Bu Blogda Ara

15 Ekim 2018 Pazartesi

Nermin Yıldırım'a Misafir Olduk























Misafir Nermin Yıldırım’ın beşinci romanı. 330 sayfalık bir boşboğazlık, üç günlük bir zaman ve 32 TL’lik para kaybı. Dünyada karşılaştığım en gereksiz nesnelerden biri. Bitirene kadar canım çıktı. Tabii siz değerli okurlarım neden sonuna kadar okuduğumu merak edeceksiniz. Cevap vereyim: Billboardlarda benim alanımı gasp etmişti, zoruma gitti tabii ki. Afişler mafişler, kafaya taktım ve kitabı bitirdim. Bizim geleceğimiz yerlere kimler gelmiş kimler. Daha Ayşe Kulin'lerle, Canan Tan'larla, Ahmet Ümit'lerle mücadelemiz devam ederken kavgayı fırsat bilip yerimizi kapanlara da bir bakın! Kitabı okudum, bitti. Yazı yazmak için bitirdim ama, bu yazıyı yazmak için. Girizgahı aşağı taşırım elbet, hemen konuya girip işimizi görelim.

Misafir, biri akıl hastanesinde çalışan hemşire Rikkat (60), diğeri oraya düşen politik şahıs Esin (20) karakterlerinin ağzından anlatılan bir olay… Olay mı dedim? Ne olayı? Ortada anlatmaya değer zerre kadar bir olay yok. Durum da yok. Peki ne yapılmış roman diye sunulan bu sayfalarda? Bu iki karakter, karakter mi dedim? Karakter yok, sadece adları var ve biri sürekli geçmişinden diğeri hastanedeki delilerden bahsediyor. Goygoycu yani bunlar? Ne burcu bellidir ne nevrozları bellidir ne kusurları bellidir ne huyları ne fizyonomileri bellidir. Fikirleri de yoktur, politik diye eyleme katılıp bomba patlayınca deliren kızın söylemleri hiç de politik değil. Sadece isimleri var ve biri diğerinden ayrılsın, ona ayrı bir dil verilmiş sayılsın diye ara sıra eski sözcükleri kullanıyor. 60 yaşında olan mesela şu kelimeleri kullanıyor: Annemde bizim ulaşamayacağımız hususiyetler olduğunu daima sezdim. (s.14) Nahoş bir mesuliyet çöktü omuzlarıma. (s.15) Kızcağızın bakışlarında rastladığım tanıdık bir ahvaldi. (s.15) Ahval zaten çoğul bir kelime biliyorsunuz, haller demek, hallerimiz yani ahvalimiz, halleriniz yani ahvaliniz, belgisiz bir sıfat olan “bir” bunun önüne getirilemiyor. Anladığım kadarıyla 60 yaşındaki karakter biraz cahil. Konuşurken dilbilgisi hatası yapabiliyor. Neyse ki, Allah’tan Bostancı’daki ev mev, babanın -rahmetli- doktor olduğu söylenmiş de bu 60 yaşındaki kadının sınıfını anlayabiliyoruz, karakter olmaya biraz yanaşıyor. E eski kelimeleri de kullanıyor, her ne kadar “nahoş bir mesuliyet”teki kadar itici ve gereksiz olsa da “annemde bizim ulaşamayacağımız hususiyetler” (özellikler) cümlesindeki gibi şey olsa da. Ney? Yani birinde bazı özellikler varsa ona gıpta ile bakılır, hasetle bakılır ya da. Ulaşamayacağımız gibi ne olduğu belli olmayan bir fiil tercih edilmez. Yani futbolcu bizde olmayan özelliklere sahipti, o özellikleri barındırıyordu deriz, ulaşamayacağımız özelliklere değil. Olmayan özellikler. Ama yine de kadının sınıfını vermeye çalışmış, yalan yanlış olsa da ağzına 3-4 tane eski kelime takıvermiş Nermin Yıldırım. Çünkü Türkiye’de bunu yapan yazar sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Olayı farklı ağızlardan aktarma modasına uyayım diyorlar ama ağızları birbirine karıştırıyorlar. Bu yüzden bu denemeye sevgiyle yaklaştım. Böyle moda mı olur. Okuru çok farklı iki dile mecbur bırakıp bilincini yarmayacaksa bir yazar neden birden fazla kişinin ağzından anlatır olayı. Buna cevabım yazarlık olacaktır. Yazarlar yazar olmak istiyor, artist olmak değil.  Asıl goygoycu Esin (20) bizi tedirgin ediyor. Akıl hastanesine niye düştüğü belli olmadığı gibi (sonradan annesini kandırıp eyleme giderken bomba patladığı için delirdiği ortaya çıkıyor tabii) kızın sınıfı hiç belli değil. Ne yer ne içer bilmiyoruz. Nermin biliyor ama, o yazarken hisleniyor, o yazarken aha şimdi oldu işte diyor, ama bizim muhayyilemizde hiçbir şey canlanmadığı için duygulanamıyoruz, heyecanlanamıyoruz. Nermin kendine ne hoş bir dünya kurmuş öyle, vallahi özendim. Hiç derdi yok, mis gibi yaşıyor. Çünkü Türkiye’de eleştiri yok. Bırak eleştiriyi, benim gibi saldırgan bir serseri bile yok. Çöl burası çöl.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Gökyüzünde Bir Cenaze Töreni


