Bu Blogda Ara

27 Ocak 2011 Perşembe

Hurda Sanat Manifastiği / /Cihat Duman / /Ocak-2011



Çorabımızın teki kayıptır.
Çorabımızın diğer teki kayıp değildir.
1984 yılında Fransa ile İspanya arasında çıkan ve fakat basına yansımayan kanlı savaş, şüphesiz birçok dengeyi bozmuştur. Yüz milyondan fazla insanın tekme tokat birbirine girdiği bu savaştan hiç haberleri olmasa dahi Elazığ İli’nin Pınarlı Köyü sakinleri ve Suriye’deki Humus bölgesi acayip etkilenmişlerdir.
Sanat internet içindir.
Emir kipi çok çirkin bir davranıştır.
Savaşın olumsuz etkisiyle Şangay, Cidde ve Şavşat’ta aynı anda ortaya çıkan Üçüncü Yeni, yedinci ve altıncı sınıf halk ayaklanmasının sanattaki neticelerini çok kısa bir süreliğine yansıtmış olsalar dahi bu artık 2011 yılı itibariyle mümkün gözükmemektedir. Gıcır bir sanat akımına ihtiyaç vardır. Nihayetinde Üçüncü Yeni Enternasyonal kademe kademe orta direk hâkimiyetine girip köşe yazarlığı derecesinde maaş almaktadırlar.
Son otuz yılı kasıp kavuran Küskücü’lük, sosyalizm ile nasyonal sosyalizm arasında çok kişiliksiz bir kimlikle durmakta ve gelmiş geçmiş en kaypak ideoloji yarışmasında bizce birinci durumdadır. Küskücüleri düşünce dünyasından def etmenin gerekliliği artık bir zorunluluktur.
Küskücülerin yazarçizer takımı kitap eklerinde yazı yazarlar.
2007 İzlanda Devrimi ve Marks Pencer’ın sonrasında kurduğu sistem, tekstili bir sektör olarak öne çıkarmıştır. Tekstilin inşaat ve otomotiv karşısında kazandığı bu galibiyet sinemayı da etkisi altına alarak balkanlardan ülkenize doğru giriş yapmak üzeredir. Bu sebepten Tarıma önem verilmeli ve marjinal verim kazanmanın sinemanızdaki taşra etkisi tartışmaya açılmalıdır.
Nobel Ödülü alan romancınızın yayıncısının, bütün “Çakma Borgez” yerli yazarları bünyesine alarak sizlere “genç romancı” sosu altında sunması yayıncılık tarihinde bir devrim niteliği taşımaktadır.
Bugün çok soğuk olduğu için dışarı çıkamamaktayız.
Bilecik dünyanın başkentidir. Canım Bilecik. Sana şiirler yazmak şart oldu artık.
28 Şubat tarihinde (yılı hatırlamamaktayız) Genelkurmay Başkanınızın -o gün evinden acele ile çıktığı için külot giymeyi unuttuğu tutanakla sabittir- pantolonunun altından şeyinin belli olduğu ve bunun da şerefli Başbakanınızı korkuttuğu haberi gerçek dışıdır. Buna dayanarak teori, düşünce, yorum üreten herkesi boş beleş insanlar olarak görüyoruz. Ülkenize eksi ya da artı hiç etkisi olmayan bu olayı artık unutalım. İnanırsak başarabiliriz.
Bir karpuzun yalnızlığı kutsaldır. Karpuzu insandan ayıran şey ise bu kutsallıktır.
Marslılar Şili haritasına bakıp bakıp gülmektedirler. Marslıların mizah anlayışı ile ilgili ciddi şüpheler taşımaktayız. Sanatımızın bu oldu üzerinde incelikle durması gerekmektedir. Marslıların Nazi Jüpiterinden gördükleri zulmün aynısını Neptünlülere uygulama gayretlerini ise ibretle izlemekteyiz.
Üniversitelerde kendi halinde/içine kapanık gençlerin öcü alınacaktır. Bazı çocukların gözleri bile vardır.
Bazı Dudistlerin, dini şiire alet etmede gösterdikleri hüner göz yaşartıcıdır. Bu yüzden daha sonra beğit olarak değiştirmek üzere beğenti kavramını ortaya atıyoruz. Beğenti, sanat mevzu bahis oldukta diğer tüm disiplinleri aşan bir karizmaya sahip olacaktır. Yüce Duda, hayvanlığı beğenti üzerine inşa etmiştir. Bu vesile ile kendini Dudist sanatçı olarak tanımlayan kişilerin sanatçılığına el konulmuştur. Onlar bundan böyle Şorlatan olarak anılacak ve eski küskücülere uygulan hukuk uygulanacaktır.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, tuvaletleri çok pis insan koktuğu gerekçesiyle tarafımızca feshedilmiştir. Kültür Bakanlığı olarak bundan böyle Cennet Vatan Ukrayna’ya bağlı olduğumuzu ihtar ederiz.
Küskücülerin iktisat teorileri simide yapılan zamdan sonra içeri göçmüştür.
Tam Bağımsız Sinema bizim rüyamızdır.
Steteskopiyonistlerin kuru fasulye, acılı şalgam, çiğköfte, kokoreç, turşu vb. gıdaları tükettikten sonra yazıldığı hissini veren kuramsal metinleri, eleştirileri, kavram yaratma çabaları, çeviri gayretleri, dergileri bizi çoğunlukla güldürmektedir.
Aslen 1801’de kurulan Cumhuriyet’inizin artık sonuna gelmiş durumdayız.
El Giryâni’nin Uzayımızın İcadı Kanunu’ndan sonra birer safsataya dönüşen Aparatif Tıp, Penelope Fiziği ve Psikaliz geçmişe bulanmıştır. Meselelerin Uzayın İcadı’na göre yeniden çözüme kavuşturulmasının aciliyeti söz konusudur. Sanat, bu anlamda diğer sosyal bilimlere yardımcı olacak refleksi şiddetle göstermek zorundadır.
Biz burada çok iyiyiz. Hazreti İsa’nın hepinize selamı var. Ayrıca Nemrut’a helikopter pisti yapılmasını talep etmektedir.
Çocuk yapınız ama evlenmeyiniz. Kadınları ayın bazı vakitleri kendi hallerine bırakınız.
Olur da kahrolası kumrular yer diye pencere pervazlarına ekmek kırıntısı koymadan şair olamazsınız.
Müzik, diğer tüm sanatların üstünde bir değere sahip olduğu için sanat üstüdür. Müzik ayıkken görülen rüyanın tabiridir dersek çok iyi olur.
Sanat, yaşlı zorbalarca kurumsallaştırılmış ve mülkiyet nesnesi haline getirilmiştir. Ölü yazarlar dışında yaşayan yaşlı sanatçıların adını anan, alıntı yapan, pış pış çekenler tarafımızca gıdıklanarak güldürüleceklerdir.  
Çok şükür, çorabımızın diğer teki kayıp değildir.


