Misafir Nermin Yıldırım’ın beşinci romanı. 330 sayfalık bir boşboğazlık, üç günlük bir zaman ve 32 TL’lik para kaybı. Dünyada karşılaştığım en gereksiz nesnelerden biri. Bitirene kadar canım çıktı. Tabii siz değerli okurlarım neden sonuna kadar okuduğumu merak edeceksiniz. Cevap vereyim: Billboardlarda benim alanımı gasp etmişti, zoruma gitti tabii ki. Afişler mafişler, kafaya taktım ve kitabı bitirdim. Bizim geleceğimiz yerlere kimler gelmiş kimler. Daha Ayşe Kulin'lerle, Canan Tan'larla, Ahmet Ümit'lerle mücadelemiz devam ederken kavgayı fırsat bilip yerimizi kapanlara da bir bakın! Kitabı okudum, bitti. Yazı yazmak için bitirdim ama, bu yazıyı yazmak için. Girizgahı aşağı taşırım elbet, hemen konuya girip işimizi görelim.
Misafir, biri akıl hastanesinde çalışan hemşire Rikkat (60),
diğeri oraya düşen politik şahıs Esin (20) karakterlerinin ağzından anlatılan
bir olay… Olay mı dedim? Ne olayı? Ortada anlatmaya değer zerre kadar bir olay
yok. Durum da yok. Peki ne yapılmış roman diye sunulan bu sayfalarda? Bu iki
karakter, karakter mi dedim? Karakter yok, sadece adları var ve biri sürekli
geçmişinden diğeri hastanedeki delilerden bahsediyor. Goygoycu yani bunlar? Ne
burcu bellidir ne nevrozları bellidir ne kusurları bellidir ne huyları ne fizyonomileri
bellidir. Fikirleri de yoktur, politik diye eyleme katılıp bomba patlayınca
deliren kızın söylemleri hiç de politik değil. Sadece isimleri var ve biri
diğerinden ayrılsın, ona ayrı bir dil verilmiş sayılsın diye ara sıra eski sözcükleri
kullanıyor. 60 yaşında olan mesela şu kelimeleri kullanıyor: Annemde bizim ulaşamayacağımız hususiyetler
olduğunu daima sezdim. (s.14) Nahoş
bir mesuliyet çöktü omuzlarıma. (s.15) Kızcağızın
bakışlarında rastladığım tanıdık bir ahvaldi. (s.15) Ahval zaten çoğul bir
kelime biliyorsunuz, haller demek, hallerimiz yani ahvalimiz, halleriniz yani
ahvaliniz, belgisiz bir sıfat olan “bir” bunun önüne getirilemiyor. Anladığım kadarıyla
60 yaşındaki karakter biraz cahil. Konuşurken dilbilgisi hatası yapabiliyor.
Neyse ki, Allah’tan Bostancı’daki ev mev, babanın -rahmetli- doktor olduğu
söylenmiş de bu 60 yaşındaki kadının sınıfını anlayabiliyoruz, karakter olmaya
biraz yanaşıyor. E eski kelimeleri de kullanıyor, her ne kadar “nahoş bir
mesuliyet”teki kadar itici ve gereksiz olsa da “annemde bizim ulaşamayacağımız
hususiyetler” (özellikler) cümlesindeki gibi şey olsa da. Ney? Yani birinde
bazı özellikler varsa ona gıpta ile bakılır, hasetle bakılır ya da. Ulaşamayacağımız gibi ne olduğu belli olmayan
bir fiil tercih edilmez. Yani futbolcu bizde olmayan özelliklere sahipti, o
özellikleri barındırıyordu deriz, ulaşamayacağımız
özelliklere değil. Olmayan özellikler. Ama yine de kadının sınıfını vermeye
çalışmış, yalan yanlış olsa da ağzına 3-4 tane eski kelime takıvermiş Nermin Yıldırım.
Çünkü Türkiye’de bunu yapan yazar sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Olayı
farklı ağızlardan aktarma modasına uyayım diyorlar ama ağızları birbirine
karıştırıyorlar. Bu yüzden bu denemeye sevgiyle yaklaştım. Böyle moda mı olur.
Okuru çok farklı iki dile mecbur bırakıp bilincini yarmayacaksa bir yazar neden
birden fazla kişinin ağzından anlatır olayı. Buna cevabım yazarlık olacaktır.
Yazarlar yazar olmak istiyor, artist olmak değil. Asıl goygoycu Esin (20) bizi tedirgin ediyor.
Akıl hastanesine niye düştüğü belli olmadığı gibi (sonradan annesini kandırıp
eyleme giderken bomba patladığı için delirdiği ortaya çıkıyor tabii) kızın
sınıfı hiç belli değil. Ne yer ne içer bilmiyoruz. Nermin biliyor ama, o
yazarken hisleniyor, o yazarken aha şimdi oldu işte diyor, ama bizim muhayyilemizde
hiçbir şey canlanmadığı için duygulanamıyoruz, heyecanlanamıyoruz. Nermin
kendine ne hoş bir dünya kurmuş öyle, vallahi özendim. Hiç derdi yok, mis gibi
yaşıyor. Çünkü Türkiye’de eleştiri yok. Bırak eleştiriyi, benim gibi saldırgan
bir serseri bile yok. Çöl burası çöl.
