Bu Blogda Ara

29 Mart 2011 Salı

Röportaj Veriyordum

Yavuz Türk: 2007’den beri şiiri, şairleri tanıma adına bence iyi bir mesafe kat ettin. Özellikle çok dergi takip eden ve çok okuyan biri olduğunu biliyorum. Bunun sebebi neydi? Bu ivmeyi açıklayabilir misin?

Cihat Duman: Sanat ve üretme dediğimiz şey -ben üretim diyorum; üretim-tüketim belki biraz kapitalistçe bir ifade ama işe kutsiyet atfetmemek adına üretim diyorum- hayatımızla çok yakından bağlantılı ve paralel yürüyor. 2005’te okulu bitirip serbest meslek hayatına atıldığım zamanlarda bir kopuş yaşamıştım. Ailemden uzak yaşamayı seçmiştim ve insanlara güvenmiyordum. Evde hayvan da besleyemiyordum. Bu sebeple okumak ve yazmak benim için bir tatmin aracıydı. Felsefi ve dini metinlerle de arama bilerek mesafe koydum. Çünkü bu tür metinler daha evvel beni değişik anaforlara sokmuştu. Bu yüzden estetik bir üretime giriştim. Bunu yaparken de bu işi ciddiyetle ve hakkıyla yerine getiren insanların olduğunu gördüm. Kepaze olmamak adına da bazı şeylere önem gösterilmesi gerektiğini anladım. Bilinmesi gereken şeyleri bilmek, yazılması gereken şeyleri yazma becerisi göstermek önemliydi. Bu yüzden dergileri yakından takip ettim. Dergiler edebiyatın kalbi gibidir. Hareketlidir. Takip ettiğim yazarların okudukları kitapları okumaya çalıştım. Bunu yaparken de yazara yaklaşmamak gerektiğini ve sadece yazdıkları ile ilgilenmem gerektiğini düşündüm. O yüzden o kopuş sürecinde okumaya önem gösterdim.

İlk şiirin nerde ve ne zaman yayımlanmıştı?

2007’de Varlık dergisinde.

Erken yaşlarından bu yana bu işle ilgilenmiyorsun bildiğim kadarıyla? Şiir yazma isteğin nerden geldi? Biraz bodoslama girdin gibi…

Bizde şiir okunmaz. Dini metinler okunur ve yorumlanır. Böyle yetiştirildik. Ama üniversitede birkaç arkadaşın tavsiyesiyle Sezai Karakoç, Cemal Süreya okumaya başlamıştım. Bana komik geliyordu. Hoş geliyordu. Bu adamların bizim yaşadığımız şeyleri yaşadığını anladım şiirlerinde. Hayattan aldıklarını sanata aktarıyorlardı ve ben etkileniyordum. Demek ki ben de birilerini etkileyebilirdim. Etkileniyorsan etkileyebilirsin de…

Bir nevi şöyle diyebiliriz: Ben de böyle metinler üretebilirim, düşüncesi…

Demek ki etkilenmeyen insan etkileyeceğini düşünemez. Poptan etkilensem gitar kursuna giderdim. Ne bileyim? Müzikten etkilensem… İlkokulda pastel, guaş boya bulup okula kepaze olmadan gidebilseydik resme merak salabilirdik.

En masrafsızı edebiyat…

Hah! Ondan dolayı etkileyebileceğimi düşündüm.

Sonlarda sormam gereken bir soru ama; kendi şiirini nasıl görüyorsun. Senin yazdığın şey nedir?

Benim yazdığım şey farklı değildir bir kere. Röportajlar, eleştiri ve şiir metinlerinden aktaramayacağımız şeyleri aktarmak için de bir bahanedir. Daha önce söylemiştim, şimdi tekrar edeyim: Ben şair değil nükteciyim. Ben şiir yazdığıma, şiir yazıyor olduğuma inansam bile farklı olduğuma inanmıyorum. İddiam yok. Benim iddiam, çağdaşlarımı etkileyebilecek gündelik metinler üretmemdir.

Patlayan şeyler?

Patlayan şeyler. Anlık etki yapan şeyler demek istedin her halde. Çünkü birazdan bunu nereye getireceğini biliyorum, ha ha ha. Metin Eloğlu’nun bir sözü var: “Geleceğe kalmak istemiyorum. Bugün okunmak istiyorum,” diye. Geleceğe kalma kaygısının bencillik olduğuna inanırım. Geleceğe dönük yapılan şeyler geçmişe gömülecek. Şiir meselesinde de…

Buraya bir şerh düşüyorum. Bugün anlaşılmak kaygısı. Bunun üzerine konuşacağız. Kendi şiirine nasıl baktığınla ilgili devam et.