22 Ocak 2011 Cumartesi

İlkokul Defterimin 26. Sayfası


bİÇim oKURun kuruntUSudur

hADİ ses çıkar
çıKARIyorum ecel etme kendi kendime
sana bana bir bitkisel hayat borcum var
burda orda
ne garip, orda diYORUM değil mi orda
tAKSİt geçmez geçen akşam vaktidir
benim benim sana olan çıPLAK bIRAKma hissim
elbet bir gün geçecek
kefen gİYİp geleceksin müzik dİNLEr gibi bir rahatlıkla
bir dua edERKEN taktığın baKIŞı kullanacaksın
anNEM dile gelip seni çok beğenecek dilsizdir
babam dine gelip sana baza alacak
herkes bir şeyken bAŞKa bir şey olup seni SENEcek

aynı bakkalı kullanırdık düş macunu satılan
ama su da satılan hele bir akşamsa ve başımız dönüyorsa
içine bir insan gİYİp terasa çıkmışsındır
üzGÜN baKARsın bakış üzgün sESİN gelir kULAKlarından sessiz
sana sarılma hissiyle ağlarım ben YALAn
çaresizlikten tutup bir kaktüsü idam EDEBilirim

en baştan sÖYLEmek gereKİRse
söylEMEK gEREKir bazı şeyleri en baştan en sONA
ben anAMdan deli doğdum sonra delirdim
şiir rUHUn REGLamıdır dedi jİNEKologun biri
kESİN konuştu, yargıya vardı
ruhun reklamı şiirdir dedim fAZla elLEŞme



Ğ Dergisi, Ocak 2011

23 Nisan Ağıdı Hakkında Yorum Seviyesinde Mülahazalar


                                     “Ceza, suçluyu ıslah etme niyeti              
                                      gütmekten çok çiğnenen yasanın   
                                   kutsiyetini onarmak ve kutsal yasaya                         
                                          yeniden eski saygınlığını                                     
                                      kazandırmak amacı güder.”
                                                          Foucault


Süreyyya Evren’in ilk şiir kitabı 23 Nisan Ağıdı[1], teması çocuklar olan bir kitap. Kemalist rejimin, taş atan çocuklara uyguladığı cezalar ve ‘uyguladığı’ bayram üzerinden bir şiir kurulmuş. Kimi şiirlerde genel çocukluk halleri gerek tarihsel gerek otantik bir biçimde ele alınıyor. Türkiye’de mevcut düzenin seng-i ibret namına cezalandırdığı çocuklar son yıllarda hem dünya basınında hem de özgürlükçü çevrelerce tepkiyle karşılandı. Bu durumun şiirle anlatılması şüphesiz hususi bir öneme sahip. Filistin veya benzer yerlerde yaşanan insanlık dışı olaylardan ziyade çok yakınımızda cereyan eden olaylara kayıtsız kalmamak elbette her şairin görevidir. Bu bakımdan Evren’in yaklaşımı insani ve takdire şayan bir eylem. 23 Nisan 1920’de memleketin ileri gelenlerince, geri gidenlerini yönetmek için kurulan kurulan meclisin millet adına çıkardığı kanunlardan yine en çok millet zarar gördü. Özellikle terörle mücadele kapsamında çıkarılan yasaların uygulayıcısı “asker” olunca bu uygulamaların denetimi mümkün olmadı.  Nihayetinde her savaşın ortak sonucu olan çocuk ölümleri gerçekleşti. Bazı bölgelerin göğü çocuk hayaletleriyle doldu. Bu da yetmezmiş gibi yargı, savaşa/teröre/patlıcan bahçesine/her ne ise artık olan o şeye malzeme yapılan çocukları, imzaladığı uluslararası sözleşmeleri de çiğneyerek yargıladı ve cezalandırdı. 23 Nisan Ağıdı’nı az önce anlattığım filmi aklımızda tutarak okumamız gerekiyor. Kitapta bölüm başlıkları bulunmamasına rağmen kitabı iki bölüme ayırabiliriz. Bir kısım şiirler az öncede bahsettiğimiz temayı işlerken bir kısım şiirler ise nevi şahınsa münhasır özellikler sergilemekte. Dikkat çeken üç durum söz konusu. Şairin küfür kullanması, bazı şairlere onlardan alınan ödünç dizelerle göndermelerde bulunması ve düzyazı rejimiyle şiirler oluşturulması.