Esin’in hikayesi: Tımarhaneye düşer, Adalı diye bir adam, bir
başka deli ile muhabbete girişir, o sırada arkadaşı deli Canan ölür, Canan’ı
hastabakıcılardan biri öldürdü zanneder, ama sonuna kadar anlayamayız bu Canan’a
ne oldu? Hatta bu durumu bir kez 60 yaşındaki goygoycuya (karakter demiyorum)
söyler, 60 yaşındaki kadın biraz araştırır ama başhekim engel olur. Sonunda
Adalı, Esin’i hastaneden kaçırmaya çalışırken sıkıntı çıkınca 60 yaş bunlara
yardım eder, kaçarlar. Sevgili olacaklardır.
Rikkat: Yaşlı, babasını ve annesini kaybetmiş, küçükken
sevdiği adam ve abisi yurtdışına gitmiş, kendi halinde biri. Annesinin ruhu ile
akşamları konuşuyor. Hastanede muhalif bir doktor “bu hastanede siyasi suçlular
üzerinde deney yapılıyor” diye yaygara çıkarınca ona ısınıyor ama elinden bir
şey gelmiyor. Sonunda da Esin’i kendi gençliğine benzettiği için Adalı denen
deli adamla kaçmasına yardım ediyor. Gördüğünüz gibi aslında olan şeyler var. Ama
bunlar bir sanat kalıbından geçirilmediği için okunduktan sonra buruşturulup atılan
bir üçüncü sayfa haberine dönüyor. Aklımızda yer etmiyor. Sarsmıyor bizi.
Peki ne oluyor arkadaşlar, neler oluyor? Bu iki karakterin
etrafındaki 5-10 kişinin başından geçen olaylar ve Rikkat Hanım’ın hatıralarından
süzülmüş (50 kadar ismin adı geçirilerek başından geçen müstakil ilginç olaylara
değinilmiş, birbirinden ve yazarın üslubundan bağısız) olaylar aktarılmış.
Parantez içinde üslup mu dedim? Yazarın üslubu. Yok arkadaşlar. Bu tavır, onedio adlı saçma sapan yerin, ekşi sözlük denen iğrenç mecranın henüz
kurutulmamış bataklığıdır, üslup değildir. Elimizde hastanede yapılan deneyler
ve bir kaçma planı varken ve bunları ortaokul öğrencisine versen çok güzel
işleyebileceklerken, yazar goygoyculara sürekli goygoy yaptırıyor. Bak aynısı
Oğuz Atay’ın iki romanında vardı biliyorsunuz. Karakter kadına yaklaşırken,
pathos patlamışken, hafıza/hatıra techne haline gelir, çok önceye gidilir, o
kısmı okurken kıpkırmızı oluruz, biraz sonra karakterin ne yapacağını, neler
hissedeceğini anlarız, hatırlasanıza, o genelev sahnesi olmasa biz Selim’in
intihar sahnesini anlayabilir miydik? Misafir’de herkesin anısı var arkadaş. Karakterler
normal bir muhabbete girişemiyor, mikrofonu eline alan şu isimde biri vardı
böyle böyle yaptı diyo, eee aq? Bana ne? Aynısı internette var, kitaplarda var.
Var yani. Önemli olan bu anlattığının kurmacaya, kurmacanın sonuna faydası.
Faydasız bilgiyi ne yapalım biz? Bu bilgi karakteri tanıtmaz, bu bilgi romanın
sonuna hizmet etmez, ne yani bu şimdi video izlerken aniden açılan reklam gibi?
Off kıpkırmızı oldum ya.
Çok ilginç bir şey var. Romanı (?) 30-40 parçaya bölen
romancımız bir de epigraf kullanmış hepsinde. Kötü yazar çok okudum, gördüm ama
ben ömrümde ilk defa kötü/iyi bir yazarın istisnasız yaptığı bütün alıntıların
kötü olduğuna şahit oldum. Yani kötülük bacayı sarmış burada. Bakın bakın
Tanpınar’dan, koskoca Tanpınar’dan yapılan alıntıya bakınız: “Beyhude hatırlıyoruz bu hiç olmamış şeyleri.”
Bakın Fuko’ya: “Delilik her zaman bir uygarlığa
ve onun verdiği rahatsızlıklara bağlıdır.” Off, keşke Fransızcam olaydı da
bi de aslından okusaydım bu lafı. Çok ayrıntıya girip bol örnekle anlatmak beni
yoracaktır. Bu yazıya ayırdığım zaman da doluyor (60 dakika), sözün özü, bu
topraklarda güzel eser vermeyenlerle hiçbir işimiz olmaz. Olsun, onlar bizi
sistemden kustu, toplum dışı bıraktı, 100.000 sattırmadı o kadar. Bir de
arabalarımızı taşladılar. Ama çok şükür bir şey olmadı, pantolonumuzun ütüsü bile
bozulmadı.
Mükemmel bir eleştiri yazısı.
YanıtlaSilPeki yazmaya sizinle başlayan, tavsiye edebileceğiniz hangi yazarlar var?
YanıtlaSil