Madem Word makinamız var, şiiri üzerine edemediğimiz lafları cenazesinin üzerine üfleyelim bakalım İzzet Yasar’ın. İzzet Yasar’ın cenazesi yerde kaldı. Ben oradaydım gördüm, yerden kaldırdım gömdüm. Bir şey yok bunda. Bir ölüm yazısı yazmak için çok gencim ama, yazamam ben ölenlerin ardından. Yine dirilere saldırayım o vakit cümleler içine dizilmiş kelimelerimle, biri ağzımda ama. İzzet Yasar’ın cenaze töreni şimdiye kadar gördüğüm en az katılımlı cenaze töreniydi. Tam tespit edememekle birlikte 15 kişi kadardık Zincirlikuyu Mezarlığı’nda. Twitter takipçileri yoktu, yazdığı şiirlerden etkilenmiş hayranları (ben hariç) yoktu. Onu dolduruşa getirip hastalığının da etkisiyle ondan yararlanan önemli kişiler yoktu. Bir vahşi suçluyu gömer gibi, bir kimsesizi gömer gibi ya da bir gerillayı gömer gibi gömdük toprağa İzzet’i. Öyledir ya, doğuda, Valilik, gizli gömerlerse teslim eder ailelere gerillanın cesedini: Törensiz, slogansız. Hayat arkadaşı Seçkin Hanım dışında 4-5 daha akrabası vardı törende Yasar’ın. Murat Yalçın, Elif Sofya, bu ikisinin evladı vardı. Bunlara seküler diyelim. Diğer taraftan, Ahmet Kekeç, Semih Kaplanoğlu, Suavi Kemal Yazgıç, Selahattin Yusuf, bir de adını unuttuğum bir muhabir, sonra ortaya çıktı AA muhabiri imiş. Kaç kişi ediyor benimle birlikte? 15 kişi. Adını unuttuğum, vücudunu fark etmediğim birileri varsa onlar kusura bakmasın. Çünkü ben bakarım. Cenazeyi musalla taşından alıp arabaya koyduktan sonra diğer taraftan olanlardan biri yanıma yaklaşıyoruz siz şu kişi misiniz diyor. Evet diyorum. Son kitabınız güzeldi diyor. Bir başkası başınız sağ olsun diyor, diğeri siz de çok üzerine gittiniz deyince bunu konuşmanın yeri değil diyorum. Diğer ikisi ile birbirimizi tanıdığımız halde selam vermiyoruz. Çünkü rejim buna müsaade etmiyor. Ne ise! Ertesi gün AA ve reisçi gazeteler cenazeyi haber yapıyor, kadrajda olmadığım fotoğraf seçiliyor, cenazeye gelenlerin sayıldığı bölümden de adım çıkarılıyor. Ne ise. 

Arabaya yüklenen cenaze Feriköy mezarlığına gitmek üzere yola çıkıyor. Ben de mini bir otobüse biniyorum fakat o da ne? Otobüste insan sayısı çok az, bir cenazeyi taşımaya yetecek kadar insan (erkek) yok. İniyoruz mezarlığa, Murat Yalçın, biri yaşlı iki akraba, bir de ben (erkek olarak) kalmışız. El mecbur, davranıyoruz. Fakat yolun ilerisinde mezarlık duvarı ile soldaki mezar taşları arasında sadece bir insanın geçebileceği kadar boşluk olduğu için öncen bir, arkadan bir kişi tutmak zorunda kalıyoruz tabutu. Önde ben varım, ben taşıyorum tabutu fakat arkamdakini bilmiyorum, Murat olabilir. Bir ara tabut düşecek gibi olunca sol omzumla taşıdığım tabuta bu kez sağ elimle yukarıdan destek veriyor, o an omuz kemiğime saplanıyor tabutun ahşap köşesi, düşürmüyoruz tabutu, yol genişliyor, tekrar 4 kişi rahatça taşıyoruz. Tabutun omuz kemiğimi zedelediğini çok sonra, oradan bir türlü geçmeyen ağrıyı teşhis ederken anlayabiliyorum ancak. Terk edilmiş bir cenazeyi taşırken yaşadığım korku ve şokla anlayamamışım incindiğimi. Terk eden kişilerden ertesi gün Star’daki köşesinden bir hüngürdeme yazısı yazıyor. Ben de okudum, üzüldüm tabii. Uluorta bir şey de yazamadım. Yas dağılsın diye bekledim. 

İzzet Yasar etkilendiğim bir şairdi. Yaşarken onunla hiç karşılaşmadım. Dergileri çok iyi takip ettiğini biliyorum, çıkardığımız bir dergiye abone olmak istemişti 2009’da hesap numarası istemişti, mail bana yönlendirilince protokol listesine yazıp her sayıdan bir adet göndermiştim. Sonra, Gezi İsyanı’ndan sonra kafayı yediğini düşündük, attığı tweetlere cevap verdik, ben birkaç kez şaşkınlığımı dile getirdim. Sonra kendi haline bıraktım. Ama eskiden yazdığı şiirleri de okumaya devam ettim. Arkadaşlarım bana Berkin Elvan’ın ölümü ile o tuhaf cümleleri söyleyen birinin Berkin’i öldürenlerden ne farkı diyorlardı, anlamıyordum. Ölüm haberini duyar duymaz da kendimi cenazede buldum. Bir babayı mı gömmeye gelmiştim yoksa sadece gövde gösterisi mi yapmak istiyordum, hiçbir fikrim yok, cenaze törenlerine katılmayı, yakınlara başsağlığı dilemeyi severim, önemli bulurum böyle şeyleri, arkadaşlarım bilir. Belki de gizli gizli rabıta-i mevt yapıyorumdur çözmek mümkün değil. Bilmiyorum. 

Ama sağcılar ne yaptılar? Cenazeyi yerde bırakıp kaçtılar, ardında yazı yazdılar, hâlâ yazmaya devam ediyorlar. Solcular ne yaptılar, örgütlü değil diye adamı aforoz ettiler. Biz ne yaptık? Biz ne yaptığını bilmeyenler. Bilmiyoruz. Hep ağzımızdadır bu kelime.

İzzet inançsızdı, kimseden beklentisi yoktu. İnançsız olması bakımından manen, beklentisiz olması bakımından da madden bunlar tarafından kabul edilemezdi, edilmedi de. Elini yeni rejime açmış bir sürü gözü aç insan arasında rüşvet almayı reddeden vergi memuru gibi terk edildi İzzet Yasar. Ben bu olaydan ibret aldım. 13 Temmuz 2018 günü olan bu olayın özetini edebiyat okurunun önüne bırakıyorum. Aynı zamanda yalansız olarak aktardığım bu vaka, sosyolojiyi de ilgilendirir. İrdeleyen akademisyenler olursa bana haber versinler.


4 Haziran 2018 Pazartesi

Türk İntikam Sineması’ndan bir film daha: Ahlat Ağacı

Fragman, slayt, snap (anlık) gibi şeyler kendi çaplarınca insanın arzulama mekanizmasını kolaylaştırıyor. Bunları sinemada istemiyoruz. Sinemanın malzemesi ses, görüntü, kamera, mikrofon, insan, insanlar… Bu malzemeleri kullanarak sanat icra edilir. Sanatçı, kendine belirlediği süre içinde bir hikâye anlatır, inandırabilirse izleyiciyi etkisi altına alır, sanata yaklaşmış olur. Fakat bir sinemacı “ben ne kadar güzel gözlemciyim”, “bana dil uzatan yönetmene tokat atmasını da bilirim”, “o kadar iyi kurgucuyum ki neyi çeksem masada hallederim” gibi niyetlerle film çekerse; iyi bir film yapan profesyonel olur, titiz olur, çalışkan sinemacı olur ama sanatçılıktan uzaklaşır. Nuri Bilge Ceylan Ahlat Ağacı’nda Sinan adlı karakterin bir yılda başından geçenleri fragmanlar şeklinde anlatıyor: Sinan’ın yazar ile, kadın ile, imamlar ile, piyangocu ile girip çıktığı diyaloglar. Sinan’ın merak ettiğimiz bir şeyi var mı? Yok. Babasıyla arasını düzelteceğini mi merak ediyoruz? Hayır. Babasıyla arası çok iyi. Zaten babası da at yarışçısı değil. Bağımlılığına ilişkin herhangi bir kayıt yok. Bir eşekçi böyle anlatılmaz. Bağımlı olduğu iddia edilen eşekçiyi anlatmak için at gösterilir diye düşünüyorum. Babasıyla hesaplaşacağı bir meselesi, çözüme kavuşturulacak bir oedipus karmaşası yok. Kitabını basıp basmayacağını mı merak ediyoruz? Hayır, kitabı için pek de çaba harcadığını söyleyemeyiz. Basılsa da olur bizim için basılmasa da. Basılmadığı takdirde bunu kafaya çok takıp da bizi üzecek hareketler yapacak bir karakter yok karşımızda. Hiçbir şeyi merak etmeden izliyoruz filmi. Olur, olsun. Çünkü diyaloglar çok güzel ve akıcı değil mi? Çünkü kendimizden bir şeyler bulduk değil mi? Çünkü bir başyapıt izledik değil mi? 

