Bu Blogda Ara

19 Nisan 2023 Çarşamba

Leyla'nın Kardeşleri

 

Leyla’nın Biraderleri bir “kardeşler” filmi. Bu kez Totem ve Tabu’daki korkunç sahne gerçekleşiyor, kardeşler birleşip babayı öldürüyor. Kardeşler, dramada yazara hazır bir ilişkiler kalıbı sunar; kardeşi olan herkesin empati yapacağı, karakterler arasındaki ilişkinin temelinin ve geçmişinin sorgulanmadığı, bu temel ve geçmişe zamanımızı harcamayan bir anlatı ya da atmosfer hediye eder. Freud’un Karamazov Kardeşler’e yazılmış en iyi roman demesi bu yüzden tesadüf değildir. Film sadece bir kardeşler filmi değil, yoksulluk filmi de. Yoksulun çaresizliğini anlatan bir film. Sadece yoksulların anlayacağı bir film. Çaresizlik bir karakter olmuş, heyula şeklinde dolaşıyor sahnelerde. Yoksulluk edebiyatı orta sınıf ve burjuvaya iyi gelir. Şatafatlı dizileri de en çok yoksullar izler. İki taraf simgesel uzamda çok iyi anlaşıyorlar demek.

Ben, yaşadığını ya da hâlihazırda yaşıyor olduğunu yoksulluk zanneden çok sanatçı gördüm. Yoksulluk, yokluk, sefillik, sefalet, fakirlik, miskinlik eş anlamlı kelimeler gibi gözükmelerine rağmen değişik değişik seviyededirler. Sanat dünyasında, başka hiçbir dünyada gözükmesi mümkün olmayan çok ilginç bir yoksulluk özentisi ve taklidi vardır. Yoksulluk adeta bir sanatçı hususiyeti olarak algılandığı için elinizi çarpsanız yoksula denk gelirsiniz. İstatistik verilerine göre açlık ve yoksulluk sınırı bellidir. Fakat bizim yönetmenlerimize, ressamlarımıza, şairlerimize, oyuncularımıza bakarsanız açlık sınırının altında orta sınıfa, yoksulluk çizgisinin üstünde karnı aç dolaşana denk gelebilirsiniz. Evi, arabası, yazlığı olduğu halde ortak masada hesap ödememeyi itiyat haline getirmişinden tutun da geçmişte baba evine çift maaş girdiği için kendini fakir sananına kadar değişiklik gösterir. Bu arkadaşlar yoksulluklarını, muayyen bir zenginlik seviyesine göre ölçtükleri için köşeyi döndüklerinin farkına asla varamıyorlar. Aslında yoksulluk açık ve nettir: Aç kalmak, damsız kalmak, çıplak kalmak ya da bu üç durum düzelse bile eski hale gelmekten sürekli ama delice korkmak yoksulluktur. Yoksulluk sanrısı kişinin cimrilik derecesine göre de değişir. Cimri, biliyorsunuz, insandan sayılmadığı için yaptığının sanat eseri sayılmasına imkân yoktur. Cimri, bokunu sever. Yani bebeklikten çıkamamıştır. Fakirlik bahsinde cimriler konu dışı. Herkesi cömert addedeceğiz.

Yoksulluğu bilen biri olarak Leyla’nın ailesinin yoksul olduğunu söyleyemeyeceğim. Çünkü evlerinde vitrin var. Tencere kaynıyor. Aynı odada yatsalar da başlarında dam var. Hatta biraz zorlayıp 5 kardeş birleşip bir tuvalet satın alabiliyorlar. En küçük kardeşin arabası bile var. Aile, aşiretteki diğer ailelere nazaran hazin vaziyette. Bu ise utanç yaratıyor. Soysuzlaştırıyor bu insanları. İstanbul’da bilhassa bazı göçmenlerin içinde bulunduğu durumla karşılaştırdığımıza filmdeki bu ailenin durumu oldukça iyi sayılabilir. Gidin bakın Adıyaman’ın köylerine. Arguvan’a. Hele şu depremden sonra Samandağ’a, Gölbaşı’na. Esenyurt’ta sadece dolaşım, sindirim ve boşaltım sistemi çalışmaya devam etsin diye tekstil atölyelerinde çoktan başlamış bir ölüm sürecini uzatan Suriyeliler var. Ayda 100 Dolar alıyorlar. Bir ulaşım bileti olmuş 7-8 lira, 10 lira akbil yüklemek için makineyi rahatsız eden yetişkin gördüm geçen gün. Kuştepe’de sıradan insanlar da çöplerden hurda toplamaya başlamış, 7-8 ay önce başörtülü bir teyze plastik su şişesini görünce geri dönüp aldı, çantasına koydu. Leyla’nın baba evi ülkenin şimdiki durumu ile kıyaslandığında bayağı bir zengin evine denk geliyor.

Fakat kavgaları tanıdım. Yedi sekiz, belki on kavga var film boyunca. Tamamı yoksul insan kavgası. Kardeşler birbirine giriyor, ebeveynlere saldırılıyor, babayı korumak için dayak yeniyor. Her vaka kavga ile sonuçlanıyor. Bu yönüyle bu film beni çocukluğumda izlediğim kavgalara götürdü. Ben hep o an konuşanın tarafını tutardım. Yoksulluk o insanları öyle bir pişirmişti ki söz ağızlarına çok yakışıyordu. Filmde de öyle. Çaresizlik Şişli Camii müştemilatında lokma dağıtır gibi haklılık dağıtıyor. Kavgalardan ziyade çaresizlik anlarında dermanın dizlerden çekilme anları var. Herkesin başına bir kere geliyor. Özellikle altın fiyatlarının yükselme sahnesinde kardeşlerden birinin çaresizlikten kusması unutulacak gibi değil.

Ben filme bir kadının ataerkil düzene karşı ettiği mücadele ekseninde bakamıyorum yukarıdaki ayrıntılardan dolayı. 5 kardeşin bir tuvaleti mülkiyet edinme umuduna sarılması sanatsal bir abartı olarak gelmiyorsa burada senaristin büyük bir sihirbazlığı var demektir. Dehanın ışığı aydınlatıyor fayansları, klozetleri. Liderlik koltuğuna oturmanın sevincini yaşayan zavallı bir ihtiyarı tam yemeğini yerken tahttan uzaklaştırmak tesadüf olamaz. Çünkü o ailenin seviyesi, sülale gözünde o kadardır. O sahne sülale gözü denen kamera ile çekilmiştir. Ve nihayet, bu taammüt o tokadı yapay kılmaz. O tokattan sonra Leyla’ya bağıran kardeşin önceki sahnelerde babaya bağırdığı için başka bir kardeş tarafından tartaklandığını unutmayalım. Tokadın hemen sonrası da ayarlanmış yani. Bu işlerde en serbest olan kardeşe göstertiliyor tepki. Çok iyi. İlk kavgalardan birinde bond çantanın içinden dökülen abur cuburları hiç söylemiyorum. Ve büyük kardeşin evden çaldığı yumurtaları not edelim. Hikâye böyle kilim gibi dokununca oyuncu seçimi, mekan, ışık, teknik vesairedeki bariz kusurlar silinip gidiyor.   

 

13 Nisan 2023 Perşembe

Saatleri Ayarlama Enstitüsü Oyunu Üzerine


Saatler Kolektif, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü sahneye taşıdı. 12 Nisan 2023 günü Maximum Uniq Hall’de ilk temsil gerçekleşti. Serkan Keskin tek kişilik bir performansla uyarlanan metni yüklendi. Sahnedeki ekrandan çekilen bazı sahneler sinema vasıtasıyla seyirciye aktarıldı. Yöneten ve uyarlayan ise Serdar Biliş. 120 dakika boyunca konuşmak gerçekten sıradan insanı oldukça zorlayacak bir eylem. Bu yönden Serkan Keskin’i tebrik etmek gerek. Dekor harikaydı. Işık ve müzik muhteşemdi.  

Saatleri Ayarlama Enstitüsü (SAE) birinci tekil anlatısını 4 kere okumuş biri olarak şimdiye kadar kitapta neler anlatıldığını tam olarak çözememiştim. Metnin verdiği okuma keyfi dışında bir şey hatırlamadığım için de ömrüm yettikçe okumaya devam edeceğim. Roman demiyorum çünkü bir olayın tanrı (olimpik) anlatıcı ile birinci tekil anlatıcı tarafından anlatılması aynı tür sayılamaz bana göre. Tiyatroda da böyle bir ayrımdan gelir. Bir olayın şiir, öykü, roman yoluyla anlatılması diegetik, sahnede diyaloglarla anlatılması mimetiktir. Bir olayı temsil etme yöntemi hayati bir meseledir. SAE, başka ülkede yazılsa şu an kanondaydı. Don Kişot, Tristram Shandy, Ulysses, Dava, Suç Ve Ceza gibi romanların yanına adı yazılacaktı. Bakın başka dilde yazılsa demedim, başka ülkede yazılsa dedim.

Bunu niye dedim. Dünkü performansta beni ikna etmeyen bir şeyler vardı. Bunu bulmak için bu sabah romanı yeniden karıştırdığımda eserin bir Atatürk eleştirisi olduğunu gördüm. Halit Ayarcı, batıda eğitim görmüş, doğuya inanmış (Hayri İrdal) ve doğu için bir saat ayar istasyonu (Cumhuriyet) kurmuş sonra büyük ye’se (alkole) kapılmış ve erkenden vefat etmiştir. Halit, gittikten sonra Cumhuriyet, Hayri’lerin başının belası olmuştur. Diğerleri, enstitüye rağmen diğerleri olarak kalmayı başarmış diğerleri bir parti biçiminde ortaya çıkmıştır. Diğer parti istasyonu tasfiye etmiştir. Sonra tasfiye edilmiştir. Böyle 100 yıl birbirlerini devire devire günümüze kadar gelmişlerdir. Gibi gibi. Bunları kitabın sonundaki şu cümlelerden anladım:

Bugün bir milyon köylü çocuğunun kolunda bizim sattığımız oyuncak saatler var. Bu demektir ki büyüdükleri zaman Saatleme Bankamızın gösterdiği kolaylıklar sayesinde hepsi birer saat sahibi olacak. Hiçbir faydası olmasa başları sıkıldığı zaman rehine verebilecekleri veya satabilecekleri az çok para eder bir malları bulunacak demektir.

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...