Antalya’da garsonluk
yapıyordum, Belek’te, on beş sene evvel diye başlıyor roman. Birinci tekil şahıs, samimi bir
kitleye, on beş sene evvel yaptığı itlikleri, hergelelikleri aktarıyor, samimi
bir dille, yani dillerin en samimisi ‘gündelik konuşma dili’yle. Aslında öyle
başlamıyor Emrah Serbes’in Müptezeller’i; bir paragraf daha var sayfanın
başında, köpeklerden -fakir köpeklerden- bahseden kısa bir paragraf. [Buraya
kadar yazdıklarımı sinema diline aktarırsak daha rahat iletişim kurabiliriz
sizinle]: Anlatıcı, dinleyenleri bir kafede toplasın, tam on beş sene öncesini
anlatacakken birden köpek havlaması duysun sanki, bu havlama, onda bir bilinç
akışına sebebiyet versin ve gözlerini kapayıp köpeklerle ilgili düşüncelerini
sunsun, daha epik fakat. Sonra birden gözlerini açıyor, yaka mikrofonunu pıt
pıt vurarak kontrol ediyor ve Antalya’da
garsonluk yapıyordum, Belek’te, on beş sene evvel diye bulunduğu zamana ve mekâna
dönüyor. Buraya kadar her şey normal ilerliyor. Anlatı başlıyor. Dört farklı
şehirde, hepsi bir ya da iki yıl süren olaylar derleniyor, roman diye önümüze
sürülüyor. Biterken de anlatıcının tekrar başa, insanları topladığı kafeye
dönmesini bekliyoruz. Hani filmlerde olur ya, flash back’ten sonra, neticede
gerçek zamana getirilir, sonra uğurlanırız. Burada ise on beş yıl öncesine bir
flash back yapılıyor ama romanın son sayfasında flash back olduğu unutuluyor, sekiz-dokuz
yıl öncesinde olay bitiriliyor. Beş-altı yıl boyunca birinci tekilin ne
yaptığını biliyoruz, sonraki on yıl boş, günümüze kadar yani. Anlatıcı,
kahramanın henüz ikinci sayfada on dokuz yaşında olduğunu belirtiyor. Antalya,
Bursa, Ankara serüvenlerinin bitip İstanbul serüveninin başlayacağı 113.
Sayfada ise kahraman yirmi dört yaşında olduğunu söylüyor. Demek ki altı yıl
geçmiş, kaldı elimizde 9 yıl. İstanbul parkurunun başlayacağı 115. Sayfanın ilk
cümlesi ise şöyle: Boşa geçen iki yılı
saymazsak İstanbul’a yeni gelmiştim. Ben cümlenin manasını kavrayamadım, romandan
bir bölüm niye böyle başlar muhakeme edemiyorum şimdilik. Olaysız ve burada anlatmaya değer hiçbir gelişmenin yaşanmadığı iki
yılı saymazsak üçüncü yılın başında şöyle bir şey oldu demek mi istedi?
Yoksa iki yıl da bu cümlede harcayayım kalan yedi yılı diğer cümlelere pay
ederim mi demek istenildi? Bilmiyorum. Neresinden bakarsak bakalım gereksiz bir
cümle. Zaman problemimiz devam ediyor: Romanın 163. yaprağa gelen son
sayfasında ise geçmişte –hadi 7 yıl geçmişte diyelim- yaşayan karakter Beşiktaş
sahilde elinde birasıyla karanlıklara doğru ufak ufak yürüyüp kayboluyor. Tam
bu esnada başta kurduğumuz film setindeki kafeye dönüp dinleyicilerine bir
mesaj vermesi ya da en azından bir veda etmesi beklenen yaşlı anlatımcı (15 yıl
önce 19 yaşında ise şu an 34 yaşında olmalı) hiç yokmuşçasına kayboluyor. Evet,
hem yazar hem de editör ilk sayfayı unutuyor. İlk sayfada üst kurmacaya çok yakın
bir teknik kullanılmış, üstkurmaca denenmiş hatta, 128. Sayfadaki okurla
dertleşme bunu gösteriyor. Kafede otuz dört yaşındaki anlatıcı şöyle bir cümle
kuruyor: Allah kahretsin, hayatım nereye
gidiyordu böyle. Burada anlatıcının yarattığı anlatı dünyasındaki kahraman
anlatı perdesini işaret parmağı ile sarsıyor, kafedekilere ve yazara selam
veriyor. Yukarıdaki cümleyi bir iç konuşma olarak değerlendiremeyiz çünkü benzer
bir cümlede yani romanın son cümlesinde dirhem
dirhem kaybolsam diye düşündüm, yavaş yavaş içmeye devam ettim
diyor. “Diye düşündüm” denilerek kafedeki anlatıcı ve dinleyici personaları
muhafaza edilmiş. Bu muhafaza 128. sayfada yok.