Kendi metinlerimin geçmişteki büyük şairlerimizin gölgesinde kaldığını hissediyorum. Ama bu aşamayacağım anlamına gelmez. Belki de bu düşünceyi diri tutarak hırs yapıyorumdur. Nihayetinde amacımız tımarhaneye düşmemektir.

Aklımızı biraz daha koruyabilmek.

Ve insanlara zarar vermeden yaşayabilmek. Çünkü böyle bir yarık olmasa başka yerlerden daha şiddetli, daha negatif durumlarla karşı karşıya kalabilirim.

Senin için sinirli diyorlar. (Gülüyor)

Sinirli. Yani irsi bir sinirlilik var. Mesleğim de çok stresli bir meslek. İster istemez fevriliğe neden oluyor. Benim birçok durumda neşeli gözükmemin sebebi sinirimi örtmek içindir. İlk müdahaleyi kendime kendim yapıyorum anlayacağın. Ama yazışarak tehditleşmeyi sevmem. Meseleleri yüz yüze çözme taraftarıyım. Edebiyat dünyasında sıklıkla, kalem oynatarak yapılan polemikler bana samimiyetsiz geliyor. Aynı adamı sokakta defalarca görüyorsun halbuki… Doksan kuşağı bu kaypaklığı çok gösterdi zamanında. Neyse…



Az önce, geleceğe kalmak gibi bir niyetim yok, dedin. Ben bunun altında, alt metninde şunu seziyorum: “Evet, ben yarın da okunmak istenen bir şair olmak istiyorum.” Bu ikisi de senin reddettiğin şeyler. Şair olmak ve geleceğe kalmak. İroni mi bu? Bugünün hikâyesini anlatarak gelecekte var olmak… Böyle bir niyetin yoktur belki.

Gelecek; şu andan itibaren benim mezara gireceğim ana kadar olan zaman ve mezardan sonra dünya devam edecekse, ondan sonra devam eden zaman olmak üzere ikiye ayrılır. İlkinde tabi insan okunmak ister. Ölene kadar yazdıklarına bir tepki görmek ister. Başka şeylerden dışarıya verdiğimiz etkiler bir tepki vermediği için bunu sanatla yapıyoruz. Hayat etkilerinde alınan tepki fos çıkıyor. Ya da çok benciliz ki aldığımız tepkileri beğenemiyoruz. Ama sanatsal olarak alınan tepkilerde bir letafet oluşuyor. Ama öldükten sonra okunması/okunmaması, kitapların baskı yapması, torunlara miras kalması beni ilgilendirmiyor.

Peki, yazarlarda bu geleceğe kalma kaygısı niye peki?

Ben âlimlerin öteki âlemi açıkladığı metinlerde, insanın ebediyet hissini bir delil olarak kullandıklarını gördüm. İnsandaki yok olmama hissi diğer dünyanın varlığına bir delil olarak gösterilmiştir. Ama sanat fanidir. Elbise, kitap, çocuklarımız, eşlerimiz gibi fanidir. Ruhun ebediyet kaygısının sanatla veya diğer şeylerle beslenmesini sağlıklı bulmuyorum. Bunun zekâyla bir ilgisi olmalı.

Zekâyla ne ilişkisi var?

İnsan biraz kafayı çalıştırsa bu gibi şeylere bağlılığın gereksiz olduğunun, çok boş beleş bir şey olduğunun farkına varır.

Çocuk yapmanın bunla ilgisi var mı?

Çocuk yapmak geleceğe bir eser bırakmakla eş mi, değil mi bilemeyeceğim ama çocuk yapmanın da cinsellik gibi bir oyun olduğunu düşünüyorum.

Ortaçağda cinsellik ayıplanırmış. Çocuk yapmak dışında cinsel ilişki aşağılanırmış. Ortaçağ Avrupa’sında böyle bir algı var. Genelde insanın bir yarına kalma isteği var. Bu durum entel tayfa için “sanatçıyım ben” tribiyle ortaya çıkıyor. Tırnak içinde, küçük insan içinse çocuk yapma isteği şeklinde vücut buluyor.

