimriler konu dışı.
Herkesi cömert addedeceğiz.
Yoksulluğu bilen biri olarak Leyla’nın ailesinin yoksul
olduğunu söyleyemeyeceğim. Çünkü evlerinde vitrin var. Tencere kaynıyor. Aynı
odada yatsalar da başlarında dam var. Hatta biraz zorlayıp 5 kardeş birleşip
bir tuvalet satın alabiliyorlar. En küçük kardeşin arabası bile var. Aile,
aşiretteki diğer ailelere nazaran hazin vaziyette. Bu ise utanç yaratıyor.
Soysuzlaştırıyor bu insanları. İstanbul’da bilhassa bazı göçmenlerin içinde
bulunduğu durumla karşılaştırdığımıza filmdeki bu ailenin durumu oldukça iyi
sayılabilir. Gidin bakın Adıyaman’ın köylerine. Arguvan’a. Hele şu depremden
sonra Samandağ’a, Gölbaşı’na. Esenyurt’ta sadece dolaşım, sindirim ve boşaltım
sistemi çalışmaya devam etsin diye tekstil atölyelerinde çoktan başlamış bir
ölüm sürecini uzatan Suriyeliler var. Ayda 100 Dolar alıyorlar. Bir ulaşım
bileti olmuş 7-8 lira, 10 lira akbil yüklemek için makineyi rahatsız eden
yetişkin gördüm geçen gün. Kuştepe’de sıradan insanlar da çöplerden hurda
toplamaya başlamış, 7-8 ay önce başörtülü bir teyze plastik su şişesini görünce
geri dönüp aldı, çantasına koydu. Leyla’nın baba evi ülkenin şimdiki durumu ile
kıyaslandığında bayağı bir zengin evine denk geliyor.
Fakat kavgaları tanıdım. Yedi sekiz, belki on kavga var film
boyunca. Tamamı yoksul insan kavgası. Kardeşler birbirine giriyor, ebeveynlere
saldırılıyor, babayı korumak için dayak yeniyor. Her vaka kavga ile
sonuçlanıyor. Bu yönüyle bu film beni çocukluğumda izlediğim kavgalara götürdü.
Ben hep o an konuşanın tarafını tutardım. Yoksulluk o insanları öyle bir
pişirmişti ki söz ağızlarına çok yakışıyordu. Filmde de öyle. Çaresizlik Şişli
Camii müştemilatında lokma dağıtır gibi haklılık dağıtıyor. Kavgalardan ziyade
çaresizlik anlarında dermanın dizlerden çekilme anları var. Herkesin başına bir
kere geliyor. Özellikle altın fiyatlarının yükselme sahnesinde kardeşlerden
birinin çaresizlikten kusması unutulacak gibi değil.
Ben filme bir kadının ataerkil düzene karşı ettiği mücadele
ekseninde bakamıyorum yukarıdaki ayrıntılardan dolayı. 5 kardeşin bir tuvaleti
mülkiyet edinme umuduna sarılması sanatsal bir abartı olarak gelmiyorsa burada
senaristin büyük bir sihirbazlığı var demektir. Dehanın ışığı aydınlatıyor
fayansları, klozetleri. Liderlik koltuğuna oturmanın sevincini yaşayan zavallı
bir ihtiyarı tam yemeğini yerken tahttan uzaklaştırmak tesadüf olamaz. Çünkü o
ailenin seviyesi, sülale gözünde o kadardır. O sahne sülale gözü denen kamera
ile çekilmiştir. Ve nihayet, bu taammüt o tokadı yapay kılmaz. O tokattan sonra
Leyla’ya bağıran kardeşin önceki sahnelerde babaya bağırdığı için başka bir
kardeş tarafından tartaklandığını unutmayalım. Tokadın hemen sonrası da
ayarlanmış yani. Bu işlerde en serbest olan kardeşe göstertiliyor tepki. Çok iyi.
İlk kavgalardan birinde bond çantanın içinden dökülen abur cuburları hiç
söylemiyorum. Ve büyük kardeşin evden çaldığı yumurtaları not edelim. Hikâye böyle
kilim gibi dokununca oyuncu seçimi, mekan, ışık, teknik vesairedeki bariz
kusurlar silinip gidiyor.