Filmde dört tane kapı sahnesi var. 
1- Belediye başkanının odasında, olmayan kapıdan bahseden başkan ve olmayan kapı. 
2- Evin kapısının açık kalmasıyla cereyan eden ve kapanan salon kapısı. 
3- Babanın tamir ederken Sinan’dan yardım istediği ahşap kapı. 
4- Oğul ile babanın beraber kapattığı kamyonetin kasa kapısı. 

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Gezi'nin Beşinci Yılında Olay İle İlgili yorumlar




5 Mayıs 2018 Cumartesi

Olay Beyoğlu'nda Geçiyor ile ilgili yazılar ve söyleşiler.

Roman çıkalı 45 gün olmuş. Basın yayın dünyası ve tekel diyebileceğimiz kitapçılardan D&R ilgi göstermemesine rağmen okur ilgilendi diyebilirim. Kitapla ilgili yazı, söyleşi ve görüntülü şeyler şöyle sıralandı. 

İrem Kargıoğlu, blogunda kitapla ilgili düşüncelerini yazdı.

Tarlabaşı’ndan Pera’ya, Galata’dan Taksim Meydanı’na kadar Beyoğlu yaşantısını, Gezi Parkı protestolarını, semti saran çok-kutuplu politik havayı Cihat Duman’dan okumak bize güven verse de dekorun tanıdık elemanları bizi sıkıyor. Kurtuluşu kurguda arıyoruz; fakat beklenen atak bu kanattan da gelmiyor. Bana kalırsa, her şeyden önce, -kitabın arka kapağında iddia edildiği üzere- esas kahramanı Emrah olan romanın İzzet’le başlaması teknik bir zaaf, ya da en azından hem metni hem de okuru zorda bırakan bu tercihin sebebini çözemiyoruz. Adında geçen ‘olay’ ile romandaki hangi hikâyeciğin kastedildiğini ise hâlâ anlayabilmiş değiliz; zira metinde birden çok olay varken, birden çok da cinayet işleniyor. Peki, bu cinayetlerden hangisi Emrah’ı odak noktası yapıyor? Hiçbiri. Çünkü, ‘istemek’ aksiyon almak sayılmıyorsa, Emrah bu olayların ikisinde de hiçbir rol oynamıyor. Olaylar, tıpkı diğer karakterler gibi Emrah’ın da ‘başına geliyor’. Günün sonunda bütün karakterler denkleşiyor. Son sayfayı çevirirken, İzzet’i, Raif Bey’i ya da Özgür Göreçki’yi de en azından Emrah kadar tanıdığımızı fark ediyoruz. Roman, ne tarihsel ne de öznel bir durum değişikliğine yol açıyor. Bütün bunlar olurken söyleyiş, imgeleme ve gözlem ustalığı sürüyor. Yazarı öldürsek de şairin hakkını yiyemiyoruz. İki su kuyusunda kaybolmuş gözler, kaçırılan tüm bakışların biriktirildiği çiçek, Emrah’ın içine yuva yapan penguen, birilerinin işi şiire sürmesi hoşumuza gidiyor. Fakat kendi adıma, hatta yazarının motivasyonundan bağımsız olarak, bir romanın neyi anlattığını nasıl anlattığından daha çok önemsiyorum.

Ahmet Ergenç K24 adlı platformda olay ve roman eksenli söz aldı. 

