Toplum ve edebiyat kamusu tarafından allanıp pullanıp önümüze getirilen tembellik, flanörlük, serserilik, bohemlik, şairanelik, edebiyat adamlığı olarak adlandırılan o tuhaf ve gülünç yaşam şekline bazı düşünürler nefretle yaklaşır. Hemen sizin yerinize internete giriyorum: Flanör (Fr. flâneur), 'aylak kent gezgini' anlamında kullanılan Fransızca kökenli kelime. Bu sözcük belirli bir karakteri yansıtır. Şehirde koşturan, çalışan diğer insanların aksine flanör, sakince sokakları dolaşır, gözlem yapar ve düşünür. Kalabalıklar içinde yalnız bir şekilde gezer. Herhangi bir amacı yoktur. Edebiyat kaynaklı flanör sözcüğü ile genellikle erkek bir karakter kastedilmekteydi. Bu sebeple daha sonra, kadınlar için kullanılan flâneuse (flanöz) kelimesi ortaya atıldı. Malum sitedeki bilgiler böyle çevrilmiş Türkçeye. Katılıyoruz. Derhal Walter Benjamin’in Pasajlar[1] eserine koşuyorum.
“Flâneur’ün kişiliğinde aydın,
pazara çıkmıştır. Niyetinin pazarı görmek olduğunu söylerse de, aslında niyeti
kendisine bir alıcı bulmaktır. Henüz koruyuculara sahip olduğu, ama pazarla da
tanışmaya koyulduğu bu geçiş döneminde aydın, boheme olarak belirginleşir.
Ekonomik konumunun belirsizliğine koşut olarak, politik işlevi de belirsizdir.
Bu durum, hepsi de boheme çevresinden gelen meslekten komplocularda en çarpıcı
biçimde dile gelir. Meslekten komplocuların ilk çalışma alanları ordudur; bu
alan sonradan küçük burjuva kesimine, zaman zaman da işçi sınıfına kayar. Ancak
bu kesim, asıl hasımlarını işçi sınıfının liderlerinde görür. Komünist
Manifesto, bunların politik varlıklarına son verir. Baudelaire'in şiiri, gücünü
bu kesimin başkaldırısındaki coşkuda bulur. Baudelaire, toplumdışıların safına
katılır. Tek cinsel birlikteliğini de bir fahişeyle kurar.” (s.99)
Benjamin’in 100 yıl önceki
yorumunu gönümüzde internette dolaşan şarlatanlara uyarlayabilir miyiz? Ya da birkaç
delil daha topladıktan sonra mı düşünsek?
“Eğer pasajlar yapılmasaydı,
Flâneur gibi dolaşmanın önem kazanması herhalde çok güç olurdu. 1852 tarihli ve
resimli bir Paris rehberinde şu satırlar yer almaktadır: “Endüstriyel lüksün
yeni sayılabilecek bir buluşu olan pasajlar, bina kitlelerinin arasından geçen,
üstü camla örtülü, mermer kaplı geçitlerdir; bina sahipleri bu türlü
spekülasyonlar konusunda aralarında uzlaşmaya varmışlardır. Işığı yukardan alan
bu geçitlerin iki yanında en şık dükkânlar yer almaktadır; böylece bu türden
bir pasaj, kendi başına bir kent, küçük bir dünya demektir.” Flâneur'ün evi,
işte bu dünyadır; Flâneur, gezmeye çıkanların ve tütün tiryakilerinin, her
meslekten olanların “en sevdikleri yerin” vakanüvisine ve filozofuna
kavuşmasını sağlar. Kendisi için ise aynı yer, belli bir sıkıntıya karşı, başka
deyişle halinden memnun, gerici bir yönetimin sahtekâr bakışları altında
kolayca filizlenebilen bir sıkıntıya karşı ilaç gibidir. Guys, Baudelaire’in
alıntıladığı bir sözünde şöyle der: ‘Bir kalabalık içersinde sıkılabilen,
aptalın tekidir. Evet, yineliyorum, bir aptaldır, hem de aşağı görülmesi
gereken bir aptal.’ Pasajlar caddeyle İçmekân (Interieur) arası bir şeydir.