Cahit Zarifoğlu’nun özellikle “ve çocuğun uyanışı böyle başladı” adlı şiiri olmak üzere bir çok şiirinde çocukluğa vurgu vardır. Zarifoğlu’nun çocuklara ütopik yaklaşması, onlara geleceğin insanları olarak bir değer atfetmesi olgusu, Ece Ayhan’da çocuklara yapılan zulmün şiirle cezalandırmaya çalışılmasıyla kendini gösterir. Meçhul öğrenci anıtı, ilgili cezanın infazına iyi bir örnektir. Bu iki şairin ortak bir noktası vardır. Anlattıklarını karşılayabilecek en iyi biçimi (formu) seçmişlerdir. Biçim ve içeriğin uyumundan okura sunulan yüksek bir haz vardır. Sanat’ın bir anlamı da budur Kant’a göre. Buna şiirde duygu ve düşünce dengesini korumak da denebilir. 23Nisan Ağıdı’nda ise yukarıda bahsedildiği gibi, şiir bir öç alma aracı olarak kullanılmış. Fakat şiirin üslubu, yapmak istediği şeyi gerçekleştirmesine engel oluyor.

20 Ocak 2011 Perşembe

Kısmi Zaman Aldatmacası - Kadir Yanaç

hazır zaman ve atlar ve garson
yaman bir kahveyi içmek
gibi düşten nesnelerle döşenmiş
kara sokaklarda ciddi birkaç devlet
internet konuşuyorlar bacakları çapraz
atılımlar at üzerinde olur  diye
yaya adam as-mak-mak mastar eki-

koro düzeyinde yağmur yağıyor
inandırın bu müzik değildir. halk çoğullukla kendine
kendine bir gelin ısmarlar   
saçları yosun, gözleri kışla bahçesi
derin avuçlar toprağı. parmakları kemiklere
kemiklere nişanlıdır parmakları.
işte tam da bundan ötürü hatta düttürü
mezarlar ve bekçileri vardır.

şimdi bu denizden bir tren geçiyor ya
korkmayın  bu bir şeyin tersi değildir
bu sayı bu sayıyla uyuştuğu müddetçe
bu vida bu vidayı kolladığı müddetçe
bu travers bu traversle mesafeyi koruduğu müddetçe
bu açı bu açıyı yanıltmadığı müddetçe
bu işçi bu işçinin ardından bağırdığı müddetçe
kişiler arasında kesin duygular vardır.
tabi unutulmamalıdır ki nesiller kurtarmak
demiryoluna 180 derecelik acıdan bakmaktır.

biz herhangi bir günlerimizde
tüm bunlara bir şeyler diyoruz halk arasında



Kadir Yanaç, Yasakmeyve 48


18 Ocak 2011 Salı

Fakat Uğur Bey O Derin Bir Tutku

Sorulu cevaplı bir test yapalım mı sevgicikli okuyucuklarım?
İlhami Algör kimdir?
İlhami Algör yaşayan en büyük romancıdır. İlhami Algör çoksatar mı? Satmaz. Ama az da satmaz.
İlhami Algör’ün Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku adlı romanı güzel midir?
Çok güzeldir, iyidir, saftır, eğlencelidir, mükemmeldir. Bunu bilen bilir mi? Bilen bilir. Herkes bilmez.
İlhami Algör’den alıntı yapabilir misin? Hani birilerine örnek olsun, öğrensinler bu işleri?
Yaparım:
“Önce kitabın kalınlığı konusunda konuşmamız gerekiyor usta” dedim kediyi yok sayarak, “ince kitap ucuz oluyor, ucuz kitap dağıtımcının ilgisini çekmiyor. Dağıtımcılar ellerinde daha kalın şeyler tutmak istiyorlar. Ayrıca ince kitaplar elden ele dolaşarak okunduğundan daha az satıyor. (Abayım Beni Nezahat ile evlendir, İlhami Algör, MK, 2006)
Uğur Vardan geçtiğimiz günlerde Radikal Kültür Sanat sayfasında bir filmi ele alırken filmin içinde Müzeyyen adlı bir karakter oynadığından olsa gerek yazısının başlığını “Fakat, Müzeyyen Bu derin Bir Mevzu” olaraktan atmış. Linke basmak serbest. (http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1036270&Date=13.01.2011&CategoryID=41)
Önce iyi ihtimalleri değerlendirelim. Uğur Vardan bu ifadenin nerden gelip dimağına yapıştığını anlamayabilir. (Burda google’da araştırma ihtimalini göz ardı edelim mi, edelim. )
Belki de Uğur ile İlhami iyi arkadaşlardır.
Uğur Vardan ilgili eseri kült kategorisine koyup herkesin oradan İlhami Algör’e gideceğini bilir. (Bu da biraz kasıyor.)
Ve kötü ihtimal. Uğur Vardan kendini kurnaz sanıyor olabilir. Nedir? Mesele nedir? Biz istediğimiz eserden, yazardan isim belirtme zahmetine katlanmadan/kendimiz mavra yapıyormuşuz gibi davranma hakkına sahibiz. Biz gasteciyiz. Satıcıyız biz. Yiyici (okuyucu) değiliz. Burada yapılması gereken başlığın, kurmaca bir kitap adından esinlenerek oluşturulduğunun küçük bir dipnotçukla belirtilmesiydi.