Bunu da düşünmüştüm. Çok ulvi sandığımız, gaza geldiğimiz birçok durumun aynısının bir modelini bizim gibi olmayan insanlar bizim aşağılıkça gördüğümüz durumlara uyguluyorlar. Örnek: Ben minibüste giderken zamanı değerlendirmek için açıp bir kitap okuyabilirim. Altını çizebilirim. Altını çizdiğim yeri daha sonra herhangi bir yazıma veya twitter iletime malzeme yapabilirim. Bu benim için büyük bir kaygı olarak gözükebilir. O esnada minibüste iddia kuponu tartışan gençleri, nişanlısını arkadaşına anlatan bir genç kızı çok basit görebilirim. Görüyorum da. Çok dünya var. Birbirimizin dünyasına saygı göstermeliyiz. Bence onlar da bizim “satırların altını çizmeye” verdiğimiz kutsiyeti iddia kuponuna veriyorlar. Bizim onların dünyasından tiksindiğimiz kadar onlar da bizim dünyamızdan tiksiniyorlar. Kendini mahallede, köyde veya işyerinde düşün. Paravanlarla ayrılmış ve 50 kişinin aynı ortamı paylaştığı bir işyerinde okur-yazarın tek sen olduğunu düşün. Sana tiksintiyle bakarlar. Dalga geçerler. O yüzden, bizim gibi “sanatçıyım” iddiasıyla ortaya çıkan, orada burada pozlara giren insanlara tiksintiyle bakarlar ve haklılar.

Aslında aynı refleks değil mi?

Evet. Ve eşit bir refleks.

Bugünün şiiri farklı bir kanala akıyor. Gelişen teknoloji ile birlikte bilgisayar hayatın her alanına dahil oldu. Özellikle sinemada montaj ve kurgu bilgisayarın yardımıyla ortaya çıkmaya başladı. Edebiyatı etkiler mi bu? Günümüzde ve ilerde yazılan şiirde teknoloji etkili olacak mı? Çünkü senin şiirinde de montaj var. Bu sorunun doğuş kaynağı da Reha Erdem’dir bu arada.

Reha Erdem filmlerini birlikte izledik. Reha Erdem’in kurguda ve montajda harikalar yarattığını biliyoruz. İkincisi, biz şiir yazarken zaten montajdan geçiriyoruz. Eskiler buna ‘şiir işçiliği’ derdi. İnşaatçılar ‘ince iş’ der. Bizim de ürettiğimiz metinlerin temelinde montaj vardır ama farkında değilizdir. Edebiyat dergilerinde, internet sitelerinde bizim ilgimizi ilk çeken, bizi cezbeden özellik mizanpajdır. Görseller, kapaklar, dizgiler, yazı karakterleri… Bunlar bir sanat ürününe baktığımızda dikkatimizi çeken ilk şeylerdir. Fakat farkında bile olmayız. Sadece sezeriz. Mukayese ederiz. Birçok sinemacının senaryoya aykırı montajla kurgu değişikliğine gittiğini biliyoruz. Montaj edebiyatta kolaja denk gelebilir. Benim üretimimde kolaj/metinlerarasılık çok önemli bir yer tutar. Ben buna kendim ‘hırsızlık’ diyorum. Ürettiğim metinlerde; sizin şiir dediğiniz, benim de yanılarak şiir dediğim bu metinlerde; öyküden, romandan, tiyatro metinlerinden alıntılar vardır.

Burada ‘etkilenme endişesi’ duymuyor musun?

Vicdan azabı duymam gerekiyor ama onu da duymuyorum. Benim elli yıl önceki Beckett’dan Ionesco’dan, Tanpınar’dan, Oğuz Atay’dan…

…Aparttığımı nerden bilecekler?

Aslında onlardan alıntı yaparak bir nevi onların avukatlığını yapıyorum. Fakat bunun dışarıdan anlaşılması çok zor, anlayamazsınız. Ben bile çok zor fark ediyorum kimden ne çaldığımı. İnternet demiştin sorunun başka bir ayağı: İnternet yeni bir mecradır. Mağara duvarından papirüse, oradan kâğıda, şimdi ise word’ü aşıp internete uzanan insanların bu son eylemi yadsınamaz, hafife alınamaz. Ve buna uygun bir metot geliştirilmelidir. Bununla ilgili çalışmalar sürüyor. Düşüncelerim çok da net olmadığı için açıklayamıyorum. Özellikle anlık yazışmaların düşünce biçimini, algılama biçimini değiştirdiğini mi düşünüyorum? İnsanlar artık bir ülkeye gittiğinde veya evinde bir hayvan beslediğinde, farklı deneyim yaşadıklarında bunu internette paylaşmak için yapıyorlar.