Şimdi buraya kadar yazdıklarımı muhtemelen anlamadınız. Şöyle
söyleyeyim: Üstkurmacadan nefret ediyorum. Metafiction (üstkurmaca) bence
günümüze uygun bir anlatım yöntemi değil. Modernizm ile postmodernizm arasında
kalmış belirsiz bir hududu zamana çevirdiğimizde elde edilen zaman aralığında
çok denenmiş ve açıkça söylemek gerekirse suyu çıkarılmış bir metot üstkurmaca.
Günümüz insan beyni üstkurmacayı yazınsal alanda kaldıramaz. Görsel alanda
belki hâlâ çok güzel bir metot olan (sinemadaki dış ses mesela) üstkurmacanın
yazılı edebiyattan tamamen silinmesi gerekiyor. 80’lerde erotik filmlerde
oynayan oyuncular nasıl bu utanç verici durumu unutup hayatlarına devam
ettilerse, üstkurmacaya bulaşmış bütün yazarların (özellikle zavallı
öykücülerin) bu kitsch, bayat, modası geçmiş tekniği uyguladıklarını unutmaları
şart oldu artık. Emrah Serbes kesinlikle üstkurmaca kullanan bir yazar değil,
bu son romanında da böyle bir teknik kullanmamış. Çok küçük bir istisnayı
dışarıda tutarak söyleyelim, onu da yukarıda belirttik. Ben sadece çok zevk
alarak okuduğum romanın acaba üstkurmaca mı yoksa değil mi olduğuna bakarken
yaşadığım zaman kazasını aktarmak
istedim. Ve yaşanan bu zaman kazası, romanın sahiciliğini tabii ki zedelemiş.
Edebi eserlerde sahicilik nasıl zedelenir? Bir alt başlık eşiliğinde elimizdeki
romana bakarak cevaplamaya çalışalım.
Edebi Eserlerde
Sahicilik Nasıl Zedelenir?
1-
Zaman problemi.
Olayın geçtiği tarih ve olayı
anlatırken harcanan zamanın uyumsuzluğu. Bunu yukarıda açıkladık.
2-
Eksik araştırma.
Karekterimiz, genç, parasız, alkolik,
esrarkeş ve orada burada garsonluk yaparak geçimini sağlamaya çalışan bir
loser. Dandy, bohem, flaneur, serseri diyemiyoruz. Karakter gerçekten de
bunların bile altında bir müptezel. Arasıra üniversitede okumayı ve roman
yazmayı deniyor başaramıyor. Sokağa, sokak diline alışkın olduğu halde
esrarkeşin esrarsız kaldığı durumu tıbbi bir terim olan yoksunlukla aktarmış.
Uyuşturucu argosunda bu durma harman kalmak deniyor. (s.102) Romanda bir çok
argo türü var. Mesela ayyaş argosunun nadide kelimesi piyiz bile geçiyor.
Harman’ın geçmemesi sahiciliği biraz zedelemiş. Anadolu geleneklerinde içeri
giren içeridekilere, yoldan geçen oturanlara, küçük büyüğe selamın aleyküm der.