Albayım, beni Nezahet’ten boşandır. Millete de biraz etik ver. Senin etik hazinelerin geniştir.

16 Ocak 2011 Pazar

Tehlikeli Oyunlar Tiyatroya Uyarlanmıştır

Oğuz Atay’ın bir romanı vardır: Tehlikeli Oyunlar. Bilenler bilir, bazılarımız için bu kitap, edebiyat diye bir şey varsa işte o edebiyatın en iyisidir. Bu romanı kült Tutunamayanlar’dan ayıran en büyük özellik ise bazı meselelere odaklanmasıdır. Özel bir romandır. Oğuz Atay bu romana pek müdahale etmez. Hikmet Benol intihar ettikten sonra da Albay Hüsamettin Tanbay devralır romanı. Son bölüm o yüzden pek sevilmez. Hikmet’i, hem oyunun sonunu bilen bir oyuncu olarak Sevgi ile sahnede hem de aynı zamanda salonda yalnız başına bu oyunu izleyen bir seyirci olarak tasvir edebiliriz. Hikmet, hayat oyununda dışarıdan Sevgi ile evlidir. Akrabaları vardır. Ona enişte diyen baldızları vardır. Hikmet bu oyunda “damat sevgisinin insan sevgisine oranla çok kısa sürdüğünü” anlamıştır bir kere. Hikmet, bu oyunun sonunu bildiğini, diğerlerinden gizlemek zorundadır. Aynı zamanda izleyici olduğunu kimseye çaktırmamalıdır. Ve bir izleyici olarak sonu, şu düşüncelerle hazırlamaya çalışır: “Ve sana izin verdim ki, bilmeden yaptığın eziyet artsın. Ve sonunda artık dayanamıyorum diyebilmek için ben de bilmeden bu oyunu oynadım sana. Ve bulaşıkları yıkadım. Ve bütün sözlerimi kesmene izin verdim. Ben ki bu konuda kimseye yetki vermemişimdir. Oysa, elimin tersiyle seni yıkabilirim. Bıraktım ki, sen kendi sonunu hazırla. Ve bana bütün yaptıklarını bir bir aklımda tuttum.”

Tehlikeli Oyunlar, Seyyar Sahne tarafından tiyatroya uyarlandı. Oyuncu Erdem Şenocak ise bu işi başarıyla yapıyor. Müsaade verilirse birazcık bu performansla ilgili yazmak istiyorum. Romanda Hikmet’in yaşadığı yalnızlık ancak tek kişilik bir performansla anlatılabilirdi. Şenocak’ın kabiliyeti işte burada devreye giriyor. Ses tonundaki değişmeler, alçalmalar, yükselmeler Hikmet’i ve hayalinde yaşattıklarını gözler önüne seriyor. Dekor olarak kullanılan birbirine çapraz ve farklı yükseklikteki salıncaklar ise tam bir zekâ ürünü. Özellikle Hikmet’in iç konuşmaları ve rüya sırasında oyuncunun bu salıncaklarda sallanması bizi Hikmet’in ruh dünyasına götürüyor. Yatay ve dikey olarak mekândan münezzehlik başka türlü açıklanamazdı her halde. Oyuncunun çıplak ayakla oynaması ise Hikmet’in deliliğini bizlere taşımaya yetiyor. Romanda çarpıcı olarak değerlendirebileceğimiz birçok sahne/bölüm oyunda da mevcut. Sahneye yansıtılamayacak acayip yerler ise -haklı olarak- es geçilmiş. Romanda altını çizdiğimiz ve birçoğumuz için artık vecize olan cümleler Erdem Şenocak’ın güzel sesinden aktarılıyor. Fizyonomisi ile de Oğuz Atay’ı andıran Erdem Şenocak, 130 dakika boyunca adeta Hikmet Benol oluyor. Ağlatıyor, güldürüyor. Sanatın gücünü bir kez daha ispatlıyor bizlere.

Görmek istediğimiz yerler ve tavsiyeler:

-Salim’in Hikmet’e yazdırdığı ev ödevi (s.108) olabilirdi.
-Ha-ha ifadesi romanın ruhuna uygun olarak (fakat bağırmadan, acı bir şekilde) daha fazla kullanılabilirdi.
-Hikmet’in Albay’ın gerçek olmadığı ile ilgili görüşleri ve itirafı (s.351) gene oyun ve roman kombinasyonu açısından açıklanabilirdi.
-“En büyük hazinemiz aklımızdır” bölümündeki mektup alınabilirdi. Çünkü oyun boyunca Bilge ile ilgili büyük eksiklik var. Ne sevişme sahnesi ne de mektup yok. Sadece denize açılma sahnesi ve Fikret’le birlikte katıldıkları gece sahnesi var. Bilge’ye büyük haksızlık yapılıyordu aslında romanda. (Son yemek adlı bölümde bile Bilge yemekte yoktur. Yani 13. Kişidir. Haindir.)