İnsanların akıllarında canlandırdığı öncelikli şey bunu paylaşmak mı?

Buna göre de nesneden algılanan şey değişiyor. Ben bu duruma inat olarak gezilerde fotoğraf makinesi götürmemeye başlamıştım. Gördüğüm şeyi fotoğraf makinesiyle çekeceğime inandığım için bakamıyordum. Nesneyi yaşamayı ön plana aldım. Ama algının ve algının yansıtılmasının doğallığının değiştiği inancındayım. Estetik dediğimiz şey burada susacak mı, duracak mı? Yok, hayır, kesinlikle buna göre tavır almalıdır sanat. Nasıl yapılır bunu tartışmak lazım.

Yazarla okur arasındaki bağ daha sıkı hale geldi. Aradaki boşluk doldu. Okur aynı zamanda her an bir yazara dönüşebilir. Senin internette yazdığın şeye bir yorum yapılır ve senin metnini aşabilir. Derrida yazarın ölümünden bahseder. Bence yazar asıl şimdi öldü. İnternet ne zaman yaygınlaştıysa, küreselleşmenin artmasıyla mesafe ortadan kalktı. Yazar ve okur arasındaki bağ nerde?

Bunun sanat üretimine ne gibi katkısı olabilir? Düşünüyorum. Dadaist ve diğer avangartların çıkış noktasında şu var: Herkesin sanat üretebileceğini iddia etmişlerdir. Gürültü bile bir müziktir. Acaba facebook anti sanatçılar tarafından mı çıkarıldı? Sanat kanonunun kapalılığı neden peki? Bu da avangart bir durumudur. Bunu da düşünmek lazım. Komplo teorisi kurmak istemiyorum ama belki de para kazanmayı saymazsak Zuckerberg avangart bir sanatçı olabilir.

İnternet iletişimi insanın varoluşuna ne kadar yakın?

Bu bir göç. Aynı, kavimler göçünün birçok uygarlık kurması gibi. İnsanların internete göç etmesi de yeni uygarlıkların kurulmasına sebep oluyor. Belki de aslımıza döndük. Çünkü beynimiz de dijital sayılır, daha çözülememiş olmasına rağmen. Belki de iadenin itibarıdır. İkinci ihtimal, bu göç sürgün de olabilir. Geri dönemeyeceğimiz bir sürgün ve insanlar eski yurtlarını çok özleyecekler. Gittikleri yerde de unutulacaklar ve yok olacaklar. Durumlar bizi bir kaosa sürüklüyor. İşin bu kadar ciddiye alınması tuhaf. Bir facebook iletisi yüzünden boşanan insanları gördüğüm için söylüyorum. İnternette yazılan metinlerle bizim Word’de yazdığımız metinler aynı değildir. Bizim Word’e yazdığımız metinlerde direkt karşılık gelmez. Yani insanlar ulaşana kadar bir orta zeminde durur. Anonim olana kadar demlenir. O aşamada bizim metinden aldığımız ve metne verdiğimiz başka şeyler vardır. Bu durum bizi olgunlaştırır ama az önceki anlık iletilerde, düşünce ve duygu bizim beynimizden başka bir beyne doğru gider ve beklemez hiçbir yerde. İlk durumdaki ortanca kısımda bulunan yalnızlık ikinci durumda yoktur.

Anladığım kadarıyla iletişim eskiden üç boyutluydu. Sen yazardın ve dururdu orda, yani mektubun gitmeme ihtimali vardı. Sen yazardın ve mektubu gönderene kadar bekleme aşaması vardı. Postaya verirken karşındaki kişinin okuyacağını düşünüyorsun. Ama şimdi böyle bir ihtimal yok. Karşı taraf kesinlikle okuyacak.

Araya zaman ve mekân girerdi. Şimdi zemin tamamen ortadan kalkmış durumda. İletişiyoruz derken iletişemiyoruz. Bir telefon günde yüz kere çalınca değeri kaybolur.

İletişimin arttığı bir çağda iletişimin bir değeri kalmadı gibi romantik bir cümle kurmayacağım, ama buradaki iletişim sakat bir iletişime döndü. Çünkü metnin üzerinde çok fazla düşünmeden yazıp gönderebiliyorsun. Her an herkes sana ulaşabiliyor. Bu yaratılışa aykırı. Seni çok ufak bir iletiyle anlıyorlar. Patlayan bir şeyle algılıyorlar.