Bir küçük bir büyük aynı anda yürüyorsa küçük selam veremez. Bir büyük bir
küçük oturuyorsa yoldan geçenin verdiği selamı küçük alamaz. Bu usül, şehirlere
de sirayet etmiştir. Kahveye girer ve selamın aleyküm dersiniz. Romanda ise iki
kafadar hoca denilen bir zatın mekânına giriyorlar, ilginçtir ki hoca ayağa
kalkıyor ve içeri dalan iki serseriye “selamın aleyküm” diyor. (s.107)
3-
Türler arası problem ve endüstriyel
yayıncılık.
Müptezeller başkarakteri aynı fakat
olayların ve şehirlerin farklı olduğu dört öykünün birleşmesinden oluşuyor.
Başkarakterin aynı olmasından ve İsmail adlı karakterin olur olmaz yerden
birden fırlamasından başka bu öyküler arasında hiçbir bağ yok. İlk öyküdeki
karakter diğer öyküde yerini bir başka karaktere devrediyor. Müptezeller bu
yönü ile bir öykü kitabı aslında. Kitabın künye sayfasına baktığımızda tür
olarak Türkçe Edebiyat denmiş (böyle bir tür var mı) fakat özgeçmişte
“Müptezeller (Roman)” tabiri geçiyor. Dolayısı ile kitabın roman olduğunu
buradan anlıyoruz. Roman diyebilmek çok güç aynı karakterin beş altı yılda
çeşitli şehirlerde başına gelen şeylerin anlatıldığı esere. Öyküler ya da
anılar diyebiliriz. Çünkü olaylar arasında bir illiyet bağlantısı yok. Satış
kaygısı da bu yola sürüklemiş olabilir yayınevini.
Bunun dışında kitapta çeşitli kapatılma alanlarının (akıl
hastanesi, hapishane, denetimli serbestlik müdürlüğü) güzel işlenmesi,
anlatımın ahengi, karakterin düzeyli melankolisi takdir edilecek noktalardan. Alamet-i
farikası internetten ve eserlerden eril dil toplamak olan feminist
koleksiyoncuların da yoğun ilgi göstereceği bir kitap olmuş kanaatindeyim.
Karakterler ile ilgili çok içki içmeleri ve eğilimli olmaları dışında bir
ayrıntı verilmediğinden analizlerini yapamıyorum. Antalya’daki İsmail,
Ankara’daki Karabüklü, İstanbul’daki Erkut hemen hemen aynı kişi. Özellikleri:
Ev arakadaşı, alkolik, küfürbaz ve en önemlisi ana karakteri tatmin eden çoğu
zaman da düzelten bir tür süper egonun mücessem hali.
Cihat Duman, ridvancihat@gmail.com
Sen niye engelledin beni tvittirda ,her pazartesi götünü yırtıyorsun silivriye gidecem diye bir sürü politik tivit atıyorsun üstüne bir sürü politik şiir yazıyorsun sonra orhan veli şu şiirinde polita yapmışmış şu yazısında politikmişte adama apolitik demişler de it gibi köpek gibi saldıracakmışın da......sen kendi politik anlayışın üzerinden konuşsana ,senin yaptıklarının hiç birini yapmamış ,çok az kişinin anlayacağı şiiri cımbızlayıp aha da politika yapmış diye ne yaygara yapıyorsun, senin yaptığının kaçta kaçını yapmış, cahiller konuşsun senin gibi kıvıranlar konuşacağına. Apolitikmiş şairmişte zoruna mı gitti. Tarafsıza bile bir sürü laf dedin .sivrisinekten yün kıpıyorsun politik demek için. Zeki olduğunu kanıtlamanın başka yolunu mu bulamadın. Şiirleri ben daha iyi anlıyorum falan de filan de. .. inceleme yapıp politik bir şey çıkarman bile zıt politik kimlikle , cehil sensin
YanıtlaSil