Oyun, Şubat ayı içinde de dört adet gösterimle devam edecek. Ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz. 

14 Ocak 2011 Cuma

Ahir Zaman Şiiri Mi?

konusuz düzyazılara bayılıyorum. şiirde konu olmaz zaten. peşi sıra iki cümlede şiir ve düz yazı kelimeleri geçtiğine göre bu metinde, o halde yazarın ne yapmaya çalıştığı kestirilebilir sanırım. yapmaya çalıştığım birinci şey anlattığım şeylerin bir dayanağı olduğunu ispat edecek temel eserler bulmak. ya da en azından okurun böyle hissetmesini istiyor olabilirim.

sartre’ın “edebiyat nedir”(1) adlı kitabını okuduğumda beni etkileyen şey şiirle düzyazı arasında var olan o uçurumdu. sonra bu tarafa baktığımda cemal’in “ağır ol bay düzyazı sen ancak uçağa binebilirsin” ile ece’nin yalınayak şiirdir lafları oldu. işi abartan belki de post modern şekle koyan haydar ergülen düz şiir(2) adlı şiirinde: çocuklar düzyazı olmasın diye /anneler var//anneler nar/çocuklar dağılmasın diye//anneler büyümez ki çocuklar kadar /anneler şiir… o golden beri/ankaragücü düzyazıdır /eskişehirspor şiir… dedikten sonra şiiri muzaffer ol düzyazı,/ yenilenler şiirdir! ile bitirerek aslında kendini yalanlamasını bilmiştir. bunları bir kenara bırakıp yolumuzu açması ve bizi cesaretlendirmesi adına şöyle bir saçmalığa inanabiliriz: şiirin ne olmadığı hakkında düşünenler ancak şiire yaklaşabilir. böyle bir disiplinden geçmeyen narsistlerden şiir yazmasını bekleyemeyiz. demek ki burada “zamanı” (ahir zamanı) en doğru biçimde anlamlandırabilecekler ancak ergenlik çağı çocuklarıdır. yani yargılarını haleflerinin yüzüne çarpan cesurlar. madem insan etkileme endişesiyle şiir yazmaktadır(3) etkilemeye çalışan özneyi –cümlenin sonuna doğru- terbiye edecek olanda etkilenme maskesi takmış gerçek genç şair olacaktır.

şiirin dili geliştirdiği dile temel olduğu bir safsatadan başka bir şey değildir. dili değiştirecekse reklam yazarları değiştirecektir. ve yazdıkları şiirler televizyonlarda yayınlanacaktır. enteresan kitleye, nitelikli(!) kitleye. kısa mesaj, kıza mesaj olabilecektir. şiir olsa olsa anın verdiği bunalımda kendini şiddet, esrar ve intihardan korumak isteyen mağdurun ruh kemiklerine bir tür terapidir. bireysel olduğu için de önemsizdir. hiç bir ülkeyi paraya boğduğu görülmemiştir. ki zaten filistin’e ısmarlama şiir yazan tüm adamlar korkaktır. ve savaşı durdurmamıştır. e başka ne kalıyor geriye?

biraz sosyal olmayan yani azıcık poetik mesaj vermek gerekecek olursa, şiiri anlamak için özellikle kardeş sanatlara bakmak ve onların donelerini düşünmek gerektir. sevgiliye ayrılan zamanın onda biri ile bu gerçekleştirilebilir. özellikle resim sanatında ki renklerin, müzikteki sesin heykeldeki ham maddenin şiir sanatında neye denk geldiğini çok iyi biliyoruz. söz gelimi bir genet tiyatrosu’nda konuşan kahramanların tiyatro adı altında aslında şiir söylediklerini her an anlayamayabiliriz. veya bir angelopolus filminde(4) müzisyen kocasını amerika’ya göndermek üzere liman’a gelen eleni’nin bitiremediği kazağı kocasına verdikten sonra kaçan bir ipten tutmasını ve kocası yürüdükçe kazağın sökülüp bitmesini ben yazarsam düz yazı olur. aslında şimdilerde internet ortamında çatır çatır çet yapan ve zuhur edecek olan ahir zaman şairini bekliyorum. kelimelerin büyüsünü kullanarak zamana meydan okuyan ey! ( bu chat gerçeğini daha uzun bir metinde dile getirmeyi düşünüyorum)

kardeş sanatlarımıza baktıktan sonra utanarak bir kaç ciddi bir şeyden bahsetmek istiyorum. tanzimat, garip, ikinci yeni, seksenler, doksanlar, derken geldik ikibinli yıllara. aslında beklediğimiz kimse yok. kendini bırakamayan “ben” kimseyi bekleyemeyecektir. osman konuk’tan bir örnek vermek gerekecek sanırım: her neyse bu sadece beni ve bütün şiirlerini ilgilendirir (5) şiirlerim demiyor zat. orda bir ben var ve bütün şiirleri var. peki, oradaki ben mi benim yoksa buradaki ben mi? işte bu çelişkiye düşememişlerin yazdıkları ve yayımladıkları şiirlerin ironisini yapmaya çalışıyoruz. çünkü enteresan pastoral kişiliklerimiz, romantiklerimizle el ele verip geleneğin haram mirasını yemeye çalışıyor. hemen bir edebiyat dergisini açıp sayfalarını karıştırın. orası korkaklarla cesurların yan yana durduğu, cenkte arkada ve ganimette önde olan korkakların savaştan galip çıktığı türk tarih kurumu belgeleridir. e tabi biz yeni derken muhterem yenicinin pohpohlanmak için bunu yaptığını da biliyoruz. muhterem yenicimiz şiir yap denize at okur bilmezse allah bilir düsturundan bihaber. elbette bunların da cezası verilecektir.