Ben kavram kullanarak altını doldurmayı sevmiyorum. Örneklerle konuşmaya çalışayım. Güzel bir manzaraya bakınca güneş ışığının nesneler üzerindeki oyunlarını görürsün. Karlı bir dağın güneş ışığı ile görüntüye bürünüşü… Sadece güneş ışığı, sadece dağın tepesindeki beyazlık, sadece ova tek başına sanat güzel olamıyor. Bunların bir bütünlük oluşturması gerek. Belli bir düzen ve dirlik gerek. Ancak bu durumda hoş gözükür. Bizim sanat dediğimiz şeyde de, malzemesi dil olan şiirde tek yönlü kullanarak bir sanat oluşturulmaz. Şöyle desem “ağaç kuş öldü”. Veya “ağaç güzel güzel güzel ağaç”. Burada ortaya sanat çıkmaz. Hatta Fransızlardan biri diyor ki: Ben bir mısrayı alttaki ve üstteki mısraya göre değerlendiririm. Alt ve üst mısraya göre bir mısra değerlenir. Metnin bir bütünlük oluşturması lazım. Bak, ‘absürtlük’ demiyorum. Metnin kendi içindeki bütünlüğünden bahsediyorum. Sanatla, mecazla, imgeyle, metaforla, göndermeyle, ironiyle, lirikle, epikle, bazen doğadan faydalanarak, bazen ruhumuzdan faydalanarak çoklu bir yapı ortaya koyarız ve sanat oluşur. Başkaları da çokça bizim metinimize şiir dediği için biz de ona şiir deriz. Ama senin dediğin internet iletilerinde çok tekil şeyler meydana geliyor. Bütünlük arz etmiyor. Bunun sanatla yarışması mümkün değil.

Sen, benim reddettiğim bir yerde duruyorsun. Ben şiiri biraz yüksek bir yere koyarım. Daha ulvi, güncelin olmadığı bir yerde. Bu kalıcılıkla ilgili değil. Şiirin içine internetin ya da çok güncel şeylerin girmesi beni rahatsız eder. Buna ne diyorsun? Şiire bunu yapmamamız lazım diye düşünürüm. Benim savunduğum şiir senin yazdığın şiir değil. Şiire ve yazıya bir kutsiyet atfetmemekle birlikte, senin şiiri yıprattığını düşünüyorum.

İnsanlar nasıl farklı fıtrattalarsa sanat anlayışları da farklıdır. Sen sabırlısın. Senin aldığın aile terbiyesi, aldığın eğitim, fizyonomin ve burcun arasındaki kombinasyonun seni sabırlı yaptığını düşünüyorum. Ama senin tam zıddın bir insanın da var olduğu aşikâr. Ya da bir suçlu daha farklı yetiştirilmiştir. Mesela anarşistler çıkar iktidarı devirir. Foucoult çıkar hapishaneleri reddeder. Kimi çıkar monarşiyi savunur. Hep farklı fıtrat ve kanalların işi bunlar. İşte sanatta da buna bağlı olarak farklı anlayışlar vardır. Mesela birisi der ki, ‘dünya Tanrı’nın tebessümünden yaratılmıştır’. Birisi de ‘önce söz vardı’, diyor. Kimisi, önce Tanrı vardır, der kimisi de, önce kaos vardı, der. Bu temele göre de sanat çeşitli kollarda ilerler. Sen ayrı bir kolda ilerliyorsun. Bense ayrı bir koldan… Kendi sanat kanalını keşfeden insan o kolda kendini geliştirmelidir. Ben Allah’ın bizi yaratmasını komik olarak görüyorsam, sanatın gerçek hayattan kopuşunun bir tökezleme olduğunu değerlendiriyorsam; ben sanatımı ironiye dayandırırım. Karmaşayı savunurum. İmgeye, mecaza bakışım ve kullanma biçimim buna göre olur. Kimisi de insanların imtihan için gönderildiğini ve cüzi irade olduğunu, gerçek hayatın çok ciddi olduğunu, her an başımıza bir kazanın gelip kolumuzun kopacağını, buna göre sanatın da ciddi olması gerektiğini düşünüp insanlara faydalı olmanın her şeyden üstün olduğunu iddia edebilir. Kimisi liriktir, kimisi epiktir, kimisi ironiktir, kimisi pastoraldir, kimisi gerçeküstüdür. Benim anladığım kadarıyla sen şiire ait kelimelerin olduğunu düşünüyor ve şiirin namusunu korumak istiyorsun. Senin bu düşüncen, genel namussuzluktan kaynaklanıyor. Bense genel namussuzluğun özel bir namussuzlukla hakkından gelinebileceğine inandığım için namussuzluk yapıyorumdur. Burada senin düşüncenle benim düşüncem arasında hiçbir fark yok, sadece saygı duymamız gerekiyor.