Physiologie’lerin bir becerisinden söz etmek gerekirse eğer, bu, tefrikanın
değeri daha önce anlaşılmış olan becerisidir; yani bulvarı İçmekâna dönüştürme
becerisidir. Cadde, Flâneur için konuta dönüşür; sokaktaki adam, kendi dört
duvarının arasında nasıl evinde olduğunu duyumsarsa, Flâneur de bina cepheleri
arasında kendini evindeymiş gibi duyumsar. Onun gözünde emaye kaplı parlak
firma tabelaları, aşağı yukarı bir burjuva salonundaki yağlıboya tablo gibi bir
duvar süsüdür; duvarlar, not defterini dayadığı yazı masasıdır; gazete
kulübeleri kitaplıklarıdır; cafe’lerin balkonları da, işini bitirdikten sonra
eğilip sokağa baktığı cumbalardır. Yaşam bütün çokyönlülüğüyle, değişikliklerden
yana bütün zenginliğiyle ancak kurşunî parke taşlarının arasında ve despotizmin
oluşturduğu bir arka düzlemin önünde göverebilir - physiologie’lerin içinde yer
aldığı yazılanların politik temeli, işte bu düşünceydi.” (s.131)
“Poe’va göre Flâneur, her şeyden
önce kendini içinde bulunduğu toplumda tedirgin hisseden biridir. Bundan ötürü
kalabalığı arar; kalabalık içersinde saklanmasının nedeni de, sözü edilen
tedirginlik çıkış noktası alınarak aranabilir. Poe, asosyal ile Flâneur
arasındaki ayrımı bilerek siler. Bir adam, bulunması güçleştiği ölçüde şüpheli
konumuna girer. Anlatıcı, daha uzun sürecek bir takipten vazgeçerek vardığı
sonucu şöyle özetler: ‘Bu yaşlı adam, suçun maddeleşmiş biçimidir, ruhudur,
dedim kendi kendime. ‘O, yalnız kalamaz; o, kalabalığın adamıdır.’” (s.143)
Panik atağın tam tersi gibi
duruyoruz biz flanörler. Antisosyalliğimiz çok derin ve gizli. Belki de
psikiyatri bilimindeki anlamından tamamen bağımsız. Sinemadan, edebiyattan,
siyasetten, inşaat yapmadan, kitaptan, arabadan, çimentodan anlıyoruz.
Göstergebilimden, antropolojiden, psikanalizden, feminizimden, fenomenolojiden,
tarihten, sanat tarihinden anlamakla kalmıyor beşeri ve fiziki coğrafyadan,
kebaptan, saçtan sakaldan, köşe yazmaktan, kitap basmaktan da anlıyoruz. Anlaya
anlaya mecal kalmıyor bedenimizde.
“Kalabalık, lanetlinin yalnızca
en yeni sığınağı değildir; aynı zamanda toplumdışı kılınmış olan insanın
kullandığı en' yeni uyuşturucudur. Flâneur, kalabalık içersinde yaşayan bir
terk edilmiş kişidir. Bu konumuyla, malın konumunu paylaşır. Kendisi, bu
özelliğinin bilincinde değildir. Ama bu, içinde bulunduğu konumdan etkilenişini
azaltmaz. Sözü edilen özellik, Flâneur’ü hedef olduğu pek çok aşağılanmayı
unutturacak kadar mutlu kılan bir uyuşturucu gibi etki gösterir. Flâneurün
kendini bıraktığı esriklik, müşteri akınına uğrayan malın esrikliğidir.” (s.149)
Müşteriler gelsin beğensin diye aforizma
yazıyoruz internete. Sonra bizi beğensinler diye bir bahane üretip
fotoğrafımızı paylaşıyoruz. Etimiz kemiğimiz beğendirmek yetmiyor bir mal
olarak bize, kanımızı canımızı da beğensinler istiyoruz. Bebekken ilgisiz mi
kalmışız neyiz? Bizi flanör olmaya iten şeyin ne olduğunu bile biliyoruz sanki.
“19. yüzyıl, bilgin ile ikinci sınıf eleştiri yazarını zar zor birbirine
eklemleyen bir kategori yaratmak zorunda kaldı: Edebiyat Adamı” der Eagleton.
Eleştiri adamı, kültürün kadını, bilginin arısı, tanıtım insanı. Hastayız çok
hastayız ve tedavi olmak istemiyoruz. Lanet olsun ki hastalıklarımızdan da
biraz anlıyoruz. Hastalığından biraz anlamanın bir nevroz semptomu olduğu
öğretilmiş. Anlamaktan utanıyoruz artık. İnşallah bunlar bir gitsin her şey
düzelecek. Kant okuyacağız artık açlıktan.
Cihat Duman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder