Bu Blogda Ara
29 Aralık 2012 Cumartesi
9 Aralık 2012 Pazar
2 Aralık 2012 Pazar
3 AYLIK PERİYOTLA YAYIN HAYATINA BAŞLAYAN NATAMA’NIN İLK SAYISI ÇIKT
“Bir hayat memat dergisi” sloganıyla
çıkan ve genel yayın yönetmeni Enis Akın olan Natama’nın yayın kurulunda
Hayriye Ünal, Mehmet Öztek, Süreyyya Evren ve Cihat Duman bulunuyor.
“Bu ismi neden sevdiğimizi bilmeyen
insanlar olarak bir araya geldik, belki bir sonraki sayının adı “m” olur
eksikliğimizi bütünleriz kim bilir?” diyen Natama mensupları
için edebiyat da dergi kadar bir hayat memat meselesi. Çıkış bildirisinde bu
doğrultuda deniyor ki “Dünyaya inanan insanlar olarak yola çıkıyoruz. Dünya bu
kadar boktan bir yer olmak zorunda değil, elbette dünyayı
değiştiremeyeceğiz. Ama deneyeceğiz, denemek engel olamadığımız bir duygu. Şen
değiliz, fakat yasa mahkûm da değiliz. Henüz gerçekleşmemiş olan her ne varsa
onun gerçekleşme ihtimalinden heyecan duyabildiğimiz için bir aradayız ve Natama’da
yazıyoruz.”
Dergi; Bülent Usta’ya ait, muhalif
edebiyatı savunan bir yazıyla açılıyor, kiçleşmeye karşı şiiri savunan Hayriye
Ünal’ın yazısıyla devam ediyor.
Natama’nın ilk
sayısına K-şiirler damgasını vuruyor. Enis Akın’ın gerekçe yazısında deniliyor
ki: “Adına vatan dediği şey için ölmüş, öldürmüş, ölümle burun buruna gelmiş,
getirilmiş ve işi bitince bütün travmalarıyla hiçbir destek olmadan kullanılmış
bir kâğıt mendil gibi topluma, aramıza geri atılmış bir gençlikle, Türk veya
Kürt, konuşmaya çalışmayan şiir budaladır.” Bu K-dürtüsüyle yazılmış şiirlerin
şairleri; Özgür Göreçki, Kadir Yanaç, Davut Yücel, Nazmi Cihan Beken,
Cihat Duman, Mehmet Öztek, Ali Aydemir, Melih Tuğtağ, Anita Sezgener, Mihrap
Aydın, Fırat Demir, Süreyyya Evren, Mehmet Şah Erincik, Hayriye Ünal ve Enis
Akın.
Süreyyya Evren’in “Türkiye Şiirinde
Kürdistan Sorunsalının Yokluğu” yazısı ve Ercan Y. Yılmaz’ın Sivil Alfabe’sinden
örnekler bu girişimi tamamlıyor.
Şairlerin yönettiği bir dergi
olarak Natama öyküye de kapısını açık tutuyor. Çağnam Erkmen
ve Ahmet Büke ilk sayının öykücüleri.
Burak Delier, Natama’ya kültür
üreticisinin iktidarı tamamen karşısına almadan varlığını sürdürmek amacıyla
başvurduğu otosansüre dair önemli bir yazıyla katılıyor. Delier, yazıda
otosansürün bir direniş anlamına gelebilme olasılığını da tartışıyor.
Barış Acar’ın yazısı sanat tarihinin
sanatı nasıl belirlediği ve dil ve gerçeklik aracılığıyla nasıl hegemonya
altına aldığı üzerine. Yazı sanatın bağlamsal anlamını ve bağlamın önemini
birçok örnekle ve kuramsal referansla ortaya koyuyor. Bu bağlama karşı
avangardın aykırı rolü ve böylelikle o tarihin dışına çıkabilmesi de yazının
öncelikli konuları arasında. Natama’da yer alan diğer yazılar Gül
Abus Semerci, Ali Dündar, Davut Yücel ve Ali Kemal Yılmaz (Sevda Yılmaz)’a ait.
Ressam Zeliha Demirel’in kürtaj karşıtı
sanatsal eylemini ve Natama için yaptığı açıklamalarını, Cihat
Duman ve Gül Abus’un BaBa ZuLa’yla yaptığı kapsamlı söyleşi takip ediyor.
Üçüncü Dünya’dan Aristo’ya, Hasan Sabbah’tan aşka, Mahzuni’ye, Neşet Ertaş’a
hayatı boydan boya kat eden zengin bir söyleşi bu.
Bir ilke olarak savuşturma kitap
tanıtımlarına yer vermeyen Natama’da alternatif işler olarak Özgür
Göreçki’nin özgün tarzıyla ortaya çıkardığı “Mutlu At Yoktur” adlı at albümü ve
Hasan Rua Demiroğlu’nun Hızlı Felsefesi yer alıyor.
Arjantinli sanat
kollektifi Etcétera...'nın Şili, Dün
Bugün kitabından parçaları Natama için
Burak Delier seçti.
0 212 513 03 43
29 Kasım 2012 Perşembe
Godot'nun Düğünü
Oynanabilir. Fakat
ortasında buluyorum kendimi. Acının tam ortasında. Düğün otobüsünün heterojen
yapısı ve bozuk klima. Klimanın bozuk kısmı ile ikinci köprünün arızası kuzen
çıkıyor. Baya bi dertleşiyorlar. Atlı bi film kadar, o kadar kısa ki tam 8,5
saat düşündürüyor. Topuklu ayakkabı ile çekilen halayın aslında Niçeci olduğu
ortaya çıktı. Güngören’in karanlık sokaklarında seri katil peşinde koşan 7
arkadaş. Yakalasalar çocuğunun çok hasta olduğunu tebliğ edeceklerdi. Otobüs
bitmez, sonsuza kadar azalır. Özellikle bedeninin değişik aksamları muazzam bir
uyumla hareket etmeyen kişiler için bu azalma yavaş ve ağrılı bir yaşama sebep
olur. İçimi bi tiyatroya kiralamıştım. Böyle gecelerde işe yarıyor. Gelin ve
damat ve misafirler. Konuşmalar, müzikler, kostümler, koşan çocuklar, ayrılık
parçaları eşliğinde dans eden evliler, Edip Cansever, disk jokey (özellikle
disk jokeylerin part time olması) ve Çin Halk Cumhuriyeti. İçim kiralık diye en
rahat benim. Fazla acısı olan da bana atıyor.
Marş dinamosunun
motoru harekete geçirmesiyle benzin yanmaya başlar. Pistonlar karşılıklı gidip
gelirler. Bu arada şarz dinamosu motor sayesinde aldığı elektrik enerjisini
aküye pompalar. Akü daha sonra yanacak olan farların enerji kaynağıdır. Motor
hareketi şaft yardımıyla dingile, oradan iki arka tekerleğe birden aktarılır.
Şanzımanda hareketi çeşitli döngülere bölen vites, motordan gelen hareketi
tekerleklere çeşitli hızlarda paylaştırır. Bunların hiçbiri eşit değildir.
Hareketten ortaya çıkan yer değiştirme pastası otobüsteki tüm kişilere eşit
dağıtılır ama. Dünya yüzeyinde, aynı otobüs içinde bulunanlar eşit şekilde yer
değiştirirler. Muazzam bir yönetimin tüm özelliklerini taşır otobüs. Şoför,
kendisi bir Ece Ayhan deliliği olarak yaşamıştı. Şu an sadece ölü. Ve şoför. Beyninin
emir verme merkezi ile el ve ayakları arasında var olan binlerce sinir sürekli
çalışıyor. Bu kablolar canlı kalabilsin diye dakikada 100 kez kıpırdayan kalp
ve ciğeri var. Bu hareketin ortaya çıkardığı bir ısı var. Biyolojiyi
zorluyoruz. Allah’ı zorluyoruz. Fakat bu sigara kokusu?
Ey ortamın buğulu sesine sahip kaslı. Emrediyor: Dans edin! Yoksa sizi müzikle gebertirim. Annenizi ağlatırım. İnceltilmiş şanzıman gürültüsüne benzeyen bir ritim çalıyor. Herkes dans ediyor. Bunun en çok bi teyzeyi yeşilletmesi ilgi çekiyor. Teyze etrafında toplanan kalabalık onun fotoğraflarını çekiyor. Çeşitli açıklamalar yapılıyor. Yerel gazete muhabiri oracıkta intihar ediyor. Midesinde ölü pasta parçaları buluyorlar. Pasta maketmiş. Her düğün aynı pasta kesiliyormuş. “Fakat bunun gerçek bi evliliğe ne gibi bi tesiri olabilir ki” dedi Filiz. Gözler Filiz’e çevrildi. Bi bardak su içmesine müsaade edildi. Çetin boşalan bardağın bisürü fotoğrafını çekti. Delillerin kararmasına izin verilmiyordu. Şuh bi kahkaha attı Zeynep. Hah ha ha. Şekerim dedi. Elbette pasta sahte olacak. Metin bu lafı idealar dünyasına bir gönderme olarak algıladığı için çok rahattı. Aristo ve Büyük İskender’in büyük aşklarını düşünüyordu. Bu düşünceye, dönüş yolunu en çok dert edinen Elif’in tek koltukta en uygun vaziyette yatma teknikleri eşlik etti. Vücudun kıvrılabilen yerlerinin ne kadar kıvrılabileceği, yatarken ağız suyu akıtmama teknikleri, kendi horlamanızı nasıl dinlersiniz kursları… Osman tüm bunlara utandı. Mütemadiyen utanıyordu. Utanma üzerine yaşıyordu. Beyninin diğer kısımları çalışmıyordu. Utanmakla ilgili bi sürü cinsel fıkra anlatabiliyordu. Çetin’in bu utancın fotoğrafını da çektiğini söyleyenler vardı. Ben görmemiştim.
Ey ortamın buğulu sesine sahip kaslı. Emrediyor: Dans edin! Yoksa sizi müzikle gebertirim. Annenizi ağlatırım. İnceltilmiş şanzıman gürültüsüne benzeyen bir ritim çalıyor. Herkes dans ediyor. Bunun en çok bi teyzeyi yeşilletmesi ilgi çekiyor. Teyze etrafında toplanan kalabalık onun fotoğraflarını çekiyor. Çeşitli açıklamalar yapılıyor. Yerel gazete muhabiri oracıkta intihar ediyor. Midesinde ölü pasta parçaları buluyorlar. Pasta maketmiş. Her düğün aynı pasta kesiliyormuş. “Fakat bunun gerçek bi evliliğe ne gibi bi tesiri olabilir ki” dedi Filiz. Gözler Filiz’e çevrildi. Bi bardak su içmesine müsaade edildi. Çetin boşalan bardağın bisürü fotoğrafını çekti. Delillerin kararmasına izin verilmiyordu. Şuh bi kahkaha attı Zeynep. Hah ha ha. Şekerim dedi. Elbette pasta sahte olacak. Metin bu lafı idealar dünyasına bir gönderme olarak algıladığı için çok rahattı. Aristo ve Büyük İskender’in büyük aşklarını düşünüyordu. Bu düşünceye, dönüş yolunu en çok dert edinen Elif’in tek koltukta en uygun vaziyette yatma teknikleri eşlik etti. Vücudun kıvrılabilen yerlerinin ne kadar kıvrılabileceği, yatarken ağız suyu akıtmama teknikleri, kendi horlamanızı nasıl dinlersiniz kursları… Osman tüm bunlara utandı. Mütemadiyen utanıyordu. Utanma üzerine yaşıyordu. Beyninin diğer kısımları çalışmıyordu. Utanmakla ilgili bi sürü cinsel fıkra anlatabiliyordu. Çetin’in bu utancın fotoğrafını da çektiğini söyleyenler vardı. Ben görmemiştim.
Konuşma, asıl konuya
girmemek için icat edilmiştir. Fakat bu asıl konu dediğiz şey de çok kaypaktır.
Tam asıl konuyu buldum deyip içimizde tutarken, asıl konuya gelmemek için başka
konuları konuşurken, asıl konu kaybolur. Asıl konuyu kaybettiğimizi anladığımız
anda susma başlar. Çünkü başka bir düğüne doğru yola çıkan otobüsün ışıkları
kapatılmıştır.
*Başlık ve el yazması F.K.'ye aittir.
**Zemin, Alenka Zupancic'in Komedi:Sonsuzun Fiziği adlı kitabının arka kapağı.
**Zemin, Alenka Zupancic'in Komedi:Sonsuzun Fiziği adlı kitabının arka kapağı.
Cihat Duman
28 Kasım 2012 Çarşamba
Gökhan Yılmaz Pısalcılığı
Memlekette tedaviyi reddeden bir yazarçizer güruhu var.
Acınası haldeler. Meseleleri birbirine karıştırıp kendilerini kepaze ediyorlar.
Belli bir yaşın üstünde olan bu güruhun yazdıklarına itibar etmemeliyiz. Şimdi
bu yığından bir örnek sergileyelim. İnternette dolaşırken rast geldiğim birkaç eleştiri
artığını buraya alıyorum:
Metnin yazarı isim vermeden Gökhan Yılmaz’ı eleştirmiş. Onun
karşısına da Birgül Oğuz, İlhan Durusel, Ahmet Büke, Bora Abdo, Şule Gürbüz’ü
koymuş. Gökhan Yılmaz’ı yalnızlaştırmış. Üstelik Gökhan Yılmaz’ın ismini bile
vermemiş. Ürkekçe ona söz cambazı demiş ve konuyu kapatmış. Ben Fişekçi’nin
yazısında Gökhan Yılmaz’ı kastettiğini nerden anladım peki? Pek de zor olmadı.
İyi kötü öykü okuyoruz. Bu sene çıkan öykü kitapları arasında “laf kalabalığı”,
“söz cambazlığı” yapılan tek kitap vardı: Biraz
Kuşlar Azıcık Allah. YKY’den çıkan bu Gökhan Yılmaz kitabı bükük neşe
içeriyordu. Gerçekten de Fişekçi’nin tabiriyle içi laf cambazlıklarıyla
doluydu.
Laf Cambazlığı Kötü müdür?
Laf cambazlığını kötülemeye başlayacaksak Beckett’tan
yiyeceğimiz tekme/tokata hazır olalım derim. Laf cambazlığını evrene öğreten
odur çünkü. Okuru bıktıracak derecede laf kalabalığı ve söz cambazlığı içerir
kitapları. Bilen bilir, örnek vermeye gerek duymuyorum. Laf cambazlığının
kötülüğü meselesinde sonuca ulaşmak için metin-yazar-okur ekseninde biraz
düşünmek gerekiyor. Metin, bizlere bir şey taşıyabilir mi? Bir yazardan, okura
sadece metin mi ulaşır. Örneğin Tehlikeli
Oyunlar’ı okurken ağladığı yerleri işaretleyen ve orayı her okuduğunda
ağlayan insanın gözyaşları Oğuz Atay’ın o kısmı yazarken ağladığı yaşlardan mı
gelmektedir. Gözyaşı aktarılabilir mi? Gülüş aktarılabilir mi? Anlam akar mı? Bunların
kesin bir cevabı yok. Bunların kesin bir cevabının olmaması bizi postyapısalcı
bir merhamete sürüklüyor. Yapısalcılar doğruluğu metnin içinde ya da arkasında
görürken postyapısalcılar okuyucu ile metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik
olarak görmektedir. Okurun performansı tabi ki önemlidir. Çünkü günümüzde,
okur, artık yazarokur ya da okuryazar olarak ikiye böldüğümüz özel
kitlenin bir parçasıdır. Gökhan Yılmaz’ın öykülerini bu açıdan okuyorum. “İşte
babam böyle kendi kendine konuşurken birden girdim içeri. At dölüsü gibi yatıyordu yatağında.” At
ölüsü ve at dölü. Geliş ve gidiş. Bu gereksiz ve ebebiyata dahil söz oyunu bizi
felsefi bir gerçeğe kaçırmaktadır. Atlar kirli bir sıvıdan gelir ve ölür. DÖL,
içinde ÖL’üm barındıran bir kelime. Bu tipografi çok önemli işte. Okuru salt semantikle
baş başa bırakırsan okur onu becerir. Okuru aynı zamanda sentaks, tipografi,
biçimle de boğuşturmak gerekiyor.Ya daha yazıcaktım da Bilal geldi.
Bilgisayarımı tamir edecek.
27 Kasım 2012 Salı
kalkıp tavuklu bi patates yemeği yapayım
iyiyim iyi. öleceğimden korktuğum için yataktan kalkamıyorum. uyku iyi. günlük tutuyorum.
ha bi de sadece pink floyd'un atom heart mother albümünü dinliyorum. gereksiz aramalarda bulunmayın.
26 Kasım 2012 Pazartesi
Ciddi Bazlı Maskeler Tarihi
Ey ciddiyet senin için gülmekle
dolu
Senin için kolu kesik çocuk
gözleri
Bir şiire başlamanın en komik
yolu
Benim için üzülme üzülürsen
kısa kes
Bundan sonra ben sana Hamlet
derim
Ahmed de diyebilirdim
kin
tutar mıyım hiç annemle babamın
beni
çalışırken ki çocukluğuna
müsvedde
kalmanın tıbbi faydaları olmalı
birileri
ortaksa bu suç içindir
gel de
beni tanımla çizdiğim şiirlerden
suç
olmasam devrik kalırdım elbet
ne
olur bana ağlamak yapma ne olur
seni
kıracağıma mısra
kırarım
hamlet
önce
sana bir manita bulmak lazımdır
mümkünse
intihardan hayayla dönmüş
kesin
tereddüt kesileriyle hamlet
bakire,
kumral, dövmesiz
bu
ağlayış üçümüze yetmezken
evet---------evet
tam o anda ben
üsküdar
belde itinin havladığı yetkiyle
sizi düşman
ilan ediyorumdur
fakülteden
atıldın mı gerisi kolay
yeterli
acıları yeter ki gülümse
karnın
acıkırsa ben veririm karnımdan
alt
dizleler ve üst dizeler
mm harfini
aralıksız söylerken
sana
ben bakarım ben bakarım ben
o atların
ne kokar külotlu çorapları
hele
biraz pembeyse ve değilse ayak
kokusu
soyulurken bir portakal
çırılçıplak
ölüyor çocuklar hamlet
onlar
gebersin biz gülelim hamlet
onlar
gebersin biz akım çalışalım
neyse
bunlar ikimizi riyakâr yapar
üzgünüz
karizmatik
bir günümüz olmadı
annelerimiz
çirkin ve çok ciddi
erkeksiz
kalmış kadınlar gibi
ağlayarak
boşalırız birbirimize
tanrı
kabul ederse güzeldir gözlerimiz
oysa
ben o maymunla bakışmasaydım
onun
şair olduğunu bakışmasaydım
nazariye
bir kez daha yalan çıkmayacaktı
suç
olduğum saatleri onunla değiştirdim
bir
hayatı bir şiirle anlatmanın
bir
hayatı bir şiirden kusmanın
gelişine
vurmuş da hakem saymamış
Yorgunum Ahmed, Allah’a söyle
böyle devam edemem
-perde-
22 Kasım 2012 Perşembe
Asmalımescit Çırpınışları
Çello çalan o kızı
Gözlerinden unut
Seninle hiç konuşmadan
Kısa bi müddet yürüyelim
Nasıl olsa bunu kürtçe’ye çevirecek biri bulunur
Bunları
Hiç ödenmeyecek bi su faturasına yazıyorum
Kalkıp gidecek, ortadan kaybolacak bir gök gibiyim
Cihat… merhaba…
Senin çaresizliğinle
Bir fil müddeti yaşanır
Gözlerinden
Senin kalbin. Sesten ibaret değildi
Bilek damarlarının hiç tecrübe edilmemiş
Kopma acısını hayal ettiğim an kustum
Birisi güneşlenmeye mi çıktı
O sesi bulmak için mi
Göz kusmuğu
Hayır, ağlıyor
Tuzsuz kalmış
Ömrün yılla hesaplanmasına
Maruz kalmış
Bin yaşında ve
Hâlâ ilkokul beşte
Baypas geçirmiş her kalbin sesi
Uzaktan ne hoş gelir
A silver mt. zion
NASA kayıtlarını şarkı ederken
Hiç ödenmeyecek su faturasına
Bunları yazdım
Geri zekalı Fransızlar
15 Kasım 2012 Perşembe
Çok Korkuyorum
Bunun gibi
olmalıydı. Backspace tuşuna basılı tutunca az önce yazdığım paragraf silinip
gitti. Sağdan sola. Hiç yazılmamış gibi. İçinde bulunduğum durum eskisi gibi
olmamı merhametsizce engelliyor. Eskiden çok iyi yazardım. Silip silip başa
dönmezdim. Şimdi, bu başlangıcı da 20 dakika sonra sileceğimi düşünüyorum. Olmayacak.
İnsan, sanırım daha çok bir suçun delili. Hangi suçtur, deliller nasıl yok
edilmelidir inan bilmiyorum. Bana haddimden
fazla önem verenler, ecdadımı siktiler. Olan bu. Teşekkürler. Çok sonra
görüşürüz.
22 Ekim 2012 Pazartesi
Sabitfikir 30.000 Adet Satıyor Zuh Zuh Zuh
Sabitfikir Dergisi’nin Ekim Sayısını okudunuz mu?
Güncel Edebiyat etiketiyle çıkan dergi mizahi yönleriyle bizi bizden almaya
devam ediyor. Gerçi bu konu hakkında daha evvel hayvan arkadaşlarımız yazmıştı
ama olsun. Bi kere daha belirtmekte fayda var. Sabitfikir barındırdığı biçok
çelişki ile muzır neşriyatın başta gelen ürünlerinden. Elif Tanrıyar’ın bir
cümlesi ile başlayalım isterseniz: “Geçtiğimiz günlerde hatırlarsanız Orhan
Pamuk’un Die Zeit gazetesine verdiği röportajda burjuvazi üzerine söylediği
sözler…” Geçtiğimiz günlerde
hatırlarsanız diye yazılmaz. Hatırlarsanız geçtiğimiz günlerde diye
yazılır. Bir yazının ilk cümlesindeki bu hata bizi Sabitfikir’in gelen yazıları
direkt wordden aktardığı bilgisine götürüyor. Gelişine vuruyor. Çünkü okur mal.
Ne versen yer. İnek gibi bişey okur. Türkçe’yi bilmeden Türkçe Edebiyat
yapıyorlar kurnazlar. Hasan Cömert, Şebnem İşigüzel ile röportaj yapmış. Anlaşmalı
boşanma protokolü tadında bir iş çıkmış. Biri hadi siyasi röportaj yapalım hadi
acı çekelim hadi tarafgir olalım diyo, diğeri de zıplayıp evet tatlım çok
haklısın çok haksızlık var ülkede diyo. Sert bişey yok. Sabitfikir’in mizah
anlayışı benim gibi ulvi anlayışlılar için tatmin edici. Mesela çeviri bi metin
var. Çevirmenin adı yok. Çevirmen ya adı bu büyük (!) dergide geçmeyecek kadar
küçük (mesela 3 kuruş verip bi üniversite öğrencisine çevirtmiş olabilirler) ya
da gerçekten çevirmen yok.
Melisa
Kesmez ve Aysu Önen’in kaleminden bir cümle: Edebiyatın 70’lerin sonlarında ve
80’lerde televizyonla yaşadığı yakın temas, görünen o ki son dönem dizi
üretkenliğinin de en birinci hayat damarlarından biri. (açb) Bizim şaka
olsun diye yaptığımız dil oyunlarını, dil eksiklerini arkadaşlar ciddi yapıyor.
En birinci hayat damarı ne ya? Hayat damarlı mıdır? Sorarlar! (Gülücük)
Arkadaşlar niteleme sıfatını da niteleme sıfatıyla pekiştirmişler. En birinci
hayat damarının tam orta kalbi.
Mert
Tanaydın. Sizce mert şu cümleleri hangi kelimeyi kullanmamak için sarfetti: Yapıtların sinema filmi haline getirilmesi,
televizyona aktarma süreçleri, hiç de filme alınacak gibi gelmeyen yapıtlar,
dizi haline getirme, filme aktarma, filme aktarılmaya pek de elverişli olmayan.
a)travesty
b)uyarlama
c)döllenme
Doğru cevap
tabii ki uyarlama. FSEK’te geçen kavram da bu. İşi bilenler tarafından
kullanılan kavram da budur. Uyarlama. Her ne hikmetse dosya kapsamında biçok
yerde UYARLAMA kelimesi geçtiği halde sevgili editör Mert Kardeş’i UYARamamış.
Çünkü okumamış metni. Kardeşin uyarlama kelimesindenden bihaber olduğundan
bihaber. Daha daha ne haber?
Aslı
Çavdar’ın adını ilk kez duydum. Yetenekli bir kadın. Kitap tanıştırma
sanatından haberli.
Gelgelelim
Ömer Türkeş’in yazısına. Bütün kitap tanıtım yazılarında yazının yanına kitap
görseli konmuşken Ömer’in yazısı görselsiz bırakılmış. Soyut bi çalışma var o
kadar. Türkeş önemli bir yazardan bahsediyor. Geçen sene Metis Yayınları’ndan
çıkan Tırnak İçinde Ölüm’ün yazarı
Svetlana Boym’un yeni kitabı Ninoçka’dan.
Tırnak İçinde Ölüm, şiire ilişkin güzel bir eleştiriydi. Sevmiştim. Fakat
aylardır Sel Yayınları’na sansür
uygulayan iktidarla cebelleşen Sabitfikir, konu kapital olunca kendisine reklam
vermekten imtina eden Metis’e sansür uygulayabiliyor. Metis cimri bi yayınevi.
Bunu Yeniyazı Dergisi’ni çıkardığım
günlerden biliyorum. Reklam vermez, verse iki kuruş verir filan. Zaten bütün
yayınevleri biraz cimridir ya, neyse. Sabitfikir de -eğer şu an çok büyük bir
hataya düşmüyorsam- Metis’i cezalandırmış. Sibel Oral ise meselesizliğinin
çaresini din düşmanlığı yapmakta bulmuş. Onu akit Gazetesi’ne havale ediyoruz.
O işlerle onlar ilgileniyor.
14 Ekim 2012 Pazar
Bir Osman Sınav Komedisi: Uzun Hikaye
Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikâye adlı kitabını yanlış
hatırlamıyorsam 2005 yılında arkadaşım Aydın’ın tavsiyesi üzerine okumuştum.
Kitabı çok sevmiştim. Hatta kitabın ilk bölümünde belediye otobüsünde hüngür
hüngür ağladığımı, bu densizliğimden dolayı utandığımı şimdi bile utanarak
hatırlıyorum. Sonraki yıllarda zaman zaman o bölümü açıp ağlardım. O Aydın,
geçen beni aradı ve Uzun Hikaye’nin gösterişe girdiğini söyledi. Hatta bana
bilet bile ısmarlayacaktı. Nitekim sözünü tuttu ve biz bugün Atlas Sineması’nın
büyük salonunda filmi izleme talihsizliğine uğradık. Evet, üzülerek
belirtmeliyim ki bu büyük bir talihsizlik. Mustafa Kutlu’nun küpe çiçeği gibi
güzel eseri resmen sinemaya uyarlanırken rezil rüsva edilmişti. Sanatta kitsch
dediğimiz şey resmen vücut bulup perdeye yansımıştı. Bu suça başta senarist
Yiğit Güralp, yönetmen Osman Sınav, kelle oyuncular Kenan İmirzalıoğlu ve Tuğçe
Kazaz olmak üzere diğer yeteneksiz oyuncular ve ekip ortaktır. Filmin ilk
yarısında çıkacaktık lakin belki devamında ele avuca gelir bir şeyler bulmak
ümidiyle izledik.
Sanat disiplinleri arası geçişler çok mühim. Hele de bir
novellayı perdeye aktarıyorsanız bayaa bi taşaklı olmalısınız. Uyarlama
dediğimiz şey çoğu uyarlayıcının kepaze olduğu bir yöntemdir. Uzun Hikâye, dili
ve anlatımıyla güzel bir öykü. Öykünün kendine has bir bütünlüğü, tekniği,
akışı var. Fakat öykü senaryo haline getirilirken bunun izleyici tarafından
(sinema izleri) alımlanacağı hiç hesaba katılmamış. Senarist hazıra konmuş. Hiç
acı çekmemiş. Zaten öykü formatında okura verilen şeyi bu kez ham senaryo
şeklinde izlere vermeye çalışmış. Yani izler, filmden çıktıktan sonra, sıkıcı
bir çekim senaryosu okumuş hissine kapılıyor.
Oyuncular ise tamamen kendi oyunlarını oynuyorlar. Sen, Deli
Yürek’ten sıyrılamayan bir İmirzalıoğlu’nu alıp buraya koyarsan, Kutlu’nun
güzelim Alisi’ni aynı mimik ve tavırlarla oynar. Mide bulandırır. İmirzalıoğlu
gerçekten yakışıklı bir beyefendi. Tuğçe Kazaz’da aynı şekilde güzel bir kadın.
Fakat Uzun Hikâye’de anlatılan kahramanları canlandıracak tipten yoksunlar. Ez
azından mızıkayı arkadaki fon sesiyle birlikte emen bir kahraman istemiyoruz.
Ya hiç çalmasın. Ya da gidip mızıka çalışsın. Hikayede mızıka çalınıyor diye
İmirzalıoğlu’nun ağzına mızıka vermek zorunda değiliz. Yakışmıyor da zaten.
Gelelim Tuğçe Kazaz’a. Dizi film oyuncusu sanırım. Çünkü sermayeye köle olan
dizi oyuncularının sahip olduğu tüm sahteliklere sahip. Sahte mimikler, sahte
jestler, oturmamışlık, hamlık… Sayarım daha. Neyse Allah’tan filmin başında
öldü de kurtulduk. (Az önce internetten araştırdım oyuncu değilmiş. Güzelmiş. Güzellikten
asgari ücret alarak geçiniyormuş, yani ettiğimiz lafların hepsi boşa gitti.)
Filmin diğer oyuncularına gelince. Ben en çok sakat çocuğu oynayan Taner Ölmez’i
beğendim.
Dekora değinelim biraz da. Film 1950’lerde geçiyor. Eski daktilo,
eski rakı şişesi, eski şimendifer, vs. Ne güzel. Ne güzel de o hapishane
sahnesi neydi öyle. Girişi okul girişi gibi. Elini kolunu sallayarak girip
çıkabiliyorsun. Hatta Ali, hapishanede bile kravatla yaşıyor. O da yetmiyor bir
oda tahsis edilmiş içinde daktilo (ne ilginç değil mi solculuktan içeriye
atılmış bi köşe yazarının hapishanede bile daktiloya sahip olması J), sehpa, işlemeli örtüler, karısının
vesikalık fotosu… Yok yok hapishanede. İnsanın içine girip tefekkür edesi
geliyor. Baba ve oğul rahatça, babanın yattığı hücrede oturup konuşuyorlar.
Çocuk utanmasa o gece yatıya kalacak babasında. Böyle değil. Şimdi değil. Eskiden
de değildi. Hapishaneye elini kolunu sallaya sallaya giremezsin. Hadi girdin.
Görüşme salonu vardır. Ancak orada görüşebilirsin. Açık görüş vardır. Kapalı
görüş vardır. Bunları bilmek için benim gibi avukat olmak gerekmiyor. Çağa
çoluğun bildiği numaralar bunlar. Ayrıca savcının gidip polise yalvarmasını
gördük. Tek partili dönemde, savcı, en büyük adli amir olduğu halde altındaki
polise yalvarıyor. Yeğenimi hoş görün, bi daha olay çıkarmayacak diyor. Polis
de savcıya fırça çekiyor. REZİLLİK. Savcı kendisine gelen evrakı geri
gönderir, ya da iddianame hazırlamaz olur biter. Hiçbir savcı gidip altındaki
polise yalvarmaz. Böyle bir vesayet ilişkisi yok Türkiye’de. 1950’de olmadı! Mantığa
aykırı.
Sonuç: Filme gitmeyin. Ben gittiğim için pişmanım. Tekrar
Uzun Hikaye’yi okuyacağım. Bir de temizlenmek için birkaç tane Reha Erdem ve
Lars Trier filmi izleyeceğim.
13 Ekim 2012 Cumartesi
İlk Kısa Öyküm
Bay N. bir öykü düşünür. Bana anlatır. Atatürk’e
ve Tarih’e saldırmaktadır. Yazınca neşredebilir miyiz diye sorar. Ben de ona
gtalkta cevap veririm: Adamın götünden kan örneği alırlar. Biraz bekler ve
cevaplar: Keşke deli raporumuz olsaydı. Sonra deforme ettiğim sözü google’dan
araştırırım. “Adamın Götünden Kan Örneği Alırlar”. Bu sözü ilk defa kullanmış olmanın
gurur değeriyle kendime bi paket sigara alamam. Bitti.
4 Ekim 2012 Perşembe
Keşke Cihat Duman, Artunç Tunçboyacıgil Olsaydı
Cihat Duman’ın şiir kitabı Kızkardeşleşmek
Pan Yayıncılık’tan çıktı. Gerçi önceden çıktı ama ben yeni duyduğuma göre kitap
yeni çıkmış demektir. Hazreti İsa’nın çarmıha gerildiğini o günden beri kim
öğrense üzülmüyor mu? Üzülüyor. O halde Kızkardeşleşmek
Pan Yayıncılık’tan çıkmış demektir.
Cihat Duman ile tanışıklığım çok uzun olmasa
bile memleketlerimizin ayrı olmaması ve benim ona bir keresinde yemek
ısmarlamam… İlk kitabı Ya da Pişman Değilim’den sonra daha
derlenmiş, toparlanmış şiirler yer alıyor. Aşırı Türkiye vardı birinci kitapta
mesela, şimdi ise Tehlikeli Oyunlar var. Cihat Duman şiiri konuşamadığı için
yazdığını söylüyor. Trabzon burmasının bir zengin takısı olduğunu sanırım
bilmiyor. [Çünkü Cihat, bizler çeyrek altın çocuklarıyız.] Ve kendi kendine
evlenmeyi beceremeyenler diyor bir başlıkta, evlilik programlarında hamile
kalıyor. Keşke herkes hamile kalsa.
[Hatırlıyor musun Cihat Dumançığım? Sen Kızkardeşleşmek şiirini Taksim’deki
büronda bana okurken ikimiz de çok aşırı biçimde duygulanmıştık. Özellikle bize
çay getiren stajer avukat çocuğun sana yalakalık yaptığını fark etmiştim. O çocuğu
kov lütfen Cihat. Avukatlar şiirden anlamaz. Stajerler ise mısradan anlamaz.
Bak Cihat, burada büyük-küçük işareti yapmak zorundayım. Ben gördüm, iki
kitabında da word ile hemhal olmuşsun.]
Avukat >
Stajer Avukat > Han Görevlisi > Gece Bekçisi > Taşeron Firmada Çalışan
Temizlik İşçisi > Çekirdek Kabukları > İzmarit> Arthur Miller
Kızkardeşleşmek 84 sayfadan oluşuyor. Kitap İstiklal
Caddesi’ne, havralara, abdest alanlara, çocuklara ve spikerlere hitap ediyor.
Bir kitabın güzelliği sanırım hitap ettiği kesimlerin fazlalığı. Mesela Cihat
Duman insanlıktan kurtulup müzik
olamayan yerine lir-mir yazsaydı
sonu intiharla bitmesi muhtemeldi. Mesela şöyle olurdu: Ağzımdan lir ağlıyorum, gözümden mir geliyor.
Cihat Duman soldan atak geliştirip ceza sahasının içine
girmeyi ayıp sayıyor. O yüzden sövecekse 18 yayının solunda sövüyor. Sevecekse maçı durduruyor. Hakemlere itiraz bile
etmiyor. Ben diyor şiirde kafama göre hareket ederim. Ediyor ama “kahreden
Rabbi’nin adıyla okuyor.”
Altını çizdiğimiz kitaplar sahaflara verilmez,
ödünç de verilmez. Onun kitabının satırlarını bir kedi usulca tırmalıyor. Çün
bitmiştir, sodyum sülfat, sodyum karbonat.
Kitabı güzel yapan şeylerden biri bize olan
yakınlığı. Bizimle hala, teyze, enişte olan her kitap iyi kitaptır. Kızkardeşleşmek bizimle kardeş oluyor,
yatağımızı serip yastığımızın altına koyuyoruz. Şeyh Edibali öğüt verirken
artık Cihat’ın kitabından istiyor olabilir. Sonrası hayır olsun. Cinnet iyi değil cennet iyidir.
Not: Başlıktaki Cihat Duman ismini googleda
aratırsanız bulabilirsiniz ama Artunç Tunçboyacıgil’i bulamazsınız. Yoktu,
uydurdum. Bazı kelimeleri Kızkardeşleşmek’te Cihat Duman uydurmuş. Yakışınca
uydurmuş olmazsınız, icat etmiş olursunuz. İcat çok kitapta.
Lirik bir cümle
ile poetik yazıma son veriyorum:
[Bana 20 TL olan borcunu umarım tez zamanda ödersin. Gözlerinden öperim
kardeşim. Erkek kardeşim.]
Bülent Parlak
2 Ekim 2012 Salı
Duran Topların Ustası
aleks topa daha iyi vurabilmek
için topun önünü ayağıyla eşeledi. aleks topu korner noktasına ekti. önceden
atılmış pet şişeler vasıtasıyla suvardı. cezasahasına şöyle bir bakış attı.
orta açılsa ve insanlar bağırsa ingilizce bir şeyler olacaktı. gol. olmadı. top
yeşerdi. top ağacından onlarca top yetişti. herkesin bir topu olmalıydı. herkes
bir topun peşinden koşarsa topun götü kalkar. herkesin bir topu oldu aleks
sayesinde. futbol, topun en az sayıya indirilmiş hali olduğu için bu durumu
yadırgadı. futbol dile geldi. herkes fazla topunu bankaya yatırsın dedi. kimse
yatırmadı, herkes oynadı. kapitalizm bunun neresinde.
aleks korner kullandı. cezasahası
sakinleri gelecek olan topa vurmak itişti. top paylaşılmazdı. tek kişi topa
vuruldu. aman tanrım ingilizce bağırıldı. gol. bu, birilerinin sevinci,
ötekilerinin üzüncü demekti. bi taraf sevindi, diğer taraf üzündü. keşke
balkona kaçıp kesilen bir top olsaydım dedi top. yavaş çekim diye bir şey
olamazdı. az önceki olayı yavaş izlenimde tekrar görüyorum. diğerleri farklı
açılarda görüyor. göz sayısının yarısı kadar farklı bakış açısı var. kamera
sayısı kadar varmış gibi duruyor ama. yuvarlak, aşkın klozetidir.
aleks korner kullandı. cezasahasında
topu uzaklaştıran adam topu uzaklaştırdı. adamlar ters yöne yöneldiler. yumuşak
çimenlerin sütünde yuvarlanıyor böyle top. adamlar aleks. sanki böyle
solcularla sağcılar. herkesin bir takımı var. herkes takımdaşıyla toplaşıyor.
hakem bir anayasa. güzel ve ıslak bir anayasa. fikirler değerli. top ortada.
mücadele tam anlatmalık. ben spikeriniz. eskiden ortasaha oynardım.
Cihat Duman
8 Eylül 2012 Cumartesi
21 Ağustos 2012 Salı
13 Ağustos 2012 Pazartesi
Günümüz Genç Şairi
Çukurova
Sanat Günleri Kapsamında 21.03.2012 Mersin’de yaptığım konuşmanın
güncelleştirilmiş hali olan bu yazının tamamı Karayazı Edebiyat Dergisi'nin 19. Sayısında neşredildi.
Burada
bulunmamın sebebi genç ve şair olmam. Genç olduğumu, annemin bana söylediği
doğum tarihini 2012’den çıkardığımda ortaya çıkan 28 rakamından anlıyoruz. 28,
toplum tarafından genç olarak tanımlanan bir yaş. Şair olduğumu ise evvela
edebiyat dergilerinin şiirlerimi yayımlamasından, (i)kinci olarak künyesinde
“şiir” yazan bir kitaba malik olmamdan anlıyorum. Yoksa hiçbir zaman şair
olduğumu anlayamayacaktım. Şairliği ötekilere, genç olmayı da sanırım zamana
borçluyum. İkisine de buradan teşekkür etmek istiyorum. Genç şair olduğumu göre
genç şairlik müessesi hakkında konuşma hakkına da sahibim demektir.
Geç
yaşta roman ya da öykü yazmaya başlanabiliyor. Etrafımızda ve edebiyat
tarihimizde bunların örnekleri var. Ben geç yaşta şiire başlayan ve edebiyat tarihine
kazınan bir şair duymadım. Bu bağlamda da gençlik ve şairlik çok özel bir
durumda kardeş oluyorlar. Şiir, diğer sanat türlerine göre gençlikle daha sıkı
bağlantılı. Sezai Karakoç’un şiir yazmayı bırakmasını, İsmet Özel’in kötü
şiirler yazmasını, Ataol Behramoğlu ve Özdemir İnce gibi yaşlı şairlerin bizi
güldürmelerini başka nasıl açıklayabiliriz? Edebiyatın kalbi olan dergilere
baktığımızda iyi şiirlerin gençler tarafından yazıldığına şahit oluruz. Turgut
Uyar’ın 1956’da dediği gibi ben de “Efendimiz Acemilik” diyorum. Acemilik,
melezlik, heterojenlik ve kaos gibi durumları gençler daha rahat fark ediyor
olmalı. Günümüz genç şairini diğerlerinden ayıran, onları yontan ne savaş, ne
göç ne de aşk. Günümüzde ne Dada’yı doğuracak bir 2. Dünya Savaşı, ne de 2.
Yeni’yi doğuracak bir baskı rejimi var. Buna benzer toplumsal olaylar olsa bile
–ki Güneydoğu’yu ve Recep Tayyip Rejimini aklımızın bir kenarında tutmak
gerekiyor- bunun etkisi kesinlikle internetin etkisini geçemez. Recep Tayyip
rejiminin sanatçıyı bastırdığını hiç düşünmüyorum. Eğer öyle olsa okuduğum
birçok değerli şairin gözaltına alınması gerekirdi. Bunların adlarını anıp
hedef göstermek istemiyorum. Aynı şekilde memleketteki Güneydoğu Savaşı’nın da
hâlâ şiire bir etkisi bulunmamakta, savaş, bir tema olarak ara sıra şiirde
kendine yer bulmaktadır.
Sokrat’ın
gençleri yoldan çıkardığı gerekçesiyle idam edilişi de dâhil olmak üzere (idamdan
ziyade intihardır aslında) gençlik hak ettiği ilgiyi her zaman gördü. Genç
nüfusunun çokluğu ile övünmek bir devlet geleneğidir mesela. Edebiyat
dergileri: Umumiyetle gençler tarafından çıkarılır ve ilk amaçları arasında
genç kalemler ortaya çıkarmak vardır. Ulusal basından kaçtığı nispette gençleri
yanına çekmekte yahut onlarla birlikte gözükmeyi bir yöntem olarak uygulayan
şairler vardır. Ya da gençlerle mesafeli olmalarına rağmen gençleri etkileyecek
şiirler yazanlar. Buradaki kurnazlığı iyi tahlil edelim.
10 Ağustos 2012 Cuma
Tehlikeli Oyunlar'dan Erdem Şenocak Röportajı
Tutunamayanlar ile romanımızda yeni bir devir
açan Oğuz Atay’ın daha özel bir çalışması olan Tehlikeli Oyunlar’ı sahneye uyarladınız. Üstelik tek başınıza ve
130 dakika boyunca dinlenmeden Hikmet Benol’u temsil ediyorsunuz. Neden Tehlikeli Oyunlar?
Tesadüfen
diyebilirim. Gümüşlük Akademisi’nde tiyatro kampı yaparken, sanırım dördüncü
senesinde, Celal (kampın ve oyunun yönetmeni) önceki senelerden farklı olarak
film izlemektense arkası yarın gibi kitap okumayı teklif etti. Tehlikeli Oyunlar da 17 bölümden
oluşuyor; her bölümü her gün farklı bir kişinin okuması kararlaştırıldı. Ben
üçüncü gün okudum. Biraz da çalışmıştım, epey eğlenceli geçti. Bundan birkaç
gün önce de Celal’e tek kişilik bir çalışma içine girmek istediğimi belirtmiştim.
Tehlikeli Oyunlar’ı sahnelemek gibi
bir fikrimiz o sıralarda olmamasına rağmen, o gece eğlenceli olunca, Celal “Bunu
çalışalım,” dedi. Yani en kötü ihtimalle, hiç beceremesek bile, arkamızdan “oyun,
oyun” diye koşturan yok nasıl olsa, yapmayız. Ya da alırız insanları karşımıza,
okuruz.
Edebiyat
uzmanı değilim ama, sanırım Tehlikeli
Oyunlar, Tutunamayanlar’dan daha bir roman. Daha başarılı bir roman
hem. Roman olması itibari ile tek kişilik bir oyuna daha yakın. Tutunamayanlar’ı da ara sıra sahnelemeyi
düşündüğümüzde çok daha zor olacağını kestirebiliyoruz. Ama bu zorluk metnin
zorluğuyla alakalı değil, metnin daha az roman, dolayısıyla daha az tek kişilik
oyuna yakın olmasıyla ilgili. Bir de Tutunamayanlar
birazcık da romantik. Romantik derken olumsuz anlamda bir şey anlaşılmasın.
Girard der ki; “Bir romansal yapıt vardır, bir de romantik yapıt vardır.” Oğuz
Atay’ın romansal yazarlar sınıfında olduğunu söyleyebiliriz ama Tehlikeli Oyunlar’la Tutunamayanlar’ı karşılaştıracak
olursak, Tutunamayanlar daha romantiktir.
Yaptığınız
iş konvansiyonel tiyatroculuktan farklı olarak deneysel bir iş. Bu bağlamda
tiyatroculuğumuz hakkında neler söylemek istersiniz? Mesela, Devlet ve Şehir Tiyatroları
sizin için neyi ifade ediyor?
Devlet
Tiyatroları’nın bir an önce kapatılması gerektiğini düşünüyorum. Kapatılması
derken, tiyatro yerine cami yapılsın ya da köfteci açılsın demiyorum. Şu an
itibari ile Devlet Tiyatroları YÖK’ten beter bir kurum. Şu an YÖK’ün hangi
araştırma görevlisinin hangi konu hakkında hangi profesörle çalıştığını
ayarladığını düşünelim; Devlet Tiyatroları da tam olarak bu. Yozlaşma olmasa dahi
en iyi haliyle bile olsa devlete ait bir tiyatro fikri çok yanlış. Devlet,
tiyatroyu desteklemeli ama kontrol etmemeli. O oyuncular AKM Tiyatrosunu kursa
mesela, ya da Nesin Tiyatrosu... Devlet o sahnelere destek verse. Sonuçta
Devlet Tiyatroları çok geride kalmış bir düşüncenin ürünü ve kapatılmalı.