O kesin. O yüzden buradayız ve bunları konuşuyoruz. Peki, kullandığın güncel kelimeleri belirgin bir biçimde mi şiire dahil ediyorsun?

Yok, ben fazla da belirgin bir şekilde kullanmıyorum; mesela Heves dergisi şairleri gibi çok belirgin değil. Benim birinci özelliğim hırsızlık, ikinci özelliğim ise olta atmaktır. Senin tabirinle benim piç kelimelerim aslında oltadır. Okur avlanmayı bekliyor. Benim şiirimde köküne kadar güncellik bulamazsın. Ara ara serpiştiririm ki bu da benim avımdır.

Bu durum şiirdeki duyguyu öldürmüyor mu? Fazla ironi ve parodi şiiri öldürüp onu herhangi bir şey haline getirmiyor mu? Tamam, ben de şiiri çok ulvileştirmiyorum ama bunu konuşalım.

Belki biz katilliği seviyoruzdur. Belki onu da suç olarak telakki edip ezikliğini yaşıyorumdur. Tamam, öldürüyorum. Bu yüzden de ‘şair değilim’ diyorum, senin gibilerin şerefini kurtarmak için. Belki bir sebebi de budur.

Anladım. Peki, son yazdığın şiirlerde ve kitabın ilk bölümündeki şiirlerde bir duygu var. Daha değişik bir duygu. Tam anlatamıyorum. Kalıcı olacak mı bu. Bu şiirler bana daha yakın.

Şunu diyeyim. Bende şiire yakın metinler veya şiiri oluşturan ana düşünce bir daha şiir yazamayacak olmanın verdiği korkudur. Bu korku sürekli hissediliyor. Şiire şefkat duymaya başladım. Aşkı bırakıp şefkate dönmüş olabilirim. Şefkat aşktan kat kat üstündür. Şefkat karşılık beklemez. Aşk karşılık bekler. Benim şiire aşkla yaklaştığım zamanlarda yaptığım fevrilikler ve patavatsızlıklar son zamanlarda bu şefkatten. Şunun farkına vardım: Şiir ne kadar bizi kepaze ettiyse de, o kepazeliğe katlandığımı görünce şiire şefkat beslemeye başladım. Şimdilik böyle düşünüyorum. İlerde değişebilir.

Yani yazdığın şiirin değişebileceğini de düşünüyorsun

Bence yazdığımız şiir değişmeyecekse bir anlamı yok yazmanın. Son zamanlarda kendini tekrar etme pahasına kitap çıkaran şairleri eleştirdiğimi biliyorsun. İyi şeyler yapan insanların arkasında durmak lazım. Kıskanmamak lazım. 80 kuşağı şairlerinin ne durumda olduğunu biliyorsun. Yeni şairleri…

Kendilerinden icazet alınmasını istiyorlar.

Bizi anlayabileceklerini sanmıyorum. Mümkün değil.

Anlayamazlar. Biz piç bir kuşağız. Sahibimiz yok. Bize bir şey anlatılmadı. Her şeyi kendi kendimize öğrenmek zorunda olduk. İdeolojik ve estetik. Sürekli olarak bizi apolitiklikle yargıladılar. Biz, yol göstericimiz olmadığı halde yargılandık. Bundan rahatsız oluyorum. Bir de özellikle şunu konuşalım: Şiirde kullandığın ironi, parodi, pastiş, metinlerarasılık… Bütün bunlar ne anlama geliyor?

Soruyu belki de fark etmeden çok güzel bir yerden soruyorsun. Kavramların bence’sini soruyorsun. Kavramlar artık öyle bir hale gelmiş ki kişiden kişiye değişiyor. Muhatap olduğumuz insan ona ne diyorsa o odur. Bir varoluşçuluğu, bir postmodernizmi tanımlayan, modernizmi, simülasyonu, romantizmi tanımlayan bir metin yok. Bunun çeşitli anlamlara geleceği söylenerek, referansta bulunarak sözü devralır kuramcılar. Bunu kabullendim ben. Kavramlar deforme edilmiştir. Benim için parodi, temel bir metnin, bilinen bir metnin herkeste bıraktığı etkiyi o metni başka bir biçime sokarak herkeste bırakılan etkiyi ters yüz etmedir. Bu çoğunlukla komik bir şekilde ters yüz etmedir. Mesela ben kitapta Turgut Uyar’ın “eğilip kendi yanaklarımdan öpüyorum” dizesinin parodisini yapmıştım; “kendime ölüyorum bu şık bir hareket” demişim. Bir şiirde şu an şık değil bu. O zaman şık bir hareketti. İkinci Yeni’nin dizgesini alıp mecaza eğilmeden parodi yapıyorum, bunla kahkahayla gülemezsin. Ama komiktir. Pastiş ise anlamın değil üslubun taklididir. Mesela İsmet Özel’in -dır, -dur’lu yargı bildiren dizeleri… Attilâ İlhan’ın şehir ve geceyi anlattığı melankolik dizeleri… Erdem Beyazıt’ın romantik sertliği… Bu teknikleri kullanmak ve okura fark ettirmek pastiştir. Dörtlük yazarsın, üçün birbiriyle alakası yok. Ama son mısralar arasında bağlantı olur, bu halk şirinin pastişidir; onu eleştirmişsindir. İktidarı eleştirmek için satiri kullanırım. Bunları, bundan sonra da kullanacağım. Okumalarımda yeni teknikler bulursam onları da uygularım.

Bazı insanlara göre kitapların biçimi, dizaynı, kapağı da kitaba dahildir. Benim için de böyledir. Senin kitapta da duyguyu veren bir görsel mevcut: Elinde karpuz olan bir eleman var. İlk bakışta bunun Cihat Duman olduğu anlaşılmıyor. Bu nedir? Böyle mi olmalıydı?

Görselle içerik arasında bağ olmalı mı?

Evet. Daha kritiği, bu görseli buraya koymak bir popülerlik kaygısı ile mi ortaya çıktı?

Ben çizimden, simgeden, soyut resimden daha çok bir fotoğrafın olmasını istiyordum kapakta. Yani resmin ölümünü savunuyorum. İkinci olarak yüzümün hatlarını belli edecek bir kitap tasarımı istemedim.

O adam sen değilsin. O adam senin bir parodin haline gelmiş.

Vardım farkına. Ben olduğum anlaşılmıyor. İçerikle bağlantısı tartışılabilir. Bence bu tarz bir fotoğraf Batılı tarzda giyinmiş birinin Doğu’ya ait bir meyveyi kucaklaması...

Karpuz doğuya mı ait? Çömmek aslında Doğu’ya aittir, tamam.

Batı’nın meyvesi bu kadar kaba olmaz ya. Karpuz Doğu’nun. Çaresizliğe ilişkin bir çömme. Taziyelerde, acil kapılarında çömüp ağlarız. Ağlayan yalan söyleyebilir, ama çömelerek ağlayan adam gerçekten ağlar. Kitaptaki terslikten kurulan dizelere uyan bir kapak görseli. Bundan iyisi olamazdı. Bir de toplantı yaparak karar verildi bu görsele. 10 kişinin kararı etkili burada. Pişman değilim.

“Ya da”nın öncesi nedir? Okura ne sezdirmek istedin? Avukatlıkla ilgili bir şey mi? Çünkü yasalara göre pişmanlık ceza indirimine sebep olur.

İyi hale girer. Altıda bir indirilir ceza. Ben, pişmanlığın dışavurumunda bir riyakârlık hissederim. Pişman olduğunu veya olmadığını dışa vurmakta da sevip sevmemenin dışavurumunda olduğu gibi riya var. Ama bir insanın kendi kendine, içinden pişman olup olmaması kesindir. Sevmek gibi şeylerde kendi içinden de söylesen yanılabilirsin. Pişmanlık diğer duygulardan bu şekilde ayrılır. Allah’a karşı utanç duyduğunda da bu tövbedir ve kesindir. İhtimalli pişmanlığın dışa vurumu insanın genel riyakârlığına bir tepki sanki bende.

Pişman mısın kitabı çıkardığına.

Değilim.

O zaman mesele kapanmıştır. Peki yaktığına?

Yaktığımı da pişman değilim.

Kitap yakmak yasal anlamda suç değil. Ama etik olarak suçtur. Nazilerin kitap yakması gibi…

Benim kitapları yakmamın…

Dağıtımla ilgisini söyleme, onu biliyorum. Bana bunun felsefesini söyle, eğer ki öyle bir şey varsa…

Yaktığım kitaplar elimde bulunan son kitaplardı. Yok etmek istedim.

Madem yok edecektin neden bastın? 

Ben kitapları yakarken zevk duydum. Filmin çekilmesi değil. O an zevk aldım. Kendini reddediş sanatçılarda mevcut bir duygudur.

Bu bana riyakârlık gibi geldi.

Reddettiğim başka şeyler var. Onlardan örnek versem acaba anlaşılır mı?

Hiçbir koşulda kendini reddetmedin: Kapakta kendi fotoğrafını kullandın. Burada tersinden okuyorum. Ne yapmak istediğini biliyorum. Bu işin içinde popüler olma kaygısı var. Senle ilgili yapılan kötü eleştirileri kendi bloğunda yayımlaman bile bunu bir nebze gösteriyor belki. Gösterilen ilginin sana bir şekilde ulaşması…

Kitap yakmamın felsefi bir arka planı yok. Bu kitap zaten arkadaşlarıma hediye edilmiş, sınırlı dağıtılmış bir şey. Kitap çıkmıştı. Kitabı yakmanın sebebi bu durumdan kurtulma isteğiydi. Günlük işlerime engel oldu kitap. Bir reklam da yapmış oldum. Kabul ediyorum. Ölçülü bir reklamdı. Kitaba yakın çekim yapmadık. Filme belgesel havası kattık. Kamera olmasa bile aynı şeyi yapacaktım. Ama arkadaşlara sürekli olarak acziyetimizi bildirmiştik. Kitap yeterince dağılmıyor, olmuyor dedik. Ama bu bir kudret göstergesiydi. Bir güç gösterisiydi. Kitap benim mülkiyetimde ve yakıyorum. Nemrut gibi. Yakılmayabilirdi. Bedava dağıtılabilirdi. Dükkânlara atardık kapının altında. Valiliğin önünde yakıp basını çağırabilirdim. Bu daha popüler bir arzuyu çağrıştırabilirdi. Ama bunu yapmadık. Kendi aramızda bir düğün yaptık. Mütevazı bir törenle kitabı Allah’ına kavuşturduk. Bu kitap, dağıtımcı tarafından ‘kitapçılarımızın rafı kirletilir’ endişesiyle alınmamış bir kitaptı. Biz de yakarak havayı kirlettik. Teselli bulduk ve eğlendik. Yine bir şenlik çıkmış oldu.

Niye böyle popülist bir tavır içindesin?

Meşhur olmak istiyorum çünkü. Para gelir oradan belki.

Meşhur olunca otomatikman para mı geliyor? TV’ye filan çıkarırlar diye mi?

TV değil. Sokakta yürürken tanımadığın bir insanın sana ‘merhaba’ demesinin hazzı. Zevkli bir şeydir her halde.

Söyleşen: Yavuz Türk, Edebiyat Ortamı Dergisi, Mart -Nisan 2011



2 yorum:

  1. kendin pişir kendin ye tarzı bir söyleşi.ayrıca cihat duman her tarafından bilgi fışkırıyor bitirene kadar başım çatladı bu söyleşiden ayrı 3 söyleşi daha çıkardı.ne anlıyorsun bütün bunlardan senin derdin ne - cihat dumanı anlama kılavuzu çıkar,okurlarına yardımcı olmak isyorsan.y.türk, kapalı toplumdan açık topluma geç.ne kadar bilirsen ne kadar idrak edersen o kadar mutsuz/huzursuz/uyumsuz/ ve ya tersi oluyorsun.genelde ilki olur her şey yetmezmiş gibi bide cihat duman halkaya eklendi.ama yinede iyiki var(zarardan yarar çıkarma )

    YanıtlaSil
  2. Uzun süredir atlamadan okuduğum nadir röportajlardan biri. Genellikle ilk cümleden sonrasının nasıl devam edeceğini bilmenin ezici sıkıntısı ile gözlerimi kelimelerde kaydırır, sona doğru hızla ilerlerim. Bu iyiydi. Ezber bozucu. Yani garip bir tanımlama mı olur bilemem ama, çok güzel bir coşkusallığınız var. Coşkusallık dışında başkaca da kelime gelmiyor aklıma. Öğlen, ondan mı bilmem. Video çok iyi, analiz edilesi ama öğlen işte. Öğlen olmuyor bunlar.

    YanıtlaSil

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...