evet, bir düzyazıya daha sonuç yazabilecek kadar gevezeyim. ama şu dizeyi ezbere bilecek ve bazen kendi çapımda eğlenecek kadar da hedeonistim: sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim/ belki de şair olurum seni de aldırırm yanıma(6). şiire maruz kalmış kişilerin çıkış yolları hakkında tertiplediğimiz mavranın adresine ulaşması temennisiyle…

raif kadıoğlu, avantgardé dergisi, sayı 3

1- edebiyat nedir, jean paul sartre, can yay, 2005
2- keder gibi ödünç, yasakmeyve yay, 2005
3- etkilenme endişesi, harold bloom, metis, 2008
(ben, bloom’un şiirin ancak bir kaşka şairden etkilenme endişesinden doğacağı fikrine karşıyım. böyle bir şey ahir zaman için olabilse bile eskiden olması mantığa aykırıdır. çünkü iletişim yoktur. ve tüm şairler uzun burunlu bir ingilizce ile yazmamaktadırlar. mesela arapça denen bir dil vardır değil mi? varsa bir endişe o da etkileme endişesidir.)
4- the weeping meadow adlı filmin 126. dakikası
5- beyaz savunma, osman konuk, pan yay, 2009
6- gidiyorum bu, ah muhsin ünlü, sel yay, 2005

10 Ocak 2011 Pazartesi

Hür Adam, Tutsak Sanat

Hür Adam ile ilgili yapacağım (muhteva bakımından) her hangi bir yorumun objektif olacağı kanaatinde değilim. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerini hem kendi kaleminden Tarihçe-i Hayatı’nı hem de başka kalemlerden biyografilerini okumuş ve kendisine sempati beslemiş birisiyim. Filmde de zaten bunları bir kez daha olaylarla birlikte hatırlıyoruz. Film bunları hatırlatmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Bu benim -hadi bizim diyeyim- açımdan/açımızdan böyle. Bediüzzaman’ı zaten bilenler için bu filmde içerik olarak kazanacak bir şey yok. Ama bilmeyenler için, Üstad’ın hayatını öğrenmek ilginç bir deneyim olabilir. (Ki yapımcı bunu zerre kadar önemsememiş, neden önemsediğini unutmazsam aşağıda bi yerde yazacağım.)


Gelelim üsluba. Atların kendi kendine koştuğu savaş sahnesinden tutun, Üstad’ın o “sacit onamsı” dublajına; mahkemede bulunan dosyaların içinin boş olmasından tutun Üstad’ın öğrencilerinin gayet riyakâr gözüken davranışlarına kadar her şey tam bir komiklik havasında ilerliyor. Bütün bu teknik aksamalar seyircinin filmden kopmasına sebep oluyor. Aforizma üstüne aforizma, mühim laf üstüne mühim laf geliyor, arka planda, Üstad’ın ağzında, orda burada. Bu özelliğiyle bile bir rekor kırmış olabilir Hür Adam. Gıcır gıcır elbiseler, mis gibi zindan ortamı, Kürtçe sorulara verilen Türkçe cevaplar, vs. Neresinden tutsan dökülen bir film olmuş.
Başrol oyuncusu Mürşid Ağa Bağ ise tam bir sünnetlik çocuk gibi hareket ediyor. Rolün altında ezilmiş ve tüm mimiklerini kaybetmiş. Bilinen bir karakteri canlandıracak ne yetenek ne de güç var. Ki filmin genel anlamda tuzağına düşürecek çehresiyle kendi çapında bir şansa sahip tabii.  Ama sadece bu kadar! Dublajın da gücüyle hükmediyor gölgeciklere. Oysa her ne kadar sıfatı benzemese bile Üstad’ın ağırlığını yansıtacak bir ton tiyatro oyuncusu var ülkede. Ucundan benzesin de… Gerçi iyi başrol bulunsa bile bu projede harcanır giderdi.
Yukarıda bahsettim, yapımcının neden ötekileri önemsemediğini şimdi söyleyeyim. Yapımcı/sözde yönetmen Mehmet Tanrısever’in amacı burada zaten ilgili kitleyi çekmek. Garanti bir kitle varken rizikoya girmeye değmezdi. Tam da bu sebepten ilgisiz kitle Bediüzzaman’ı yakışıklı ve komik bir karakter olarak görmeye devam edecek.
Uzun lafın kısası bazı artistler başka artistlerce temsil edilemezler. Said-i Kürdi’yi çekmeniz için daha bir 50 yılınız gerek. Mezkûr film ise TV’nin Irak Savaşı’na yaptığının aynısını yapmıştır. Olayı basitleştirmek. Göze sokarak önemini kaybettirmek. Bence bu film “Komita”nın işidir.