Emrah’ın eski ve yeni aşk hikâyesi ve dergi çevresiyle müsabeti üzerinden ilerleyen olaylar devam ederken, Gezi olayları patlak veriyor. Ve tabii ki bu olayla birlikte devlet, otorite, politika, devrim, ayaklanma, hayatın anlamı vesaireye dair bin bir açılım ve ara düşünce. Gezi olayının en belirleyici tarafı herhalde bir toplanma alanı yaratması, yan yana gelmeyen figürleri bir araya getirmesiydi. Tam da yamalı bohça yapısı, aslında bu “olay”ı edebiyat için harika bir malzeme hâline getiriyor. Cihat Duman da, Emrah üzerinden kurduğu bu tanıklık anlatısında, neredeyse bir “yazı-göz”e (Vertov’un sine-göz’ünün bir versiyonu diyelim) dönüşerek, farklı gruplar ve hâller arasında müthiş bir doğallıkla, sokakta yürür, bir bardan diğerine geçer gibi dolaşıyor. Böylece ortaya, ister istemez karnavalesk bir anlatı çıkıyor (bkz. Bakhtin).

Betül Tekeli, blogunda romandaki dil ile ilgili örnekler verdi.

Romanı okuduktan sonra Orhan Pamuk’un “Saf ve Düşünceli Romancı” isimli kitabını karıştırdım. Bu kitabı bir kılavuz gibi düşünerek karakterlere tekrar baktım. Kimi zaman bir cümle, kimi zaman yukarıda örneğini verdiğim tarzda bir anlatım, bir hareket, bir tepki ile bütün karakterlerin zevklerini, romanın içinde olduğu zamandaki tavırlarını, günlük hayatı nasıl yaşadıklarını, nasıl aşık olduklarını, açmazlarını, nasıl seviştiklerini görüyoruz. O sırada arka planda Beyoğlu ve İstanbul iç içe iki daire oluşturuyor. Beyoğlu sokaklarında karakterler hareket ederken okur da kimi zaman hayalinde kimi zaman gerçek bu sokaklarda yaşıyor. Romanın olay örgüsü bir tabloyu düşündürüyor. Bir tabloya bakarken önce biraz yaklaşır, sonra uzaklaşırız, bazen sağ taraftan bazen sol taraftan inceleriz. Elimizdeki tanıtım metninden hareketle resimden bir şeyler çıkarmaya çalışırız, romanı okurken de kimi zaman denizdeki inşaattan gelen gürültü, kimi zaman kokusunu duyduğumuz çimento, yemek, duman, gaz, heyecan bizi olay örgüsünün içine davet ediyor. Romanın zamanı içinde, bazen Emrah’ın, İzzet’in, Özlem’in gözlerinden bakmaya çalışıyoruz hayata. Belki kıskanıyoruz bazılarını. Kıskançlığımızı saklarken harcadığımız üzüntü bizi şimdi ve burada olmaktan uzaklaştırıyor. “Zeynep’le ilgili tüm tahminlerinin doğru çıkması Emrah’a bir yandan gurur veriyor, bir yandan kıskançlığını saklamak için harcadığı üzüntü onu şimdiden ve buradalıktan uzaklaştırıyordu.”

Cem Tunçer, romanla ilgili kafasına takılan soruları Artfulliving için cevaplamamı istedi.

Bu bir Gezi romanı değil. Bu bir Beyoğlu romanı. O yüzden de hikâye Beyoğlu’nda geçiyor. Hikâyenin geçtiği tarihlerde aynı zamanda Gezi olaylarının başlaması hikâyemizi değiştirmez. Gezi usulca hikâyemize sokuldu. Karakterlerin değişmesine yardımcı oldu, hikâyeyi de kısalttı. Yani kalleş olanlar yine kalleşlik yapacaktı, ama Gezi olduğu için erkenden yaptılar. Olmasa, ben bu olayı dört-beş ay içinde geçirir, yine o karaktere kalleşlik yaptırırdım. Bu Beyoğlu romanını Ağır Roman’ın, Aylak Adam’ın, Genelevde Yas’ın, Huzur Pansiyon’un, Asmalımescit 74’ün ve benzer romanların yanına koyabilirseniz koyun. Böyle bir kitaplık var. Bu kitaplığa girmek isterim. Çünkü Beyoğlu gerçekten muazzam bir coğrafya. Bu coğrafyanın başrolde olduğu kitaplar ayrı bir tür oluşturmalı. 

Erkan Irmak, İstanbul Hepimizin girişimi tarafından hazırlanan Şehir Hepimizin adlı programda kitapla ilgili merak ettiklerini sordu. 



Bülent Ayyıldız, Hepsi Hikaye adlı Youtube kanalında kitapla ilgili merak ettiklerini sordu. 






Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...