Öte
yandan deneysel sahnelerin artması sevindirici bir şey. Crack’e yer bulamadım
mesela geçen, yedek listesine yazıldım. Ne kadar çok olursa o kadar iyi diye
düşünüyorum. Ancak, deneysellik çok kolay bir şey değil. Yanılma payının çok
yüksek olduğu bir alan, bunu göze almak gerekiyor. Her denenen şey de sahneye
aktarılmamalı zaten. Deneysellik uzun bir süreç.
6 Ağustos 2012 Pazartesi
Twitter Kezbanları İşbaşında
Twitter âleminde
(bu Kezbanlar eskiden Ekşi’deydi)
şiirden bi bok anlamadıkları halde şiir üzerine, şair üzerine saçmalayan gerçek
ya da tüzel (yani bunların tüzelliği müstear olmalarından kaynaklanıyor, takma
adla takma ortamlar yaratıp tatmin yaşıyor, bi nevi modern derviş, önder, şair)
kişiler mevcut. Bugün çok ilginç birini keşfettim. Bu ilginç, İbrahim Tenekeci’nin
Allah’a şiir yoluyla şirk koştuğunu iddia edip onu gâvur ilan etti. Aforozcu sanırım
kendisi. Çıkış noktası şu dize: “uykudur tanrının en hayırlı evladı” Yani Allah doğurmaz ve doğmaz olduğu halde nasıl
olur da İbrahim Tenekeci Uyku’ya Allah’ın çocuğu der?
Bu ve bunun
gibi şahıslar Twitter’da devrim ve takipçi peşinde olan kişiler. Kimisi ilahiyat
okumanın, kimisi cemaatlerden atılmanın, kimisi edebiyattan kovulmanın, kimisi
iktidarsız olmanın, kimisi kariyerist ve konformist olmanın sonucu olarak öteki
olmanın yarıcı hazzını yaşıyorlar. Kimisi devlet memuru olduğu için adını
gizliyor, kimisi anne baba karı korkusundan kimisi ise ekmek parası uğruna. Şerefsizdir
bunlar. Hem müstear isimle İslamcılık ve devrimcilik yapar hem de gerçek isimlerine
kravat takar kapital götü yalarlar. Ama kesinlikle cahil değiller. Basit değiller.
Okumuş çocuklar. (Bunu belirtmek lazım) Çok az bir kısmı da bir şair tarafından
terk edilmiş, boşanma davasına kurban gitmiş tiplerdir. Bunlar genelde kadın
olur. Ama konumuz bu değil. Hele bu yazıda konumuz olan twitter kişisi Mülteci’nin
eski bir MİTçi olmasını hiç açmayacağım.
Allah’ın çocuğu olur mu? Elbette olmaz. Çünkü o doğmamış ve doğrulmamıştır. Doğurmayacak ve doğrulmayacaktır. Peki; Uyku, Ölüm, Hüzün gibi felsefeyi, dili, tasavvufu, fiziği, metafiziği mahvetmiş kavramların şiire dâhil olmasını insanlar bu kadar çabuk nasıl provoke edebiliyor. Bunları şiire dâhil etmek bir şair için risktir evet. Fakat şair bu riske katlanır. Peki twitter şarlatanı bu durumu manipüle edecek cesareti nereden buluyor. Uyku’yu bir insan adı olarak düşünüyor elbette. Mesela Maraşlı olsun. Soyadı da Kaçak olsun. Değil elbette. Uyku’nun bir rahmet ve gerçekten Allah’ın en güzel çocuklarından biri olduğunu bu ahmak da biliyor. Ölümün de. Ve diğer bütün dili kurban eden şeylerin… Fakat niyet başka. Niyet şiir ya da şiir eleştirisi değil. Niyet linç. Nasıl da koydum ama… diyip kaçmak.
Allah’ın çocuğu olur mu? Elbette olmaz. Çünkü o doğmamış ve doğrulmamıştır. Doğurmayacak ve doğrulmayacaktır. Peki; Uyku, Ölüm, Hüzün gibi felsefeyi, dili, tasavvufu, fiziği, metafiziği mahvetmiş kavramların şiire dâhil olmasını insanlar bu kadar çabuk nasıl provoke edebiliyor. Bunları şiire dâhil etmek bir şair için risktir evet. Fakat şair bu riske katlanır. Peki twitter şarlatanı bu durumu manipüle edecek cesareti nereden buluyor. Uyku’yu bir insan adı olarak düşünüyor elbette. Mesela Maraşlı olsun. Soyadı da Kaçak olsun. Değil elbette. Uyku’nun bir rahmet ve gerçekten Allah’ın en güzel çocuklarından biri olduğunu bu ahmak da biliyor. Ölümün de. Ve diğer bütün dili kurban eden şeylerin… Fakat niyet başka. Niyet şiir ya da şiir eleştirisi değil. Niyet linç. Nasıl da koydum ama… diyip kaçmak.
Yıllarca bu
tutucuların yobazların elinde Müslüman Sanatçılar işkence gördü.
21 Temmuz 2012 Cumartesi
Mephisto'dan Kaldırdığım Kızın Capsleri
Sonra Mephisto’ya uğrayayım dedim aabi. Gözümde Issız Adam’ın taktığı gözlükten yoktu.
Zuhahaha. İyi dinle iyi, dikkatini bana ver! Lavukluk yapma! Ya bırak çayını
karıştırmayı! Gel seni oraya götüreyim. İçinden bi Hotel California çalıştır. Bob Marley söylesin. Hatta bu parça
kitapçıya girdiğimizde çalıyor olsun ve müzik bitince anlatacaklarım da bitmiş
olsun. BU ANLATTIKLARIMI SENARYO OLARAK KULANACAĞINI NERDEN BİLEYİM.
İnce bir
gündü. Çok ince. İnce, sarı, zamandan malulen emekli olmak üzere olan bir
gündü. Borçların, hacizlerin ve bütün rezilliklerin arasından sıyrılıp kendimi
kitapçıya attım. Malum müzik çalıyordu. Müzik olmaktan kurtulamamış ki kurtulsa
bile başka bir şey olamayacak bir müzik çalıyordu. Tiyatro reyonuna doğru
ilerlediğimde daha önce başka bir öykümde de tasvir etmiş olduğum kız öylece
(buraya fiil)… Bana bakışı herhangi bir insanın herhangi bir insana bakışı gibi
olunca acayip sinir yaptım. Öyle bi sinir ki kendimi teravihte gibi hissettim. Sen
de bilirsin ki bu damından düştüğümün dünyasında en sağlam kızlar tiyatro ve
parapsikoloji raflarında yetişirler. Hiç tereddüt etmeden yanına yaklaştım ve
teravihten sonra beraber dua etmeye gidelim mi dedim. Ben atayizim yakışıklı. Namazımı
kılıp çıkıcam. Duaya inanmam. Çok kırılmıştım. İçinde bulunduğumuz dev
kitapçının hiçbir kitabında benim bu kırgınlığıma anlam verecek bir yazar
tasavvur edemiyordum. Böyle bir kırgınlık hiçbir yazar tarafından
anlatılamazdı. Peki öyleyse iyi okumalar diyip arkalara, hani kitapçılarda şiir
reyonunun olduğu, gizli, ulaşılmaz, özel yere doğru ilerledim. Cahit Zarifoğlu’nun
kitabının arkasını çevirdim. Vücudumu sağ arka köşeden bana bakan kamera ile
kitabın arasına siper ettikten sonra arkadaki alarmı söktüm ve kitabı çantama
attım. Reyonlarından arasından gizlice atayize doğru baktım. Hala tiyatro
reyonundaydı. Yanında birkaç lavuk daha vardı. Ona asılıyorlardı sanırım. Bir
iki dakika daha bekledim ve ortam tenhalaştı. Bütün cesaretimi toplayıp ona
doğru ilerledim. Elimdeki yapışkanlı alarmı bir kuyumcu hassasiyetiyle çantasının
görünmeyen yerine yapıştırdım. Ona çarpar gibi yapınca bana baktı. Herhangi bir
insanın herhangi bir insana baktığı gibi baktı. Pardon dedim, çok özür dilerim
biraz alkollüyüm de. Size çarptığım için beni affeder misiniz? Yok önemli değil. Bi şeyler içelim mi? Çok sağ olun ben orucum dedim. İyi okumalar. Onunla
yatmak istiyordum. Onun güzelliği toplum nezdinde benim için çok önemliydi.
Hani ıssız bi dağ başında kalsak güzelliğini benden başkası göremeyeceği için
bi boka yaramayacaktı. Fakat burası kalabalıktı. Bu güzel kadın her an yanımda,
benim onun güzelliğiyle artizlik taslamamı sağlayan bir konumda olmalıydı.
Kasaya yakın bi yerde yeni çıkmış kitaplara bakar gibi yapıp olacakları
beklemeye başladım. Daha önceki öykümde güzelliğini ayrıntılı bi şekilde
açıkladığım kız hiçbi kitap almadan güvenlik cihazına doğru (buraya fiil)…
Ses
kalbimden çıkarsa diye düşünüp kalbimi tıkadım. Tam çıkarken cihaz acıyla
bağırmaya başladı. Görevliler kızın çantasını çıkarıp aradılar. Olmadı. Elbiselerini
çıkarıp her bir yerini araştırdılar. Çırılçıplak kalmıştı. Kitabı yutmuş
olabileceği sanrısıyla oracıkta yatırıp ameliyat ettiler. Bağırsakları çok
güzeldi. Çalınan kitap bulunamayınca kadavrayı tekrar diriltip ruh üflediler.
Terzi geldi elbise giydirdi. Bi an göz göze geldik. Herhangi bir hayvanın
herhangi bir hayvanla göz göze gelişi gibi. Çılgın hüzünlü. Bana doğru
yaklaştı. Her şey normale dönmüştü. Kız temiz çıkmıştı. Kasadan bekâret
raporları alındı verildi. Kitabımı
alabilir miyim. Kitaba inanıyor musun dedim. Evet. Çantadaki alarmı söküp iyice yuvarladıktan sonra rafın
arasına attım. Çıktık.
20 Temmuz 2012 Cuma
Süs Eşekleri Ve Süs Eşekliği Üzerine
Sanayi Devrimi bizim köyde 1983-1984 civarı oluyor sanırım:
Elektrik geliyor. (Yanlış hatırlamıyorsam su 2001’de gelmişti.) Traktör denen
şey de yine aynı tarihlerde yavaş yavaş köye giriş yapmış. Tarımla geçinen bizimkiler,
traktör çıktıktan sonra ne hikmetse eşekleri doğaya saldılar. Eşeklerle
kurdukları hukuk birden ortadan kayboldu. Bunu bir nebze anlayabiliyorum. Fakat
benim anlamadığım şey, traktörü olduğu halde eşeklerini hâlâ besleyen, onlara
bir nevi süs hayvanı muamelesi yapan şahıslar. Ben bunlara süs eşeği diyorum. Bu
durumu açacağım. Fakat öncesinde eşeklerle ilgili hem bilgi vereyim hem de
şahsi deneyimlerimi aktarayım.
Benim hiç eşeğim olmadı. Kendimi bildim bileli traktör
kullanıyorum. Önceleri Başak 12’imiz vardı. Sonra Massey Ferguson 255 aldık. O
sıralar kaysı değerliydi tabii. Sene 1991, ben 7 yaşındayım. Bir senelik mahsul
ile bir traktör alınabiliyordu. Traktörü olmayan köylüler eşek kullanmaya devam
ediyorlardı. Genelde beyaz renkli eşeklerdi bunlar. Biz çocukları “seni eşeğe
bindireyim mi” diyerek mutlu eden insanlarla doluydu etraf. Suya giderken eşeğe
bindirildim. Bindiğim yere palan deniyor. Bir de keşkere var: Sağlı sollu yük
taşımak için. Fakat bunların hiç önemi yok. Bunları bilsek ne olur bilmesek ne?
Gerçeklere yaklaşmadık bile. Eşeklerin taşıdığı onca yüke rağmen sürekli sopa
yemelerini, acı anırışlarını, düşünceli surat yapılarını, öldükten sonra çaya
bırakıldığını ve leş koktuğunu anlatmadım bile. Eşekler Anadolu’da hiçbir zaman
hayvandan sayılmadı. Tecavüze uğradılar, dayak yediler, kapatıldılar, köle gibi
kullanıldılar. Kedilerin ve köpeklerin şımartılması, sevilip-sayılması
karşısında kahroldular.
16 Temmuz 2012 Pazartesi
İçimden Sesleniyorum: Kimsin?
ölünce müzik olucaz diye bağıran bir
sağır
|bunu ilk müsveddeye sığdıramamıştım|
hanginize sağlık getirmez
internetin kesik olma ihtimalinin
suyun kesik olma ihtimalinden korkunç
karşılandığı
kırda çiçekler böcek açarken
annelerin çocukları severken çıkardığı
renk hatırlatıyor
|bir sağırın sağır olduğu kulaklarından
değil
gözlerinden anlaşılır|
anlaşılıyor mu
cihat duman kendi durumu hakkında yorum
yaptı
|ağlayınca kan kaybediyorum|
cihat duman bunu beğendi
yalnızlık bu değil işte
şur’da bi şehit cenazesi olacaktı
politik bir mesaj verme kaygısıyla
dilimi koparıp kulaklarıma tıktım
insan mezarlığı diye bişey yok
bitki hakları adında bi kızkardeşim var
çiçekçiden parayla alıp ısırıyorum
buna çiçek dediniz
sıcak odadan soğuk odaya geçerken
ceset sizin neyiniz olursa
az önce bankamatikten canlı çekmiş
onu
nerenizde saklıyorsanız
bur’da biterse bitmemiş bi filmin galasını
kefenimizle kutlayacağız
bayrak tutsakları tarihi bizi korkunçlu
karı gibi kokacak
ama ellerin bir çamaşırı yıkıyor gibi
mutlu
doğuştan ölü olduğu için
en iyi yardımcı kürd oyuncu ödülü aldı
duymak istemiyorum
doğuştan felç ve liberal
paranın da kalbi var
gözleri ve düşünüş şekli
o kocaman yalnızlığı
evsizliği
bir yastıkta beraber uyuyacak
kimsesizliği
düşünmekten kahrolan beyni var
benzerinden bıkamayışlığı
elle teması ve el bilgisi
kendisine acıyacak kimsesizliği
kimsesizliği
durduğu yerde ağlamaya çalışması fakat
ağlayamaması ve kanı var
duymak istemiyorum
paranın kurşunca tanımlanması
ölememesi var
süt içemeyişi ve çiçeklere bakamayışı
çokluğu
|dudak nedir mesela
hayvanlaşmak nedir
kaburgada kırık
facebookta lirik
rüyada yarık|
ekmekleri durdurun
bir kurşunun havada çünkü duruşu gibi
ekmekler durdurulursa kimse aç kalmaz
fazla böbreğini satıp iphone alan uzak
doğulu gençler için
söylemiyorum
duymak istemiyorum
Cihat
Duman
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Bir Mezarlık Komedisi: Gassal
Hayatta kalırsak su faturasını kim ödeyecek diyen milyonlarca insana sordukları soru gerçekten hokkabazların şanına yakışacak görkemdeydi: Ö...

-
Hayatta kalırsak su faturasını kim ödeyecek diyen milyonlarca insana sordukları soru gerçekten hokkabazların şanına yakışacak görkemdeydi: Ö...
-
(Yazı şahsi kin gütme yazılarından biridir, edebiyatla alakası yoktur. Şahıs, açlık grevleri için imza toplarken benden imza istememiştir...
-
Bayramın birinci günü adettir dedim bir mezarlık turu atayım. Eyüp’te Necip Fazıl, Ahmet Haşim; Edirnekapı’da Oğuz Atay, Beylerbeyi Küplüce...