9 Ocak 2011 Pazar

Tülin Özen Söyleşisi




C.D: Kaplanoğlu’nun bir yönetmen olarak set ekibine davranışlarında öne çıkan özellikler nelerdir. Onu diğer yönetmenlerden ayıran farklılıklar var mıdır?
T.Ü: Semih Kaplanoğlu, filmin çekim aşamasında diğer yönetmenlerden bazı nitelikleriyle ayrılıyor. Öncelikle filmin ruhunu çekim sırasında da aramaya devam ediyor. Bu sebeple çekim sırasında hiç olmadığı kadar titizdir.

Kaplanoğlu, çekim planına sadık bir yönetmen midir? Sizin de şahit olduğunuz anlık ufak değişikliklere gittiği sahneler oldu mu hiç?
Ayrıca Semih Bey, sette ‘hediye an’ diyebileceğim bazı anları yakaladığı zaman mutlu olur ve bunu filme dâhil eder. Bu sebeple çekim planına sadık bir yönetmen de değildir.  Daha çok hayal dünyasındaki imgelere, duygulara pirim verir diyebilirim. Bulunduğumuz mekanda ve zamanda hikayesinin ritmine, hissine ya da dokusuna hizmet eden bir hediye yakaladığını düşünürse günün tüm planları değişebilir.  Bazen duyduğu bir ses için de dakikalar geçebilir ve biz o hediye anları ve sesleri, filmlerinde çoklukla görüp duyabiliriz. Özellikle Bal’a baktığımızda o hediye anların varlığına çokça şahit oluruz.

Onun dört filminde oynadınız. Bu zaman içerisinde geçirdiği değişiklikler sizce nelerdir. Sette nasıl davranır? Sizinle ve diğer oyuncularla ilginç bir anısı var ise bizimle paylaşır mısınız?
Semih Bey’in yönetmenliğini üstlendiği, Meleğin Düşüşü ve Yumurta-Süt-Bal Üçlemesi olmak üzere oynadığım dört filmde, Semih Bey’in sürekli artan bir enerjisi vardı diyebilirim. Semih, çekim aşamasında hiçbir zaman olmadığı kadar gergindir, serttir. Semih Bey’in bu gerginliği karşısında biz oyuncular ona ayak uydurmak için kendimizi zorluyoruz. Sinema seyircisi ya da edebiyat okuru daha önce her hangi bir sette bulunmamış veya ziyaret etmemişse, bir sinema setinin nasıl bir yer olduğunu, ekibin ne tür zorluklarla karşılaştığını pek tahmin etmeyebilir. Kamera arkasına tam bir kaos hakimdir. Her an, beklenmedik bir yerden sorun çıkma ihtimali vardır. Örneğin, bir sahnenin uzaması demek, gün ışığının kaybedilmesi ve ekibin ertesi gün de aynı yerde hazır bulunması demektir. İşte böyle bir ortamda yönetmenin tavrı çok önemli bence. Mesela son filmimiz Bal’da, Yusuf’u oynayan Bora ile Semih Bey arasındaki sıcak ilişki, bence filme son derece olumlu yansıdı.

Biz Kaplanoğlu’nu izlediğimiz filmlerin yönetmeni olarak tanıyoruz. Sizse tabiri caizse mutfaktansınız. Kaplanoğlu’nun birçok projesine emek verdiniz. Yakından tanıdınız. Kaplanoğlu’nu yakından tanıyan bir oyuncu olarak, sizce Kaplanoğlu yönetmen olmasa hangi meslekten olurdu. Siz ona hangi mesleği yakıştırırdınız?
Ben, onu Radikal Gazetesi’nde yayımladığı sinema yazıları ile tanımaya başladığım için ilk aklıma gelen yine yazarlık oluyor. Ama onun dışında detayın, duyunun, duygunun ve estetiğin olduğu birçok sanat ya da zanaat işinde iyi olabileceğini düşünüyorum.

Sizce Kaplanoğlu’nun oyuncu seçiminde neye dikkat eder?
Bu konuda kesin bir cevap veremeyeceğim. Genellikle, kafasında oluşturduğu karakterlere dair fotoğraflar oluyor. Ve aramaya bu fotoğraflardan, ifadelerden başlıyor ve karşılaştığı oyuncularla uzun sohbetler ediyor. Bu aşamada sanırım karşılıklı diyalogları çok önem kazanıyor. Fotoğraf ya da oyunculuk olarak en çok uygun bulduğu oyuncudan bu konuşmalar sırasında anında vazgeçebiliyor. Çünkü setler, genellikle oyuncular açısından da zordur ve bence bu zorluğu, ego sorunlarından ya da karşılıklı anlaşamama sorunlarından bağımsız geçirecek oyuncular bularak atlatmaya çalışıyor. Bence bu tavrı iki taraf açısından da çok daha sağlıklı ve doğru. Bunların dışında Semih Bey, bence çok eğlenceli bir şekilde,  hikâyeyi okuduğunuzda bazı karakterler için asla düşünmeyeceğiniz özellikte oyuncular arayabiliyor. Bu durum senaryodaki ilişkilere, durumlara, duygulara başka bir derinlik ve algı katıyor. Ayrıca kendisi de bu anlamda sürprizlerle karşılaşmayı seven, karşılaştığı insanlardan ve onların yarattığı durumlardan etkilenmişse, belli bir risk de içerse hızlı manevralar yapmayı tercih eden biridir.

Yeniyazı Dergisi, 8, Semih Kaplanoğlu Çerçevesi 

3 Ocak 2011 Pazartesi

Yumuşak Ge Dergisi-10


Yumuşak Ge dergisi onuncu sayısı ile raflarda yerini almış bulunuyor. Pisliksiz edebiyatın mecrası olarak da bilinen Ğ Dergisi’nin bu sayısında Selman Bayer kapağa taşınmış. Selman Bayer’in iki adet şiirinin ve yazmakta olduğu romanından bir buklenin yanı sıra Burcu Aker’in kendisiyle yaptığı söyleşiyi de okuyabilirsiniz.
Cihat Duman, “İlkokul Defterimin 26. Sayfası” adlı şiirinde
şiir rUHUn REGLamıdır dedi jİNEKologun biri,
Murat Ekinci, “Ölmemek” adlı şiirinde
bir balığın ölümü beni yormaz
İpek Görgün, “Enbiya” adlı şiirinde
yolun sonunda allahbabalar
Kadir Yanaç, “Balık Cinayetleri” adlı şiirinde
anam babam film şeridi uzunluğunda
Selim Akdemir, “EYJAFJALLAJOKULL” adlı şiirinde
düşünce maçipuçi- de saklı bir sandık
Barbaros Çelik, “Haziran Yanılsamaları” adlı şiirinde
al bu lirik çeşmeleri de bana can ver
Enes Malikoğlu, “İtirazlar” adlı şiirinde
Müslüman mı olmuş yoksa üstat Bakunin
demiş.
Derginin ortanca bölümünde öykünün bugün ki durumuyla ilgili bir soruşturma tertiplenmiş. Soruşturmanın konusu öykümüzün fildişi kulesine çekilip çekilmediği ile ilgili. Akif Hasan Kaya, Behçet Çelik, Güray Süngü, Kamil Yıldız, Mihriban İnan Karatepe, Nermin Tenekeci, Nihan Kaya, Ömer Faruk Dönmez, Pelin Buzluk soruşturmaya içtenlikle cevap vermişler.
Dergide ilginç bir öykü kombinasyonu var. Ahmet Büke, Aykut Ertuğrul, Banu Kaba çeşitli kanunlardan seçtiği maddelerden ilhamla hukukla dalga geçen öyküler kaleme almışlar.
Ayşe Serra Dilek, Elif Naime Arslanoğlu, Mehmet Kandemir, Elif Zehra Kandemir, Bünyamin Kasap’ın Georg Trakl ile ilgili şiir ve yazı çevirileri, Bünyamin Durali’nin Hüseyin Akın Hakkındaki yazısı ve Yahya Kurtkaya’nın mektubunu, Kadir Yanaç’ın acayip çizimlerini keyifle okuyacaksınız.

2 Ocak 2011 Pazar

UR- Nazmi Cihan Beken

1.
dünya kafatasında
ortaya çıkan ur dünya
üstüme gönderilen anlaşmak isteyen
karışıklıklar esnasında öldürülen cengaverim
mesela beraatimi isteyebilirim
tasarladığım dişli çarklı hesap makinesi
uğraştığın yaygın beyin sklerozu
dünya çapındayım beni iyi canlandırın
sonra yaygınlaştınız
ordunuzun yeniden
teşkilatlandırılmasiyle görevlendirilseydim
bulduğum metodu mükemmelleştirebilirdim
sesin görüntüyle aynı hızda olduğu
dağlık bölgelerde elektrik tellerinin titreştiği
memleketim memleketim
evlerin içinde taş
birleştirme işlemi bir türlü yapılamaz
ko beyazla ko siyah arasında
cıvıldarım bağırırım ulumam
en büyük güçlüğüm sözlerimi
senin dudak hareketlerine uydurmaktır
yüzyıllar sürecek bir
ölümun başlaması


2.
vicdanın kurucularından sayılırdım
bütün ayrıntılara hakim olmayı
bilmeme rağmen kurnazdım
kök fabrikaları domuz ayrığı kelebeğin tırtılı
rican üzerine ünsiyet peyda ettim
ateşe dayan meydana gel osmanlılara kat
kıymet nazariyemi ülke dışına çıkaramazdım
engelin ortadan kalkmasından
itibaren aynıydım
rumları kapsıyorum
elma armut incir şeftali kayısı
altının yerini yüksek cevherli demir
madeni almıştır
esneme sonucu meydana gelen
küçük uzamalardan sonra ben
hiçbir şeyi sevmedim


3.
hakikat sucuk yapımında kullanılamaz
genel düzen ve kuruluş bakımından
kurban bir plan içindeyiz
olan kızların isteklerine direnmeyenler
hayır hayır atımı değiştiremezler
hayır atı diye bir şey olsaydı
onu demiryolunda da sürerdim
uğrayabilen beton pistim bile yok
adalet şehrinin havadan görünüşü
melankoli kasabasının başlıca özellikleri
değeri artan arsalardan mümkün olduğu kadar
uzak durma zorunluluğum var
bir elektrik boşalmasını esrara
bir patlayıcı maddeyi tarihe
bu kuvvet alanını halkımıza
adayarak
iyiliğe şeref kazandıracağım


Nazmi Cihan Beken, Heves 26

Kuru Otlar Üstüne Üzerine

Yazarın notu: Okuyacağınız yazıda sürpriz bozacak bir yorum bulunmamaktadır. İnsanlar roman okumayı bıraktılar. Film ve dizi izlemeye deva...