“şiir bazen gecikir ama gelir
ölü bir leş kargasından o sonsuz koku
okurun hoşuna gider”
O büyük gün gelmişti. Yerimde duramıyordum. Yatağımı topladım. Yeniden bozdum. İyice gerdim çarşafı. Tersten topladım bu defa. O kadar gergin ki, üzerinde 1 TL, 3 defa zıplar: belli mesafeden düşerse.
İçim içime sığmıyordu.
Ama Cihat her sabah olduğu gibi sakindi. Israrla domatezlerin kabuğunu soyuyordu mutfakta. Biberleri küçük küçük doğramış. Çakılıp kırılmayı bekleyen zavallı 3 yumurta tezgahın üzerinde omuz omuza vermiş.
Şişhane’ye müthiş bir güneş düşüyordu o sabah.
“Cihat, ne yapıyorsun?”
Bana baktı. Sonra yine domasteslere gömüldü.
“Abi, kabukları soyana kadar dokunma bana. Menemenin en hassas yerindeyim. Burada bir hata ölümcül olur.”
Yeniden odaya dönüyorum. Masa üzerinde dosyalar var. Adamın çeşitli açılardan çekilmiş fotoğrafları. Gülüyor birinde. Dondurma kaseleri var önlerinde. Sarışın bir kadına doğru gülüyor: puşt!
Yeniden okuyorum notları: “Her sabah saat 10.00 gibi evden çıkıyor. Yolun karşısındaki bakkaldan ekmek ve gezete alıyor. Yürürken sigara tellendiriyorlar.”
“Cihat, çıkmamız lazım!”
Koşarak odaya giriyor. Koltuğunun altında gazeteler.
Masaya seriyorum. Tavayı bırakıyor. Ekmek bölünmüş ortasından.
“Abi, iki lokma yemeden çıkmayalım. Çayı yetiştiremedim ama.”
“Cihat ya, bu yediğimiz 122. Menemen sanırım. Bıkmadın mı?”
“Abi olur mu? Fatih’in İstanbul’u aldığında yediği yemek bu. Lütfen ama.”
Aslında üzülmüyorum. Çünkü menemenin öyle bir özelliği var. İnsan bunu yerken üzülemiyor. Hatta bütün hislerini kaybediyor. Uzayda bağlantı kablosu kopan bir kozmonotun sessizliğiyle bakıyorum menemene.
Cihat’ın umrunda değil. Yumuldu tavaya.
“Oğlum, senin bu soğukkanlılığına bayılıyorum.”
On dakika sonra dışarıdayız. Cihat elektronik tartıyı sırtlamış arkadan geliyor.
Yokuştan iniyoruz. Doğru Unkapanı’na. Oradan Fatih’e yolumuz.
Köprüde tartıyı ben alıyorum.
“Abi bu şart mıydı be?” diyor Cihat.
“Mecburen.”
“Allahını seversen niye bunu taşıyoruz abi ya? Üstelik ucuz olsun diye eski ağır modellerden almışlar.”
“Cihat, oyun oynamıyoruz burada. Tartısız karpuz tezgâhı olur mu?”
Ben inlemeye başlayınca yük yeniden Cihat’a geçiyor.
Ezberlediğim adrese doğru gidiyoruz. Sokak isimleri geçiyor içimden. Sonunda olmamız gereken yerdeyiz.
Bakkal orada. Hemen yanında bizim tezgah.
Tahta sandalyelerle kapatılmış girişten içeri süzülüyoruz. Malın üstü brandayla kapatılmış.
Cihat açıyor. Dizi dizi bostan ışıkta parlıyor: Yerli karpuzlar, pijamalı İran karpuzları. Yeşil kokuyor her yer. En sonda boynu bükük kavunlar var.
Cihat nerden bulduysa bir tülbent beziyle silip parlatmaya başlamış bile yavruları. Bayılıyorum bu adamın kayıtsızlığına.
Saatime bakıyorum. İki dakikası var.
Bir teyze geçiyor önümüzden. Durup karpuzlara bakıyor.
“Kaça oğlum?”
Göz göze geliyoruz Cihat’la.
“Bugün satışımız yok abla,” diyorum.
“Neden ayol?”
“Tazgahı yeni aldık da ısınıyoruz daha,” diyor Cihat.
Kadın yüzümüze bakıyor.
“Allah’ım sen akıl ver insanlarına...”
Saat tam 10.00
Karşı apartmanın kapısı açılıyor.
Göbekli, beyaz saçlı adam çıkıyor.
İşte o diyorum. Tam da keşif fotoğraflarında göründüğü gibi.
Elinde filesi ayağında tokyo terliklerini sürüye sürüye yaklaşıyor bize. Önümüzden geçerken sigara çıkarıyor. Yakmadan önce bize bakıyor. Sırtımdaki tüyler ayağa kalkıyor o anda. Buz gibi bir ateş topu düşüyor içime.
Önüne atlıyorum.
“Raci Bey!”
Çivi gibi hareketsiz kalıveriyor.
“Ya da kıdemli kademeli Raci mi demeli. Köpekli Raci Komutan. Mamak zabiti.”
Raci Bey, elindeki fileyi düşürüyor.
“Seni bulamayacağımızı mı sa..”
Tam sözümün ortasında Cihat kaldırdığı kallavi bir karpuzu adamın kafasına geçiriyor.
Kof bir gürültü kopuyor. Ortalık kırmızıya boyanıyor.
Topukluyoruz oradan. Rüzgâr gibi iniyoruz yokuşlardan. Evleri, bahçeleri geçiyoruz. Sonunda bir parkta nefesimiz kesiliyor.
Geçen taksiyi durduruyorum.
Arka koltuğa atıyoruz terli vücütlarımızı.
Cihat kulağıma yaklaşıyor.
“Abi, neden bu kadar fakir bir örgütü seçtik biz yahu. Bir tabanca bile alamıyorlar.”
Dışarıya bakıyorum.
“Hayat,” diyorum.
Cihat gömlek koluna yapışmış karpuz kabuklarını çitliyor.
Bayılıyorum bu çocuğun kayıtsızlığına.
Ahmet Büke / 30.06.11
Taraf Kitap, Temmuz2011
günce-hikaye karışımı bir yazı,bilinçaltı akışı az biraz hissediliyor ama başarılı olamamış.kısa ve yalın cümleler alıp götürüyor.bir tadımlık hayat sunuyor okuyucuya...ne diyelim allah tamamına erdirsi
YanıtlaSiln.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil